Cuma, Aralık 29, 2006

la ritournelle

http://www.youtube.com/watch?v=6p_WVUZvHLs


bu şarkı eşliğinde gördüğüm, yaptığım, dinlediğim, algıladığım ve algılamadığım ne varsa aşık olabilirim... ama bu olmalı fonda. güzel karlı bir hava ve bu şarkı...

daha nasıl anlatılabilir ki?

"oh nothing's gonna change my love for you
i wanna spend my life with you
so we make love on the grass under the moon
no one can tell, damned if i do
forever journeys on golden avenues
i drift in your eyes since i love you
i got that beat in my veins for only rule
love is to share, mine is for you..."

teşekkürler... kime diye sorarsanız, distractions'la beraber beni bu şarkıların içine atan, hayatıma dalıveren o'na.

ebxjo

ywivg

böyle hiçbir şey yapmayıp oturmak ve dışarıyı izlemek veya veya evin içinde dışarıyı izleyerek volta atmak istediğim günlerdeyim.

görmek istiyorum o büyük resmi ama göremiyorum...

sonra hayatıma dalıveren birinin yolladığı bir şarkı vardı. paul'den pek hazzetmememe rağmen, bir şekilde sevdim bu şarkıyı. distractions adı. sonra ben bu kelimenin içime işlemişliği ile birlikte, sözlükte distractions başlığına bakıverdim. sonunda zero 7 denen grubun böyle bir şarkısı varmış. sözlerine baktım. bu kelimenin neden bir yerlerime kazındığını farkettim. kendi kendini yokeden bir yapısı varmış kendisinin. aynı ben gibi, biraz derine inildiğinde kendi kendini yokeden, daha fazla derine inmemeniz için binbir türlü oyunlarla sizi "distract" etmeye çalışan.

neyse konuyu "dağıtmayalım"...

ne diyordum hmm... evet. neyse... bu kendi kendime sayıklamalarımı bitirebilecek bir şeylere yaklaştığımı görüp o şeye dokunmaktan çekinmek aptallığını yapıyor olduğumu görüp yine bir şeyler yapamamak durumu tersine çevirmek üzere... aklımı başımdan, yani olduğu yerden çekmem lazım bunu yapmak için. sarhoş olmaya bile cesareti olamayan bir ben, bunu nasıl becerebilir bilemiyorum...

ayrıca merak etmekteyim, ne zaman üzerime "hafif" şeyler alıp, "hafif" şeyler yazabileceğim bu sayfada... ne zaman imagine room'a olabilecek en güzel hayalimin resmini koyabileceğim... bunu bilmek istiyorum sadece; bilmemek için de elimden geleni yapıyorum bir yandan da...

ayrıca... neyse bu ayrı bir başlık konusu. bir sonraki başlığa bakınız en iyisi siz...

Cuma, Aralık 15, 2006

sanat ve kadın...

Bir sanat galerisinde görülebilecek en ilginç karelerden birini yaptık fotoğraftaki şahısla galeriyi gezerken. Bir anda aklıma böyle bir kare geldi. verdim eline aynayı. "Hadi" dedim. Bu çıktı.


ssbtpbbyhk

Salı, Aralık 05, 2006

ezhqmvj

bol sayıda envai çeşit requiem tükettiğim bir günde sizlerle beraberim sevgili oda sakinleri. bugün doğum günüm evet ( :) ) mutluyum, yapabileceğimi düşünmediğim kadar saçmalamayı planlarken kendimi armada'da bir sabah kahvaltısı yaptıktan sonra remzi'deki moleskine standının önümde bulmuştum ki bir anda kasada olduğumu farkettim. elimdeki çizgili reporter moleskine'i alıyordum. o anda bu senenin de eskisi gibi geçecek, bu doğumgünümün de hiçbir saçmalık yapamadan geçip gidecek olduğunu farkettim. kendi kendime sinir olmadım değil ama olsun dedim. en azından bugün sinirimi bozan hiçbir şey olmadı. her zamanki gibi doğumgünlerimde mutsuz mutsuz oturmayacağım bir an için bile olsa dedim içimden. sonra eve gelip mozart requiem, ligeti requiem derken (evet kaşınıyorum), imagine room adlı blogumuzun birinci senesini doldurduğunu ve bugün buranın da doğumgünü olduğunu farketmemle irkildim. hemen ayça kişisine o anda açık olan msn penceresinden bu haberi verdim. o da bir "aaaaaa" dedi. sonra da msni kapatıp kendimi önce bu yazıyı yazmaya sonra da dağınık olan odamı toparlamaya ikna ettim. ve buradayım işte.

doğumgünümüz kutlu olsun imagine room ve ben. ipek'in de dediği gibi daha nice "fitter, happier, more productive years" diliyorum ikimiz için de... gerçi bunu ipek diyecektir bir şekilde bugün bir telefon seansında ama olsun.

sipariş ettiğim sigaranın gelmesini beklerken bu yazıyı sonlandırıyorum.

saçmalamaya en derinden inanan ve şu anda ligeti'nin atmosferlerinde salınan oda sakininiz

"divina"...

Pazar, Kasım 19, 2006

òsge ròs

bedenimin beni kısıtladığı, tüm dünyanın köşelerine orasına burasına çarpıp durduğum bir zamanmış gibi hissetse de içim şu an içinde bulunduğum durumda, dıştan "hayır hayır çoook mutluyum ben" diyebiliyorum gönül rahatlığıyla. bu ikilik bir gün belki birlik olur diye düşünüyordum ama not anymore... hayatım boyunca bir şeyleri yapmak isteyeceğim ve başka bir şeyler yapıyor olmaktan da aynı anda zevk alacağım.bunu biliyorum en azından kendimle ilgili... bir ikizler yükselen vakası mıyım neyim anlamadım gitti ama...

aklımda ilginç görüntüler canlanıyor; hiç olmadığım birileriyim ve hiç görmediğim yerlerdeyim gibi... 25 yaşının son günlerini yaşayan ben bakalım ne zaman "ah bu ben" söylemlerinden kurtulacağım bilmiyorum. hayatta kaşınan herkesin kaşına kaşına ve hatta kaşıya kaşıya bir yerlere gelebileceğini düşünüyorum; umudediyorum... bu aralar tek ümidim budur herhalde.

arada bir yazsam da buranın varlığını bilmek beni mutlu ediyor imagine room sakinleri (evet sakinleri diyorum çünkü fazla "sakin"iz)... sanki evim uzaklarda bir yerde ve ben olduğum yerde olduğum yerle boğuşurken ve fakat boğuşmaktan pek de memnunken, o evin varlığını hissedip, onunla gökyüzüne bakarak rahatlatıcı etkiye sahip olan sohbetler ediyormuşum gibi hissediyorum buraya yazarken her seferinde.

bir adet syndir guds eşliğinde, bedeni ile ruhu kendinden ayrı bir yerlerde savrulan "òsge ròs ankara'nın herhangi bir üçüncü katından seslendi.

iyi akşamlar...

ydpahmz

Cumartesi, Ekim 28, 2006

No matter what we say,
no matter what we think,
we will never,
will never leave this room.
What are we going to do about this?

the notwist -- this room


Şarkıyı henüz dinlemedim ama şu linkteki fotoğrafla beraber bu sözleri okuyunca öylece kalakaldım...

http://www.flickr.com/photos/deniz_tavmen/167775905/


İyi geceler...

ceqlqmhu

Çarşamba, Ekim 11, 2006

aurora borealis

ölmeden bir adet sigur ròs şarkısı ile birlikte tanık olmak istediğim görüntülerin bir örneğidir bu. hayatta en çok görmek istediğim şeydir. ne bir müzik grubu, ne de tanrı... hayatımda hiçbir şeyi bu kadar çok görmek istememiştim...

günaydın...

tduhralf

rothko olucam ben!

eveet... bir yazıyla daha karşınızdayım. olabildiğimce cıvık, olabildiğince bilinç akışsal, olabildiğince abuk bir yazı yazacağım sanırım; şimdiden haberini olsun.

yarı dağınık, yarı toplu (bardağın dolu yarısı boş yarısı hangisi bilemedim de) odamdan bildirmekteyim size. komplo teorileri ile ilgili bir yazı yazarken, ne zaman görüşmediğim ve bugün pek bir sıklıkla ve yoğunlukta konuştuğum kova kadını kişisine online counselling yaptım. önce kova kadını gitti, sonra yazım bitti. mutlu mesut odamda, loş ışığımda oturmaktayım şimdi. moleskine denen kendinizi onun üzerine yazıp çizerken hemingway, van gogh zannetmenizi sağlayacak kadar başarılı bir pazarlama tekniğine sahip defterlerden birine sahip olmama rağmen, içimdeki kendimi afişe etme isteğiyle, buraya yazı yazmak istedim. amma velakin her zamanki gibi konu bulamamaktayım. birazcık rahatlık ve hayatımın düzene girmesi ile sakin bir hayata adım atmam sanırım bu konu sıkıntısının sebebidir çoklukla. ben de zaman geçiriyorum işte uykuya dalmadan önce odada soliloquy yaparak.

iyi ki diyorum şu an içimden, türk edebiyatına dalışımı sonlara bırakmışım. canım çok feci türk romanları, öyküleri, kurguları okumak istiyor. şimdilik şöyle günümüz yazarlardan başlayayım diyorum. tavsiyesi olan varsa hemen bir comment yazsın aşağıya zira ihtiyacım var tavsiyelere baya.

bir adet sylvester duruyor çalışma masamın üstünde bir ton kitap yığınının altında ezilmiş bir halde. ilginç bir görüntü... objelere verdiğim değerleri onların üstünden verdiğim şeylerin yokluğuyla anlamsızlaşan ve çöp haline gelen bir odam var sanırım. daha doğrusu eski odam daha bir öyleydi de. bu biraz daha arınmış hali...

yazmaktan sıkılana kadar yazasım var benim haberiniz olsun, hala okumama şansınız var.

en kısa zamanda kendime bir adet kanvas, envai çeşit boya ve fırça almak istiyorum. bu küçük, minik, güzel, benim olan odada bir uçtan bir uca boyamak istiyorum tualleri. hatta sonra daha büyük kanvaslara sonra daha da büyük daha daha büyük olanlara geçmek, renklerden okyanuslar, gökler, yüzler yapmak istiyorum. rothko olucam. hırs yaptım haha.

haha

neyse hadi iyi geceler oda ahalisi,
her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan

(iyyy)

uiglky

Salı, Ekim 10, 2006

zifagu

yaaa yaaaa... bana bilmediğim bir şey söyleyin lütfan.

Never Date a Capricorn
Somber, demanding, and freakishly logical. Emotions? It's not clear that Capricorn has them.And while it may be flattering for a Capricorn to be serious about you, bad news: they expect you to be super serious in return.
Instead try dating: Aquarius, Gemini, Leo, or Virgo
What Sign Shouldn't You Date?

bzpjudy

Who Should Paint You: Andy Warhol

Andy Warhol

You've got an interested edge that would be reflected in any portraitYou don't need any fancy paint techniques to stand out from the crowd!
What Artist Should Paint Your Portrait?

fzoilr

Your Career Type: Artistic
You are expressive, original, and independent.Your talents lie in your artistic abilities: creative writing, drama, crafts, music, or art.
You would make an excellent:
Actor - Art Teacher - Book Editor Clothes Designer - Comedian - Composer Dancer - DJ - Graphic DesignerIllustrator - Musician - Sculptor
The worst career options for your are conventional careers, like bank teller or secretary.

fhobtoin

şöyle testler yaptım kendime olabildiğince aptal aptal. heman sonuçları yazayım.

You Are an Iced Coffee
At your best, you are: hyper, modern, and athletic
At your worst, you are: cheap and angsty
You drink coffee when: you're out with friends
Your caffeine addiction level: medium
What Kind of Coffee Are You?

Cuma, Ekim 06, 2006

from "et cetera"

"you are tired,
(i think)
of the always puzzle of living and doing;
and so am i.

come with me, then,
and we'll leave it far and far away--
(only you and i, understand!)

you have played,
(i think)
and broke the toys you were fondest of,
and are a little tired now;
tired of things that break, and---
just tired.
so am i.

but i come with a dream in my eyes tonight,
and i knock with a rose at the hopeless gate of your heart---
open to me!
for i will show you the places nobody knows,
and, if you like,
the perfect places of sleep.

ah, come with me!
i'll blow you that wonderful bubble, the moon,
that floats forever and a day;
i'll sing you the jacinth song
of the probable stars;
i will attempt the unstartled steppes of fream,
until i find the only flower,
which shall keep (i think) your little heart
while the moon comes out of the sea."

e. e. cummings


bugün pek bir şiir oldum ben.

djzaezne

Salı, Ekim 03, 2006

"m, s, b"

burn girl prom queen ve close encounters çalıyor. öncelikle bunu yazayım. yazayım ki nasıl bir modda olduğum anlaşılsın kolayca.

bir kaç gündür içimde garip şeyler oluyor. rüyalar görüyorum... pek hayra alamet gibi görünmeyen. yani benden başkasını zerre kadar ilgilendirmeyen rüyalar ama. kendi içime ayna tutan, bana içimdeki ayrı bir özge'den haberler getiren türden rüyalar. bir zamanlar içimde bir yerlerde kilitlediğim bir şeyler vardı. o kapının ardındakilerden, o kapıyı kilitleyen benden, o kapıyı kilitlememe sebep olan her şeyden bla bla bla, hepsinden uzakta sakin ve huzurlu yaşamıma devam ederken ben, kalp çarpıntılarıyla dolu mojosantrik yeni bir buluşmaya, tekrardan bir şeyleri yaratıp, onlarsız hayatıma devam edemeyeceğim şeyler yaratmaya hiç de hazırlıklı değilim.

her yeni kurtuluş anında, aldığım nefesin bir zamanlarda aldığım nefesle buluşması, çarpışması, çok mutlu olmam gereken en hızlı soluk alıp verilen bir yerlerde tam tersine, gözlerimden acıyla yaşlar fışkırması, her o anlarda kendi kendimi sıkmam ve karşımdakine, sırf o yüzümün allak bullaklığıyla karşılaşmaması gerektiğini bildiğimden sıkı sıkıya sarılmam...

yoruldum.

çok yoruldum.

daha fazla yazarsam nerelere gideceğim bu kapalı imgeselliğimle, kişisel betimlemelerimle, bunlar sizi ne kadar ilgilendirir; hiçbir şey bilmiyorum. belki de hiçbir şey yok. zamanında birinin gözlerinin içine bakıp, sesimi duymadığını bildiğim için, yavaş yavaş, tane tane "hiçbir şey yok" deyişimin sihrine sahip olan, o etkiyi benim için yaratabilecek bir insanın varlığına bu denli ihtiyaç duyuyor olmam kendimi hangi konumda değerlendirmemi gerekli kılıyor? bunu da bilmiyorum. sadece içimde bir reset düğmesi var. tehlike anında kendimi backupladığım o güvenli yere geri dönüşü sağlayan o düğmeye bu aralar bu kadar sık basma ihtiyacı hissetmem iyiye yorulamaz herhalde. bunu biliyorum ama yine de emin değilim.

bu kadar yazmama rağmen görüyorum ki içimde kalan his kırıntıları artık birike birike koca bir dağ haline gelmiş.
biriktirmek... arşivlerimi yokettim, hafızam yeteri kadar yük oluyor gerekçesiyle. ama şimdi görüyorum ki yazamadığım, dışavurmadığım ve arşivini tutmadığım her his içimdeki bu dağın bir parçası olmuş. şimdi ben bu dağı nasıl ayrıştırırım, o ayrıştırdıklarımı nerelerime yerleştiririm bilmiyorum. "m, s, b" fayansların aralarında saklı kalmış hüznümü, içime uzun uzun çekince çıtır çıtır eden sigaramın keyfini küçük, ona ait hissettiğim bir ev olmadan nasıl ve nereye akıtırım bilmiyorum....

bilmiyorum... hiçbir şey bilmiyorum. bilenlere gülüp geçiyorum...

mfoscgny

Pazar, Ekim 01, 2006

reklamlaar

öhömm
efenim yan tarafta kitsch object olarak da görülen blogum obviouslajtir'a bir peri değneisiyle jeedip kendisini bajtan yarattık. afiyet bal jeker olsun.

ayrıca paylajmak istedim: word verification hedesinde, buraya post yazarken veya bajka sitelere comment yazarken, hep bir sefer yanij girip ikinci sefer yandaki tekerlekli sandalye amcanın bana bakmasına "tamam ulan özürlüyüm ilk seferde yazamiom annadık, sus" tepkileriyle karjilik verıyorum.

-ama ayça yazık adama, onu da düjün o da blogger da memur en nihayetinde, ijini yapio zawallı

Pazar, Eylül 24, 2006

toparlanip gitmek

evet odamiza bakiyoruuuuuz bi dolu post eksik
retro kijisi pilisini pirtisini toparlamij, duvarlara yazdigi yazilarin ustune badana yaptirmij, ve gitmij.

sanki hic bu odada varolmamij gibi.

ablamin istegini kendi adina yerine getirmeyi bajarmij sanirim.

Cumartesi, Eylül 02, 2006

dalıp gitmek...

... ve kendini yok olmayı dilerken yakalamak.

bir kitap bulsam. adı "aniden yok olup gitmenin 100 yolu" olsa. okurken "how to disappear completely and never be found again" olsa kulağımda... ilk denememde yok olsam. ardımda tüm geçmişimi de götürsem. kimse beni hatırlamasa; üzülen, ağlayan, sevinen olmasa ardımdan...

içim acıyor.

iyi geceler.

Cuma, Eylül 01, 2006

bibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibibiiiiiiii

BUGUN:
-sene boyunca enerjimin en yuksek oldugu gun (olabilir)
-erken gelen en sinir bozucu yagmurun geldigi gun
-elektriklerin bi gelip bi gittigi -hatta belki ben bu postu yazmayi bitiremeden gidecektir o elektrikler- gun
-canimin sosyal sosyal cektigi, insan insan istedigim, sohbet sohbet olalim dedigim bik bik edesimin oldugu gun
-evde kisilip kaldigim gundur bi de.

bu nedenden odaya girdim...icerde birileri yok ama sanirim


p.s.: word verification zimbirtisini nedensizce CAPS doldurup sorasinda bajtan yazdigim bir gunmuj bugun ayni zamanda.

Cuma, Ağustos 25, 2006

noktalama isaretleri

hayatin mukemmeligini imkansiz kilan kelime: ama
ve her seferinde mukemmele daha cok ulasmak icin kullanilan virguller...
tamamlanamayan girisimler, sonu kurgulanamayan hayaller... devam ettirilmesi bir yana, ilk cumlesi bile yazilamayan romanlar...

tum bunlar icin de 'uc nokta'...

nokta koymak zor birsey aslinda.

nokta koymak: karar vermek.
geri alamamak.

silememek , duzeltememek...

agizdan cikti bir kere! bitti ve tamamlandi. 'gote giren semsiye acilmaz' tadinda bir his ile.


dusundum de,
aslinda bu noktalama isaretleriymis hayatlarimizi gayet guzel anlatan...
bazen cumlelerin anlattigindan, kelimenin anlamindan, paragrafin butununden,
satir aralarina girmeden,
sadece o isaretler yeterli...

tamam'lar, devam'lar.

iste butun mesele bu.

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

Bilinc Oyunlari IV

Suleyman Demirel yeniden Basbakan ya da Cumhurbaskani olmustu. Dun okudugum Fowles kitabindan bir bolumu ezberinden dinleyicilerine aktariyordu -hicbir yerde sekmeden. Sonra Melbourne Kangaroos sapkamin aynisindan takmisti kizin biri ama onunki yepyeniydi, benimki iyice sarardi Roll dergisi gibi oldu. Istanbuldaki lab'dan S. cuzdanini kaybetmis, tam avucumun icinde buluyorum onu ve cuzdani ona goturuyorum, calindiginin farkinda degil ama nasil oluyorsa bulunacagini bildigini soyluyor. 4 tane hatirliyorum, sabah 100 taneydi, sanirim gece ise 10 000 adet olsa gerek. Hepsini hatirlamak buyuk kulfet olurdu zaten...

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Mola

Ayh. bence acilen su ruh halinden siyrilalim.

divina, bir Sigur Ros koy da kendimize gelelim, soyle...

:)

Çarşamba, Ağustos 02, 2006

nereloloyoooor!

bakımsız oda kokar lafını gördüm sonra odaya şöyle bir göz gezdirdim. odamızda çok ilginç şeyler olmuş geçtiğimiz günlerde sayın oda sakinleri...

şimdi ben öncelikle buraya sizleri misafir gibi oturasınızi birbirinizle çocuklar gibi küsesiniz sonra da darılıp, kendi köşenizde mırmırmır yapıp, odanın kapısını açıp odayı terkediniz diye çağırmadım; bu bilinsin. herkes kendine düşen görevi yapar... ben odada sessiz ve hatta belki de siz konuşurken kulağımda müziğim dışarıyı izliyor olabilirim. aynen bazen bazılarımızın çenesinin düştüğü ve durmaksızın konuştuğu gibi... çok konuşunca oda bakımlı mı kalıyor sanıyorsunuz ey retro bey? sessizliği paylaşabiliyorsanız etrafınızdakilerle, bu durum o ilişkilerin ne kadar bakımlı olduğunun kanıtı haline gelmez mi birdenbire? ben bu odada sessizken rahat durabilmeyi, iyi hissedebilmeyi de hedeflemiştim... salt buraya yazmakla bir şeyler paylaşılmıyor. sözcükler çoğu zaman temizlik maddesi değil de, tam tersi, insanın kendini kirletme ve kendini anlamsız şekillere sokup hayatın eğlenceli kılma çabasının bir aracı olabiliyor bazen de. kirlenmek güzeldir evet. ama bazen de "enjoy the silence"çılık oynamak odanın havasını temizliyor. bu odada herkes kafasına estiği zaman yazdı bu zamana kadar hep de yazacak tabii ki...

cracker hanımın ben bu odayı bırakıp gidiyorum serzenişlerine de, retro beyin ayar tahminleri ve sonunda oda hakkındaki dediklerine karşılık ben de böyle bir şey yazayım istedim.

odayı isteyen istediği zaman terkeder tabii... ama en iyi cracker bilir ki bu odadan çıkıldığı zaman tekrardan pek de kolay girilmiyor. ayça'm ne güzel demiş bu oda kutsaldır, terkedilmez diye... bu odayı kutsal yapan hepimizin burada olması, zamansız veya her zaman güncel olamasa da birbirimizi takip edebileceğimiz boş bir alanın varolduğunu bize (en azından endime adıma konuşursam bana) hissettirmesidir.

lakin diyeceğim şudur ki: ben bu odayı, bazılarımızın sessiz kalmasını, bazılarımızın çok konuşmasını, bazılarımızın tamamıyla olaylardan alakasız olmasını seviyorum. sevmeyen var ise, buyurunuz kapı açık, arkanı dön ve çık :)

bana kalbi kadar beyaz bu sayfayı ayırdığı için imagine room'a teşekkür eder, oda sakinlerinin aralarında vuku bulan sorunlara acilen bir çözüm getirmelerini diliyorum...

si ya

Pazartesi, Temmuz 31, 2006

Açıklama

E bravo! ne ayari yahu allahaskina? bilakis, bir kent'e hapis olmayi kanimca bu kadar guzel ifade etmis bir siiri, negatif de olsa, istedigimiz sey olmasa da, okumakta, tatmakta ne var? illa ki, 'hadi kocum, yuru be aslanim, yol senin, git buralardan, yollarin tadini cikar!' mi demeliyim her dakika? ki demisimdir, hep derim. gitmek icin her zaman tesvik edici bir insan olarak tanimlanirken, ne oldu da simdi bir anda ipte sallandiriliyorum? Ayrica, ayarin bu kadar alenisini de ilk defa gormus oldum. Hem kisiye atfederek, hem kisinin kendi bloguna, hemde uyesi oldugu bloga ayni seyi yazarak... 'gitmek en guzelidir, gormek dolasmak...ama buyrun, saplanip kalmak ta boyle birsey, takilip almak, birakamamak, gidememek...'

Kavafis'in 'kent' adli bu siirinde o 'gidememek' sikintisi oyle guzel anlatilmis ki... sanirim o sikintiyi, aramizda belki de en yol seven insana gondermemin sebebi budur... gitmek, gitmemek, gidememek arasindaki ruh hallerini betimleyen dizeleri aktarmaktir.

Anlasilan o ki, aciklama yapmadan alip siiri yapistirinca, hemen siirin icindeki negatiflik, kisinin kotu niyetine donusturuluyor. ozellikle 'yol' konusunda, o kadar itici bir guc olmama ragmen, yazdigim seyyin kotu niyetli bir ayar gecirme olarak algilanmis olmasina inanmakta gucluk cekiyorum.

olayin teknik gecmisini de anlatayim izninizle. belki yukaridaki aciklama yeterli gelmeyebilir. online radyo dinleme esliginde eksisozlukte gezinirken, radyoda calan sarkinin KENT adli Isvecli bir gruba ait olmasi uzerine, sarki ve grup ile ilgili hissiyatlari yazmak uzere, KENT basligi acilir. O esnada bir yandan da divina kisisine KENT adli grubu bilip bilmedigi, bilmiyorsa kesfetmesi gerektigi bildirilir. Baslik acildiktan sonra, haliyle onceden yazilmis olan entryler gozden gecirilir. ve onlarin arasinda, mevzubahis siirin gectigi entry [#791459] de okunur ve cok begenilir, cok etkilenilir. Velhasil, sonunda grup ve sarki hakkinda entry girilir, falan.

Akabinde bir zaman, konuyla ilgili zaten gecmis bir muhabbetimizin suregeldigi kisinin[Ayca] blogu okunur, ve kendisinin yazdigi yazi ile tematik anlamda ortusen siir, kendisine comment olarak aciklamasiz bir sekilde post edilir. hatta ve hatta bununla kalinmaz; bu guzel siir, ayni zamanda odayla da paylasilmak istenir. paylasilmak istenen, birine verilmek istenen ayar falan degil; siirin ta kendisidir.

kisacasi, olayin ayarla falan hicbir alakasi olmadigini, aksine gayet dusunsel, edebi ve ruhsal cozumlemelere yelken actigim bir olumlu ruh hali icinde, karsima cikan ve cokca begenmis oldugum birseyi paylasmaktan ote olmadigini burada beyan eder, ilgililere saygiyla sunarim.

Eger hala ayar verdigim dusunuluyorsa da, uzerine ustluk, benden aciklama talep etmeden yargilanmaya da devam ediyorsam, 'el insaf!' diyerek sizi vicdaninizla basbasa birakiyor, ve 'goodbye imagine room' diyorum.

Cumartesi, Temmuz 29, 2006

YOL üzerine...

Ayça'nın kişisel blog'undaki bir yazısına atfettiğim Kavanis'in bu güzel şiirini tüm odayla da paylaşmak istedim. İzninizle...

YOL üzerine...

dedin "bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim".
bundan daha iyi başka bir kent bulunur elbet.
yazgıdır yakama yapışır neye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede.
nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kayıp yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarıma kıydığım, boşa harcadığım.
"yeni ülkeler bulamayacaksin, başka denizler bulamayacaksin.
bu kent peşini birakmayacak. ayni sokaklarda dolaşacaksın.
ayni mahallede yaşlanacaksın;
ayni evlerde kır düşecek saçlarına.
bu kenttir gidip göreceğin yer. bir başkasını umma -bir gemi yok, bir yol yok sana.
değil mi ki, hayatına kıydın buradabu küçücük köşede,
ona kıydın demektir bütün dünyada."...

Perşembe, Temmuz 27, 2006

1.50 boyunda bir umut

su amerika'nin envai cesit urununu uretmek icin kasan Cin'in, 'yok kardesim, biz alenen komunizme gectik, kapiyoruz kapilarimizi, yok artik dis ticaret, sagolun butun tekniginizi, teknolojinizi ogrendik bunca yil. Simdi kendimiz uretip kendimiz tuketicez. siz bizim ulkemizde isciligini 1 dolardan malettiginiz tum urunlerinizi simdi kendi ulkenizde asgari ucretten yani saatine 5 dolar odeyerekten uretmeye baslayin. camasir mandalindan, kapi tokmagina, tuvalet fircasina, teflon tavadan, araba pompasina, bisiklet ic lastigine... her urunun her ayri uretim asamasinda, calisan yuzbinlerce iscinize 1 degil 5 dolar odeyin simdi. 5 katini!'

demesini hasretle bekliyorum.

Pazartesi, Temmuz 24, 2006

yildizlarla konujtum haberler iyi

merhaba imagine room sakinleri,
bugunki programimizda yuce astrolog divina hanimin odasindayiz.
her ne kadar yildizlardan sorumlu devlet bakanimiz ablam divina olsa da bu hafta gokyuzunun bizi mutlu etmek icin turlu numaralar cevirmeye hazirlandigini ogrendigim an sizinle hemen paylajmak istedim.

ilk olarak 25'i sali yeni ay var efenim, hem de aslan'da. her yeni ay gibi bu yeni ayda da yeniliklerimizi bajlatalim yajasin gazi bu sefer aslanin yeleleri ejliginde gerceklejiyor; kisaca hadi oyunculuk kursuna yazilalim yajasiiiin oluyor o gazimizin adi.

ikinci olarak Venus ve Jupiter 26sinda ucgen ucgen olup bizi multu edip sosyalligimize sosyallik, ajk hayatimiza ajk katiyor, aman ne iyi ediyorlar.

ve son olarak 4temmuzdan beri bi tarafimizdan kan alan retro Merkur 28inde nihayet dogru duzgun ilerleyijine geciyor ve acili son bikac haftada ogrendiklerimizi cantamiza atip hayatimiza guzel guzel devam edioruz. yengecte olan bu merkur kardejle artik 28'inden itibaren duygu ifadesi patlamalari ve rahatlamalari bekleyebiliriz.

hepimize hayirli olsun der, durum konusunda daha fazla analiz icin mikrofonu divina kijisine uzatirim.

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

Veruca Salt

"i want a golden goose!!!"

icimde dayaklik, jimarik, "don't care how i want it noooooooow" diye çiğliklar atan 5 yajinda bir velet olduğunu aranizdan beni taniyanlar bilir (hatta bazilariniz fotolarini bile gormujtur).

ijte adina veruca salt demenin yannij olmicaa bu veletin urunu olan bi alijkanligimi paylajmak istedim.

hayat zigi zaga zigi zaga bir olujum. her gun farkli.
bunyelerdeki hormon seviyeleri, yaj durumu, kaj durumu ve baja gelen olaylarin farklari da bazi gunleri "iyi", bazi gunleri "aman kotu fena" bazi gunleri de "hmm olmamij" yapio.

evet arada bazi gunler var, ben gordum ordan biliorum, olmamij.
hincal ulucsal bir "en rukuj gun" kitschliginde "olmamij" kelimesi cikio veruca'min azindan ve ben o gunleri silmeye karar veriorum.
"bugunu begenmedim, hic olmamij, siliyorum ey tanrilar becerememijsiniz" diyorum.

genelde bi soraki gun "ayca dun oolen ne yedin?" sorusunun cevabini bile hatirlayamicak kadar bajarili silijler yajiorum.
bakalim.

gecen pazartesi oole bi gundu.
once hepinizin onayini almak istedim, silmeden once ama telefonlariniz hintce konujuyodu.
gecen pazartesiyi sildim.
cok onemli bijiler yapaniniz yoktur umarim.

Salı, Temmuz 11, 2006

yeteeeer!

"buradaki yay benim. çenesi düşük olan yükselen ikizler kişisi de benim. olsa olsa benimle bir evren yarışabilir o da ikizler hani ondan... nedir canım retro retro. bir gün de başka birinin bir şeyler yazdığını göreyim" diye düşünürken, retro'nun başak olduğu ve başak burcunun ve ikizler burcunun ortak gezegeninin "merkür" olduğu gerçeği dankkkkk diye kafama geçiverdi. olsun ama benim merkür'üm sizin merkür'ünüzü sokar, hem de akrep gibi, yaaa...

neyse bu kadar zırvalamadan sonra geçebilirim yazıya... uzun süredir bir şeyler yazmıyordum ben de retro dışındaki oda sakinleri gibi... hepimizde bir "blog tutulması"dır gidiyor ya hayırlısı. ben bunu ayça'yla da daha önce commentleştiğimiz gibi, merkür'ün "retro"da olmasına bağlamak istiyorum ama retro bey'in merkür'ü kimbilir nerelerde sürtüyor ki, çenesini tutabilene aşkolsun!

şaka bir yana (ahahha), retro bey sayesinde odamızın duvarlarındaki boş alan günden güne azalmakta bu da beni şahsen çok mutlu etmekte... yani en azından birimizin çene ishaline tutulmuş olması, özellikle de merkür'ün "retro"msu hareketine rağmen, bize de bir yandan yazma isteği aşılıyor diye düşünmekteyim. sanırım retro gibi "-" ifadeli bir hareket, "retro" nickinin "-" ifadesiyle çarpışınca ortaya "yaratmak" gibi bir "+" ifadesi çıkıyor. nick seçiminden ötürü ayrı bir kutluyorum buradan kendisini...

evet farkındayım boş konuşuyorum, boş yazıyorum, ama olsun siz doldurursunuz eminim içini dışını. tabii biraz ağzınızı açıp benim gibi saçma da olsa yazmaya başlarsanız olabilir bu ancak ama olsun, ümitliyim ben.

"yaz geçsin" diyorum ben. "yaz" "geçsin"...

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

dikkat kazı var!

biraz önceki "kazı" temalı sondan sonra radiohead dinlemeye karar verdim. ok. computer ne de çok anımın gizli saklı kaldığı bir albümmüş meğerse onu farkettim. lise zamanları ve daha sonra da ankara'ya ilk geldiğim günler... sıkıcı zamanı anlamlı kılma çabası içine düşmüşken ben, nasıl da birebir uymuş kişisel zamanım ve bu albüm birbirlerine. şaşırmadan geçemedim doğrusu.

1998 yılı ki müzikal açıdan en beğendiğim isimlerin gözüme gözüme çarptığı, kulağıma kulağıma çalındığı o yıldır ve nasıl olur da ben radiohead'de takılı kalmışım o kadar çok seçenek arasında; bu da çok şaşırtıcı.

zaman ve mekan değişiklikleri, hayatımdaki insanların yerine başkalarının gelmesi... bütün bunlara rağmen kulağımda, hayatımda değişmeyen tek şey olan bu albüm bana, benim aslında hayatımın büyük bir kısmını farkında bile olmadan nasıl da depresif bir modda geçirdiğimi kanıtladı. mutsuzluktan mutlu olabilmeyi onların sayesinde öğrenmişim sanırım.

bu aralar yüzeysel şeyler yazmakta da üstüme yok. ama kafamın içindeki kazı o kadar derin ki, yukarıya bir avuç toprak parçası çıkarana kadar geçiştiriyorum işte böyle yazıları, zamanı, hayatı...

iyi geceler.

zcnmezc

Pazar, Mayıs 28, 2006

excavation

sınavlardan nefret ediyorum velhasıl eşek gibi de comformist olmalıyım bu konuda. evet eşek.

nefret ediyorum. hıh!

bugün bir sinir stres halindeyim nedense. yani bu sakinliğimin stresi daha doğrusu. " niye bu kadar sakinim ben? " sorusunun cevabı olan stres. neyse geçeceek gideceeek.

düşünmek istiyorum artık. sınırsızca düşünmek. sınırsızca düşünüp, sınırsızca dışavurmak. ha bunu yaptığımda ne olur bilmiyorum ama istiyorum.

ayrıca bugün çok ilginç bir rüya gördüm ama tam da ilginç olduğu için buraya yazamayacağım, üzgünüm... sadece mavi melek, peygamber, tanrı ve kesilmiş bir el diye anahtar sözcükler verebilirim. çözdükten sonra hepinize birer birer anlatırım hiç merak etmeyin (çok merak ediyorsunuzdur ya zaten).

kpds sonucum 85 bu arada. ondan da kurtuldum. sonra les'e girip 25 tane matematik yaptım geçen hafta. o zaten inanılmazdı benim için. 10 yıldır matematik görmeyen bünyem beni bu sınavda çok şaşırttı. 1 veya 2 yanlışım var o 25 matematik sorusundan. onun dışında sözel kısmından da 80 sorudan 2 veya 3 yanlış çıkacak umuyorum ki. böylece ea 50 falan alıyorum aşağı yukarı. master yapmak istersem fena bir puan değil aslında bu da.

böyle de boş bir yazı yolladığım için bloga, hepinizden özür diliyorum. okumamışsınızdır umarım tüm bunları. hmmmm...

kafamın içinin çok başarılı bir temsili olarak şunu görünüz yeter:











hastasıyım Willem de Kooning'in.

oh!

sywiwc

Cuma, Mayıs 26, 2006

Bilinç Oyunları III

Okulda iki kız görüyorum. Kızlardan biri iki sene önce bir süreliğine beraber olduğum ancak şu sıralar Robocop tavırları içinde olanken diğeri Alanis Morissette sesli. Robocop'la görüşmek istemiyorum zaten ama Alanis'le ikisi çok yakın arkadaşlarmış. Bir şekilde Alanis'le konuşacak ortamı sağlıyorum, onu kolundan çekip Robocop'tan uzak bir yere götürüyorum. Sevinçle onunla konuşabileceğimi düşünürken birden o konuşmaya başlıyor ve kötü bir gerçekle karşı karşıya kalıyorum. Kızın 28 dişi de çürük. Normalde beyaz olması gereken dişler siyah, siyaha yakın gri ve yeşil tonlarla bezenmişti. O kadar güzel bir sesin o dişlerden yankılanarak çıkmasına dayanamadım. Uyandım.

Salı, Mayıs 23, 2006

BIG PARTY IN BIKINI BOTTOM!!!

eveeeeeeeeet :)
maratondaydim koştum koştum koştum!
film yaptim, montaj yaptim, hayvanat bahcelerine yatirimlar yaptim, opucuk sellerini aştim, dağlari deldim...... mezuniyetime 5 kala butun imagine room sakinleri icin kocaman bir haberim var!!

30 mayis 2006 tarihinde
BACKSTAGE diye anilan mekanda
akjam henuz belli olmayan bir saatte
butun projelerimiz
bizim sinifin butun bitirme projeleri
butun butun filmlerin oldugu
bir ozel gosterim olucak
hepinizi beklerim :D

big big big party in bikini bottom :)

p.s.: bu post sadece imagine room sakinleri icin ozel bi davetiye olup diger insanlari kapidan tekmeleme hakkina sahibimdir.
imagine room sakinlerinin +1leri hatta +2ler 3leri hojgelsinler :)

Pazar, Mayıs 14, 2006

aile

ailecek duchamp'ı saygıyla anıyoruz...

ayrıca dolunay vakti teknolojik açıdan baya bir sorun çıkabiliyormuş. ruhum daraldı benim.

bitsin artık bu çileeeeğğğğ

lecyj

Çarşamba, Mayıs 10, 2006

kpds

89-91 arası işte.

hnryq

Cuma, Mayıs 05, 2006

"Billy Pilgrim has come unstuck in time."

bakıyorum da odamız şenlenmiş.

her telden sesler çıkmış. çıksın zaten bu oda bu yüzden var değil mi?

her birinize bir şeyler demek isterdim mesela müslüm gürses'in albümü için şunu demek istemiştim ama bir türlü diyememiştim nedense:

"dümdüz anlatımlarla kendini ifade eden ve bu anlatımıyla 'müslüm gürses' olmuş olan bu adamcağız murathan mungan'ın dolaylı anlatımlarının kurbanı olmuş gibi gelmekte bana. yani arabesk olanı, doğuyu, entelektüelize (bu da nasıl bir kelimeyse işte) etme kaygısının son zamanlardaki rahatsız ediciliğinden biri gibi gelmekte bu durum bana. albümü edinmedim, tek bir şarkıyı bile dinlemedim ama hiç içimden gelmiyor ya. o adamı da özcan deniz kıvamına soktular ya ona şaşırıyorum ben. ahmet mete ışıkara'yı en seksi erkek seçen zihniyetin bir farklı versiyonu gibi geliyor onu bu hale getirenler de her ne kadar daha entel kuntel görünseler de. yani bence proje ilk başta 'oha' şeklinde tepkiler alırken, daha sonradan çabucak unutulacak gibi geliyor ve işte bu yüzden de başarısız. elimize geçen her objeyi 'high culture' (gece gece bunun türkçesiyle falan uğraşamayacağım, üzgünüm) objesiymiş gibi göstermeye çalışıp ona anlam kazandırma ve onu popüler kültürün bir nesnesi haline getirmek de basit entelektüelizmin sonuçlarından olsa gerek. yani bir şey yerinde kalsın, yerinde bırakılsın yahu. bu kadar mı boku çıktı bu işin. ne anlar o adam murathan mungan'ın anlatımlarından. adamın dinleyicileri kendini kesip biçmekte, ve ritüel kavramının bokunu çıkarmakta fakat bizim entel adamlarımız, adamı oyuncak edip, eğlenmekte. birazcık saygı insanlığa iyi gelebilir diye düşünmekteyim..."

oh be! dedim rahatladım.

öte yandan retro ve ygmr bey'in yazdıkları da odamızı şiir panayırına çevirmiş adeta. hepsini okudum ettim merak etmeyiniz (ah eminim çok ediyordunuz ya ahaha bazen ne salak oluyorum ben). güzel gelişmeler bunlar. yazınız efendim. retro bey'in de zamanında dediği gibi "beat jenerasyonundan ne farkımız var canım?" değil mi ama?

jeff buckley'nin "i know we could be so happy baby"i dinlemeyen varsa dinlesin lütfen. bu başlığım ise çoktan o şarkıya ithaf edilmiştir zaten...

yarın karaokeye gideceğiz minna's denilen yere. cracker'cim gelse de bir onla da gitsek diyorum buradan.

ayrıca yeni aşıklarımız var odamızda. ee geldi bahar ayları, gevşedi gönül yayları hesabı, ygmr ve tjù, efendim retro ve sevgilisi "şirinlik muskası" ve bir de tabii sevgi pıtırcığı haline gelmiş sevgili "yengeç"imiz, ayça'mız ve sevgilisi mr. incredible... ne kadar güzel yarın herkesin aynı oramda bulunacak olması diye bir cümle içimden geçti gitti bir anda. bu yeni aşıklar sayesinde biz de (ben ve milove) sevgi tazeliyoruz sanki... sanki sanki yarın gittiğimiz yerde sevgi baloncuğu yaratacağız ve hep beraber uçacağız gibi geliyor. buradan sevgili cracker ve ipek'e söylüyorum, yarın gittiğimiz yerin patladığı haberini alırsanız, haber merkezlerini arayıp bomba falan olmadığını ve "minna's"ın sevgi ve mutluluktan patladığını söyleyin de ortalık karışmasın. ha eklemeyi de unutmayın "all we need is love"

-ahaha.

ne kadar eğleniyorum aman yarabbim.

evet gece gece bu kadar iğrençleşebiliyormşum demek ki. bu sefer de sınırlarımı keşfetmeme tanık oldunuz efendim. ne kadar da eminim bu yazıyı buraya kadar okuduğunuza bu arada ona da şaşırmadan edemedim. neyse...

hadi görüşürüz yarın akşama. istanbul ve londra'ya da selamlar sevgiler, öpücükler. sayın evren bey'i de piste davet etmek istiyorum bu arada. ne zamandır ses seda yok kendisinden.

herkesi öpüyorum ve diyorum ki,

herkes kendi en mutlu anında kısılıp kalsın.

amin. amen. bai.

Salı, Nisan 25, 2006

Muslum Baba detaylari

evet ayca soz sizde demij kraker; aynen devam ediyorum (bayilirim boyle paslajmalara da, insani gercekten bir imagine room'da hissettiriyor, bunu da araya sokamak lazim dedim)

"ben arabesk kraliçesi olcam olummm" geyiklerim vardi bir zamanlar. gercekten bazi sarkilar var ki zaten arabeskler ama ecnebilerin eline dusmusler, arabesk olduklarini ne soyleyenler ne seyirciler farkediyor. placebo silme oyle mesela... sesli bir odada olsak "sakiiiiiir laaaav iiiz hevinnn sent yyyyyyu kapit ap aarrrrrr pejinz spent" derdim elimi gogusume vurarak.

tabi benim son derece anti-arabesk tipimle (hos orta okul yillarimdaki kajlarimi geri uzatmayi basarabilirsem belki ikna edici olabilirim) ortaliga cikip bir "coverbaz arabesk kralicesi" olmama kadar zaten "kral" hatta "tanri" unvani almis bir "baba"'nin duruma el atmasi kacinilmazdi.

ve burdan kesvettim: mucize ve bulusma . kac zamandir konserlerinde smells like teen spirit soyleyen muslum baba nihayet beklenen cover albumunu yayinlamis!!! zaten gidip almaliyim, meraktan catlamama az kalmis, ama playlist'i bir gozden gecirdim ve felc gecirdim. zaten tercumler de murathan mungan'in, bunu dinlemek sart sart sart!

leonard cohen (tamam da bu zaten arabesk sayilabilir hala); bowie (dinlemek sart); serge gainsbourg (evet evet ayni rolu oynuyor bunlar ulkeleri icin, lazimmis bu da), rainbow, bob dylan, garbage derken... o da nesi!!??!? BJORK!!!!!!!

bir dakika bir sorun olmali. BJORK?? ARABESK??? MUSLUM????
bunu dinlemem lazim.

kostum hemen cd'yi aldim. 7 senelerdir ilk defa muzik icin para veren mp3sever bunyemle ciktim cd'nin kapagina bakarak.
garbage'den the world is not enough - yine zaten arabesk, yolda giderken ben bile uydurdum bi versiyon- bjork'e geldim, bachelorette!

nasil bir insan basarili bir bjork cover'i yapar zaten cevapsiza yakin bir soruyken nasil bir insan arabesk bir bjork cover'i yapar sorusuyla birlejtiler.

kisa tutmaya baslamak lazim. SUPER!!!
asla o yaylilarin ve pianonun Muslum Baba'yi besleyip destekleyebilecegini ongoremezdim. asla o melodilerin "gullere acmayi zamana soldurmayi" sevdirecegini tahmin edemezdim. murathan bey benden cok daha iyi taniyormus o jarkilari.

ve olayin sonucu: MUSLUM BABA RULAZZZZZ!!!!
en yakin zmanda konserine gidip kendimi kesecegimdir. :P

Pazartesi, Nisan 24, 2006

Dedi ki: "Muslum Baba Rulezz!"

Imagine room'a Müslüm Gürses'i davet ediyorum. Zira Björk dinlemek icin neden İzlanda'ya gidiyoruz ki?

Sözü uzatmadan Ayça'ya bırakıyorum. Açıklamalar ve yorumlar onundur.

Salı, Mart 28, 2006

"imagine our imagine room"

sigur ròs dinliyorum gözlerim kapalı... berbat bir akşamı bu hale çevirebilecek tek şey bu olmalı. çünkü durumn berbatlığının aslında hiç de o kadar berbat olmadığının kanıtı bu şarkılar... daha berbatları olmuştu. arada geçici hafıza kayıplarımda -ki bu kayıplar "yükselen ikizler modum"la alakalı- hatırlatıyor bana bu şarkılar o zamanları. az önce birinin (yeni birisi-sevan) kullandığı bir tabirle "bunalım denizlerinde boğulmuş" olduğum o eskiiii zamanları.

ipek'cim (cracker) londra'da bu beyefendilerin konserinde. konseri bölüm bölüm ben de dinledim telefondan da olsa. bu bile harika bir histi; orada olsam ne hale gelirdim düşünemiyorum. en basitinden sanırım bir köşede oturup bağdaş kurmuş bir halde ellerim başımın iki yanında onları izleyip gözyaşları akıtırdım diye düşünmekteyim.

evet çok güzeller...

bu arada ipek'e "imagine our imagine room" deyivermiştim konser sırasında ona attığım mesajımda. ne kadar ilginç ki bizim hayal etmemizi sağlayan bu canlı kanlı "imagine room" bir sokak ötemde yeni sahiplerini(sahip mi? hmmm düşünmek lazım) ağırlarken, biz onu hayal ediyoruz benim kulağımda ve ipek'in beş duyusunda sigur ròs... resim içinde resim gibi.

sıkıcı bir gün ama iyi bir son...

"good weather for sigur ròs" diyerek noktalıyorum bu yazıyı.

Cumartesi, Mart 11, 2006

PUST GRIBI

odaya mikrop getirdim.
affedin baska carem kalmadi. bir hafta antibiotik, binbir vitamin, portakal, sicak caylar, kabuslar derken, tam da sadece kuru ve gicik bir oksurukten baska birsey kalmamisken, daha antibiotik maceram biteli, ve mikroplarimdan sozde arinmam tamamlanali 3 gun gecmisken bu sabah kocaman kocaman bademciklerle uyandim.
evde herkes hasta. birbirimize dolastira dolastira "hastalik" bayrak yarisi misali uzun sureler hayatta kalmayi planliyor gibi.
hastayim yine. cok kizdim bogazima.
chakra geyiklerini hatirladim...hmm demekki bisileri ifade etmekte mi tikaniyor oldugumu soylemeye calisiyor simdi bu beden??? diye iki saniye dusunuverdim.
iki sene kadar once "gitsin grip yatsin evde bana ne!!! ben cikicam kardesim!!!" enerjikligimi hatirladim, ve sanirim ayni noktaya gelicem bugun de.
yeter!!!!!!!!cunku.
buraya "ifade" olsun diye yaziyorum, hani ne biliim belki ije yarar, antibiotik kurtarmadi "alternatif tip" olarak imagine room'u deniyim diye.
bide simarmak adina tabi.
hastayim. comfort food'um olurmusunuz sevgili imagine room sakinleri?? anne anne simartip, portakal soyup getirirmisiniz?? sicak bir corba yaparmisiniz?? uhuhuhuuhuh diye aglarsam cekermisiniz beni?
burdan size bulastirmam umarim :)
saglikli gunler dilerim.

Perşembe, Mart 09, 2006

Cracker wrote a poem today

only happy when it rains... said a girl once.
I remember those lines when listening the song and it's heavily raining outside
like pins and needles hung on the sky.
roads are black rivers...they come and go. and redlights shine upon my window, thru my eyes.

this is not a poem for flowers.
just a day in the rain.
a day in the rain.

ceiling is so close to touch, but you never know if it worths to raise up high your hand.
when the soil gets soaked as clouds already did,
It's the time to lay on the floor and watch how much your finger is away from it.
a body on the floor... laying back, with arms wide open.
welcomes the tears of clouds falling down to face behind the glass ceiling...

this is not a poem for raindrops.
just a day in the rain.
a day in the rain.

Salı, Mart 07, 2006

Kişisel Ke[ş]/[y]if Notu! (a tribute to Cracker)

az önce ipek'le -cim- konuşurken çok güzel bir tanım yapmış olduğumu gördüm bir anda ekranda.

şöyle demişim:

"yeni bir şey öğrendiğimde değil de, yeni bir şeyi "yeni" olarak algılamayıp, geçmişteki bir "artık eski"nin devamı olarak görüp aradaki bağlantıyı ve hatta o "artık eski"nin ne olduğunu bulunca/farkedince heyecanlanıyorum artık."

ipek de bu cümlenin ne kadar "yay" olduğunu söyledi ve hemen ardından şunu dedi:


"... tamm kafandaki şeyi deli akışkan ve saf bir şekilde anlatabiliyoruz falan..."

evet bu.

acısarıüstünesiyahkelimeler

bu aralar aklıma gelen şeyler bana ilginç geliyor ve bu, ne zamandır özlüyor olduğum şey: heyecanlanmak! kendi fikrine orijinal fikir muamelesi yapmak. yanılsama da olsa, arada yanılsamaların büyüsüne kapılabilmek ve hatta "orijinal" diye bir şeyin varolduğunun kanıtıymış gibi duran bir anla karşılaşmak...

mesela geçen gün media player'da müzik dinlerken -ki ipek nam-ı diğer "cim" şimdi "cıkcıkcık" yapacak media player'da müzik dinlediğimı tekrar okuyunca burada, duyuyor gibiyim hatta sesini- görsel öğelere gözüm takıldı bir anda. o sıralarda kafamı meşgul eden kandinsky'nin müzik temalı resimlerini bir anda o öğelerin üzerine yerleştirdi aklım ve ta daaa. bir farkettim ki, kandinsky bey yüzyıl başında bu görsel öğeleri tuallerine yansıtmaya çalışmış sinestezi hastalığının yardımıyla biraz da. şimdi dirilse bu adam, görse bu media player'ın, winamp'in yaptığını, ne derdi acaba? önce çok ilgisini çekerdi, "ölümünden bu yana sanat" bağlamında bilgilendirildiğinde sanırım kafası önce allak bullak olur hemen sonra da küfrederdi rusça rusça teknolojiye, sanata.

bir yandan da az önce messenger'da listemde korkunç bir kişisel ileti bombardımanı vardı. görmeniz lazımdı. herkes bir şeyler yazmış. herkeste bir mesaj kaygısı. ben boş durur muym tabii. yazdım ben de hemen nüktedan ama kendi kendini eriten bir şey.

divina- mesaj kaygılı kişisel ileti alanı

neyse işte efendim... bir yandan bunlarla yoğrulan beynim "kişisel görüntü resmimi" mark rothko'nun bir resmi yapmamla bir uyanış daha yaşadı. daha doğrusu zaten farkında olduğum bir şey için sanki doğru kelimeleri bulduğumu hissettim. mark rothko denen, bu aralar taptığım, adam aslında bu "kişisel ileti alanı" dediğimiz, interaktif boşlukları ilk keşfedenlerdenmiş. onun o renk bölünmeli resimlerinin, izleyiciyi sanat üretimine dahil etmesi, onu, dönemin avantgardelarından biri haline getirmiş. barnett newman, bazen henri matisse ve clyfford still... şimdi eğer biz blog tutabiliyorsak ve "kişisel ileti alanları"mız var ise bunu, bu adamların "msn"'in, "blog"un, "hipermetin"lerin, "metinlerarasılık"ın akıllara bile gelmediği o zamanlarda yaptıkları resimlere yerleştirdiği boşluklara borçluyuz gibi geliyor bana. onların sanat yapımına dahil ettikleri izleyicilerin çocukları olarak hala varolduğu kanıtlanmaya çalışılan ve bu yüzden zamanında ve hala, bir pisuarla, bir öbek bokla veya bir ton boyayla rezerve edilen boşlukları dolduruyoruz bu ileti alanlarında, blog sayfalarında.

ben şimdilik yeteri kadar boşluk doldurduğumu varsaymak istediğim için bu yazıyı burada bitiriyorum.

saygılar, sevgiler efendim...

günün "word verification"u: snhyzlar

"sonyazılar" demek istemiş sanki ama...

Formula

(ex)ⁿ . imagineroom = {lim √ placebo + ∑ sigur ros} x {∫the doors - drugs . 3(rolls)}
→ ∞

[ ∂(jazz) . ∂(backgammon) . ∂(redwine) . ∂(sucuklu omlet) . ∂(karsibakkal])


- [f(divina) + f(cracker) + f(hoca) + f(n)ⁿ ] / f(woody) + f(nora)

Pazartesi, Mart 06, 2006

Günaydın

Bakıyorum da martı getirememiş bizim oda. Bu ayı da ben açayım. Güne erken başlamak diyordum. Güneşle aynı anda doğmak diyorum yine bu sabah.
Neyse herkes yeni yeni uyanırken martın kahvaltı masasını ben kurayım:
(Burada "1 gr akıl, 2 gr şans" gibi kavramlar kullanıp zekilik yapmak vardı. Düşündüm de hoşlanmadım.)
Çayı ateşe koydum,
2 ekmek,
peynir (beyaz ve kaşar),
kaymak,
reçel (ne olursa),
bal,
zeytinyağlı domatesli (akdenizvari) salata,
ortaya karışık omlet,
doymayanlara birer salamlı kaşarlı tost.

Yalnız masada yemek şart - "odama alırım" diyecek olan aç kalır.
Ya da şöyle diyelim: Bu yemekler sadece bu odada varolabilir, dışarı çıkınca puf diye sönüverir.

Perşembe, Şubat 23, 2006

genel af

herkesin, ama dünya üzerindeki herkesin intihar ettiğini düşünün birkaç gün içinde. en sonunda tek kişi bile kalmıyor.

intihar edenlerin cehenneme gittiği yönündeki genel inanışa ve bunu söyleyen tanrı'ya verilebilecek en büyük ayar sanırım onun yarattığı bizlerin, onun yarattığı bu mekanda-dünya-daha fazla yaşamak istememesi ve bu yüzden topluca intihar etmesi olurdu. belki de toplu intiharından ötürü insanlığın kolektif bilincine verilecek cezalara genel af çıkar böylece.

öte yandan gideceğimiz yerin cehennem de olsa hiç önemli olmadığını, cehennemin bile dünyadan daha ilgi çekici ve gidilesi, içinde yaşanılası bir mekan olduğunu bu şekilde göstermek belki de, eğer bu intihar edenlerin cehenneme gittiği inanışı gerçek ise, tanrı denen şeyin bu şekilde onun yarattıkları ve onu yaratanlar (burada bir geri dönüşüm var tabii bana göre) tarafından tahtından indirilişi ve böylece yokoluşu/yokedilişi demek olurdu. böylece köylü milletin efendisi olurdu ama sürülecek tarlalar, güdülecek koyunlar yine olur muydu o zamana veya köylü hala köylü mü olurdu, başına yeni bir efendi getirilir miydi, ona yeni tarlalar, koyunlar mı verilirdi?

ah bu sonsuzluk öngörüsü... ve varoluşun hiçe giden kaderi...

iyi geceler...

son olarak word verification'ım bu sefer "eqlkhlqg" idi. bundan sonra yazacağım bu doğrulamaları. siz de yazın hatta. belki değişik bir şeyler çıkarırız onlardan da.

Çarşamba, Şubat 22, 2006

Once Upon A

ayrimlar ve yollar.
Yolda ilerleyen bizler.

geride kalan ise, sayisi gittikce azalan ayak izleri...

remember when we'd celebrate
we'd drink and get high until late
and now we're all alone



simdi anliyorum ne demek istedigini.

Pazar, Şubat 19, 2006

ek-sik

ek-sik demiş ipek. zamanında lacan ile çok içli dışlı bir kaç arkadaş ile oturduğumuzda, bu kelime üzerine bir konuşma yapmıştı içlerinden "kaan" olan. ne de güzel ve nüktedan bir konuşmaydı o. onu anımsadım şimdi.

bir de tabii ek-sik olan şeyler var hayatta. daha doyamadan bıraktığınız, böyle çok güzel ama bir türlü uzun süre elinizde tutamadıklarınızın "ek-sik"liği. bir türlü ısınamadığınız ama işinize daha çok yarayacak bir estetik yoksunu şey tutuşturulur elinize. onu seçmek zorunda kalırsınız. onu sevmek zorunda bırakılırsınız. onda her şeyden vardır hem. tam istediğinizdir. ama işte güzel olanı tam da o anda terketmek zorundasınızdır işlev uğruna...

hayat hep böyle ikilemler yaşatacak kadar ek-sik.

neyse...

tüm bunları neden yazdığımız sorarsanız, babam bir vaio almıştı bana geçen hafta. sonra da gözde için bir hp aldı birkaç gün sonra. hp'nin donanımı vaio'nun donanımından kat kat daha iyiydi. ama vaio vaio'ydu işte. üstüne üstlük gözde bütün bir cumartesi gününü üzülmekle geçirdi çünkü o da vaio veya apple istiyordu ve haliyle babamın ona yaptığı sürprizi pek beğenmemişti. daha sonradan 1 gün sahip olduğum ve kullandığım vaio'yu gözde'ye verdim çünkü gözde hem hp'yi istemiyordu hem de hp'nin donanımı kat kat daha iyiydi. o estetik şeyi bıraktım ve daha işlevsel olanını seçtim. gözde mutlu oldu ve benim işlevseli önemli kılan aklım da tabii...

şimdi lütfan şu linklere bakın da bana doğru seçimi yaptığımı söyleyin!

http://www.empati.com.tr/default.asp?section_id=3&group_id=1&prod_id=200&prod_name=Sony%20VGN-BX195VP

ve

http://h10010.www1.hp.com/wwpc/tr/tr/ho/WF06b/1090731-4511061-4511063-4511063-4511063-12254778-63988071.html

uff. böyle işte.

millet nelerle uğraşırken ben neyle uğraşıp, neye üzülüyorum diye de ayar verip duruyorum kendi kendime ama elden bir şey gelmiyor ve bir yarım üzülüyor bir yarım mutlu olsa da bu seçimle ilgili.

hadi yorum bekliyoruum.

Salı, Şubat 14, 2006

Ek-sik

Bugün yolda yürürken ve yolun sol tarafından gelen arabaları kollarken ilk defa Londra'da eksik olan şeyleri düşündüm. Yok, aslında bu Londra'nın değil, benim eksikliğim. Yoksa geldiğimden beri beni o kadar doldurmuş ki, ancak 3,5 ay sonra aklıma düştü bu düşünce.
sordum kendime:
"Şu anda, daha ne olsun isterdin?"
- köpeğimi

dedim. Hayatta benim olduğunu düşündüğüm herşeyden daha çok benden birşey olan tek şey. çocuk. En fazla 11 sene daha yaşayacak olan çocuğumla birlikte geçireceğim zamandan çaldığımı farkedip, içime yeteri kadar hüzün doldurunca, ikinci maddeye geçtim.

Gitarımı istiyorum. Anlaşılan o ki, üretkensizliğim başıma vurdu. Beşkuruşluk boş vaktimin ile üçkuruşluk kısmını bile ayıramayacağımı bildiğim halde, her an elimin altında olması gereken bir meta imiş o. Planlanamayacak kadar zor ve sınırsız hayalleri nadiren kuran, hatta bu bağlamda aslında çok da 'hayal' kurmayan bir insan olarak, sanırım yaratıcı tarafımı en çok o teller üzerinde tatmin ettiğim kanısına vardım. bugüne kadar özgün bir şey ile çıkagelmemiş olsam da karşınıza...

Sigara içmek... Artik her yaktığımda aynı eski tadı vermiyor. Eskiden sigarayı yakma anının içeriği ile, o an sigara içmekten alacağım keyif arasındaki bağıntıyı ve orantıyı düşünmezdim. Şimdi düşünüyorum. Etrafımdaki binalar, insanlar, kafamı kaldırdığımda o gri az bulutlu gökyüzü ya da yolun solundan akan arabalar... Şehir. şehri soluma arzusu, sigara dumanını çekmeme mani oluyor. Bu iyi mi, kötü mü karar veremedim. Ama bu hissiyatın biryerinde 'yalnızlık' gizli. Onu biliyorum.

Sonra bir an duraksıyorum yürürken aklımda bu düşüncelerle. Metro istasyonuna gelmişim bile! Trene binip, kitabımı okumaya başlayana kadar yoksunluğunu hisettmediğim şeyleri düşünüveriyorum iki arada bir derede. Arabam mesela... Onca anısına rağmen, onun hayatımdan çıkıp gidişini çabuk kabul etmişim. Az da olsa, şaşırıyorum. Nedense bunu Pınar'ın hayatımdan çıkışı ile paralel görüyorum. En çok onunla özdeşleşmiş olduğundan olsa gerek...

Odamı özlemiyorum. webcam teknolojisine hayran kaldığım an, evdeki kameranın açısının, hep bilgisayar başında arkamı döndüğümde odayı görme açısı ile aynı olması sayesinde hayret edilecek kadar kendimi odamda hissedebiliyorum. Hatta pencereden dışarı bakıp, yağan karı dahi gördüm. iPodlardan halen nefret ediyorum ama sanırım bir webcam fanatiğiyim.

Ankara. İçindeki insanlar olmadan hiçbir anlamı olmayan şimdiki ikincil yaşam alanım. İçinden insanları çekip çıkarıp, sadece çıplak halini düşündüğümde midemi bulandıran, ismini bile duymak istemediğim şehir.

Türkiye. Aynı Ankara gibi. Ne de olsa oradan yönetiliyor değil mi! Bir keresinde söyle demiştim kendi kendime: "Avrupa'da ya da Birleşik Krallık'ta, kendimce insan gibi yaşayayım o düzende, güzellikte ve estetikte; onların yaşam standartlarını oraya göç edip sömürüyorsam, varsın beni de bir kısım ikinci sınıf vatandaş yerine koysun". Eh haksız da sayılmazlar ki! Yarattıkları düzenin hep iyiye doğru gidişini hayranlıkla izlerken, "Pek doğru demişim" diyorum içimden. Burada birincil sınıf insanların ülkeleri ve kendi mutlulukları için sahip oldukları toplumsal bilinci gördükten sonra... Yeri geldiğinde ne kadar sonuna kadar savunsam da, yapılan her türlü haksızlığa karşı sözel mücadelemi sürdürsem de, ülkemin layık olmadığı yönetimlerle, layık olmadığı bir düzeyde olduğuna inancım gittikçe zayıflıyor ve yokoluyor. Görüyorum ki, tarihinde toplumunun içinden yükselen bir kanlı devrim yaşamamış olan ülkem, aslında treni çoktan kaçırmış! Ve iki acı gerçek çarpıyor yüzüme: Birincisi "Fakirliğin kısır döngüsü" ; ikincisi "Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir". Ülkemin çıkmazı ile bu denli yüzleşmek pek acı. Üzüntü ve sinir birbirine karışıyor her bu noktaya vardığımda.
Bunalıyorum. Yazık!

Düşünmeyi bırakıp, trene biniyorum.

Globalden nasyonele ve en sonunda da bireysele inerek, en küçük dünyamın pencerelerinden birinden bakmak üzere kitabımı okumaya başlıyorum.


13/02/06: Londra, Barbican Metro Istasyonu.

Cuma, Şubat 10, 2006

bidi bidi ponçik

sabah erkenden kedim poğaçanın uyandırmasıyla yarım kalan kısa süreli uykumun getirdiği asabiyetin yanında muhteşem bir yazma isteğiyle uyandım ben bugün. yazsam yazsam ne yazsam, nereye yazsam derken aklıma geldi imagine room. evet, 5 aralıktan beri, bugün yaptığımı yapmamamı bekleyen bir blog daveti, sonunda işlevini ifa etti ve inbox ımdaki yerinden beraat etti.
odamdan dışarıyı izliyorum tv izler gibi.. hemen penceremin önünde duran, yan apartmanın çatısının kiremit rengi, saf beyaz ve gökyüzünün grisi öyle sade bir tablo oluşturmuş ki... gri gökyüzünün verdiği ''londra'daymışım-hissi'' de cabası, ihuh.
uzun süredir konuşmadığım adana daki bir arkadaşımla konuşarak başladım güne, şarkı olarak seçimimse tam 'güne başlarken tarzı'ydı: coldplay- talk... (asla parachutes'ten daha güzel bir albüm yapmayacak olmaları çok kötü)
poğaçamın güzel güzel resimlerini çektim pencerenin önünde yatmış, çatıdaki kuşları izlerken uyuyakalmış ve önünde duran bir kelebekli mumu kendine yastık yapmış haliyle...
şimdi ise puzzle yapmak için kalkmak üzereyim bilgisayar başından, puzzle ı yaparken dinlemek üzere güzel bir playlist hazırladıktan sonra elbette...
boş bir güne dair boş bir yazı... çok değerli imagine room sakinleri, her gün(?) aynı saatte buluşmak üzere...
(not: an itibariyle günüm, ablamın getirdiği, gazetede ekolojik turizm konulu bir habere ait resimdeki, kuyruğunu [benim tabirimle 'kulluğunu', 'L'ler inceltilmeli söylerken] yemek istediğim bir maskeli kedinin görüntüsüyle şenlenmiştir. öyle ki trallalalla diye şarkı söylemek istiyorum yoko ono misali.)

Perşembe, Ocak 26, 2006

la lal la lal la lal laaaaaa

bu başlık efendim, bu başlık, cocorosie dinlerken (butterscotch) bu yazıya uygun görüldü.


dışarısı kar. kardan başka bir şey görünmüyor hatta. bu süpper bir şey tabii ki bilirsiniz bir izlanda hayranı olduğumu sanırım hepiniz. bu arada hepiniz mepiniz diyorum ama odamda kimseler konuşmuyor. sustum sustum ama farketmedim sanmayın bu suskunluğum nedeniyle. neyse...


geçen gün yine kar yağarken gözde, gökçe ve ben gece yarımda dışarıya fırladık. ayak basılmamış karla kaplı koca sokağı görünce adeta gözümüz döndü. evet evet gözümüz fır fır yuvalarından fırlayacak gibi, reagan'ın kafasının dönüşü gibi döndü yuvalarında. neyse efendim bu kadar bayık betimlememsiler yeter biraz da olaylardan bahsedeyim.






olay da yok aslında. alt tarafı aşağıya indik. çocuklar gibi şendik. birbirimize bir türlü top haline getirilemeyen kar tozları attık; aptal emekli ankara ahalisini rahatsız ettik (ohhh).









mesela gökçe miranda tadında bir şeyler yaptı yere yatıp, ben de bir yere çıkıp çektim onu. pek bir flu oldu bu resim ama işte naaparsınız. profesyonel makinemiz de yok ki güzel kareler çekelim... neyse...




sonra da işte köpekleri sokakta görmemizle beraber gökçe bir anda "aa bunlar kedileri parçalıyorlaaar" diyince yukarı çıkalım dedik. ehh biz de kedi sülalesinden sayılırız artık. yukarıya çıktığımızda yanaklarımız pespembe olmuştu. yenilenmiş gibi hissettiğimiz ciltlerimize bakındık hemen evimizden içeri girer girmez bizi karşılayan boy aynasında.

bizden geri kalanlar da işte sokak boyu oradan oraya koşuştururken bıraktığımız ayak izlerimizdi. onları da çektim tabii; hiç kaçar mı?

bugün de bir sınava girdim. drama finalimdi. iyi de geçti... hacettepe(beytepe) kar konusundan kendinden geçmiş haldeydi. şimdi o resimleri de buraya yapıtırmak isterdim ama ruhum daraldı resim upload ede ede. neyse ben diyeyim küçük izlanda (daha ne kadar küçük olabilir demeyin lütfen) siz diyin grönland.

benden şimdilik bu kadar. tjù diyip bitireyim diyorum yazıyı.

tjù!

Salı, Ocak 24, 2006

bir adet kar sorgulaması lütfen.

tüm insanlığın bir şeylerden acı çekmesi, bir şeylere ihtiyaç duyması, bir eylerin onları mutlu veya mutsuz kılması ne kadar saçma. yani karşımızdakine biz değer yüklediğimizde verdiğimiz değerin bize bir silah olarak geri doğrultulmuş olduğu gerçeğini nasıl da görmezden geliyoruz her seferinde... anlayanlar için söylüyorum bunu tabii... nasıl da ona yüklediğimiz anlamlar olmasa karşımızdakinin bize zerre kadar dokunamayacağını anlayamıyoruz. nasıl da kendimizden başka hiçbir şeyin gerçek olmadığını görüp de algılayamıyoruz. nasıl da bize acı veren her şeye o gücü tam da bizim verdiğimizi göremiyoruz. buna şaşırıyorum bugün de.

başkalarına ne kadar da çok ihtiyacımız varmış. bunu iyice kafama soktum bugün.

acı çekmek için, mutlu olmak için, mutsuz olmak için, gülmsemek, ağlamak için, kırılmak için, üzülmek için, bakmak için, sevmek için, nefret etmek için... halbuki her seferinde tüm bu eylemleri kendimize karşı yapıyoruz/hissediyoruz farkında mısınız?

o yüzden ne yaptıysak küçücük evrenlerimizde hepimiz kendimizden başka bir şeyi suçlamayalım. eh bu kadar suçlamak istiyorsak da o zaman hayatı suçlayalım; o her seferinde kesin konuştuğumuz ve kesin ve net yargılara vardığımız her konuda bize "nanik yapmak" üzere pusu kurmuş hayatı.

Pazartesi, Ocak 23, 2006

blank page

i catch the rainfall
through the leaking roof
that you had left behind
you remind me
of that leak in my soul...

böyle bir anlatım, bu sözler nasıl varolabilir diye düşünüyorum... nasıl bu kadar iyi ifade edilebilir ki... billy corgan'ın ellerine sağlık... kendilerini kutluyorum buradan!

bugün temizlik günü olarak ilan edilmiti dünden. ben de sabah kalkıp, kaarlı tost yaptım kendime aldım elime çayımı, oturdum banu alkan izledim. bu kadar garip bir şov, bu kadar insanı sersemleten bir program daha dünya tarihinde görülmemiştir herhalde. gerçi gelin-kaynanalar bu programla gayet de yarışabilir, şöyle bir düündüm de...

neyse sonra, mutfağa geçtim ve ne kadar yapılacak iş varsa yaptım. her türlü ayrıntıya kadar ama... hiçbir işten kaçmadım. gururla söylüyorum bunu. orası bittikten sonra da hemen ortalığı bir topladım. tüm bunlar 3 saatimi falan aldı herhalde.

bir anda 3 saati görünce şaşırdım ne kadar uzun sürmüş diye ama şimdi hatırladım ki bir de banyoyu temizlemiştim ben. ellerime kırmızı plastik eldivenler taktım hem de. kendimi temizlikçi kadınlara benzettim bir an için. neyse... o kadar işte sonra da televizyonu açıp biraz zapiing yapayım dedim. o sırada gökçe de geldi sınavından. iyi de geçmiş bu arada.

tvde gezinirken kanaldan kanala bir de baktım ki bir ara feci sardığım birçizgi film var. hem de samanyolu tvde. cedric adı. çok sevimli bir velet ailesiyle 8 yaşının heyecanlı günlerini yaşıyor bu çizgi filmde. onu izlerken de uyuyakaldım.

uyandım sonra. içeriye, odama gidip yatayım dedim ama oraya gidince de uyuyamadım. çok sevgili honey'ime sarıldım, bir o yana bir bu yana döndüm ama bir türlü beceremedim. neyse...

şimdi de bir yandan makarna yaparken bir yandan da bu blogu giriyorum. ne soslu yapsam diyorum amaba? beyaz peynirli ve domates soslu mu, yoksa kaşar peynirli ve semizotlu falan mı? veya baka bir şey mi? sanırım şimdi karar verdim ve sade yapıp yoğurda bulayacağım pek sevgili makarnalarımızı.

bugünlük benden bu kadar sevgili imagine room sakinleri... gördüğünüz gibi bomboş bir günden sonra, anlatacak bir şey bile bulamadığım bu yazı, anlatmak için bir şeyler bulduğum yazılardan daha bile uzun olabiliyormuş.

öpüldünüz efenim.

Cumartesi, Ocak 21, 2006

[(...)]

Bir de gecenin bi yarısı (sabaha yakın olan yarım) keyiflenmek var. Güneş tepede olsa "kim tutar beni" diye yapacak bir sürü şey bulabilecekken bu enerjiyi neyle değerlendirsem diye insanı kara kara (ne kadar kara olabilir ki keyiflenmek?) düşündüren. Ha güneş tepede olsa da biz göremesek onu, koyu koyu içim kararır belki o kadarını bilemiyorum. Şimdi ne yapsamm? Müzik koyup zıplayabilirim son çare olarak. Ama aslında karşıma birini alıp sabaha kadar mantıksızca (ya da tam tersi - aşırı dayanaklı bir şekilde) serbest çağrıştırarak koşmak istiyorum. Divina de erken yatmazdı ama... Neyse, işte gece saçması!..

Not: Gece saçması eğlenmeler, gece yarısı atıştırmalarının tadına on basar :)
Not 2: Çok hafif kaçtım galiba odamıza. Yine de buzul huzuru hayallerimizin yanına Afrika dansları katmayı gerçekten isterdim.

(...)a cevap

aslinda bi onceki post'a comment olarak baslamistim bu yaziya. ama cenem dustu ve basli basina bir post olsun istedim. neyse.

baskalarinin hayatlarini bloglardan, pencerelerden, ekrandan, kiyisindan kosesinden gordugunde yasadigi seyi "mutluluk" olarak tanimlayan bir insanin bu irka mesledigi nefretin yogunlugu cok ilginc bir celiski...

insan irkinin parazit oldugu fikrine katiliyorum; bunu konuştuk mu bilmem ama insanoglunun dunyanin bir hastaligi olduguna inaniyorum Simit ajaninin dedigi gibi.

dusunsene, bir duzen var, bir ahenk, ve birden uzerindeki canlilardan biri abidik evrimler gecirmeye basliyor, ve bu duzeni zorlamaya hatta bozmaya basliyor.

butun canlilarin dunya uzerinde ait olduklari bir dogal ortamlari varken, dogustan "i don't belong here" bir teenagelige mahkum insan oglu mahrum bu kendine ait "alan" oldusundan... ve aslinda kendinden buyuk olan duzene kendi mali muamelesi yaparak istedigi gibi oynaya oynaya sonunda kendini bile kopyalamayi basaran bir illet virus oluyor....

dunya yogurt sanki. bir bakmisin kuflenmis. cope atarlar artik eserimizi (!)

kiyamet kendi elimizden cikicak sanki....sanki fazla bile

sokakta bi kutunun ustune cikip " the end is nigh" diyen amcalar veya ekoloji posterleri gibi durmak istemiyorum, ama biz bu dunyaya onu sonlandirmak icin gelmis parazitler olabiliriz....olmaya da biliriz

tek bildigim "gercek" bana huzur vermiyor. daha az celiskili bir sekilde belki ben camdan bakip isigi yanan pencereler veya televizyonda canli yayin gordugumde suratima attigi kucuk tokatla "gercek" bana daha buyuk tokatlarini (tokat derken travmatik bir durum yok sadece gercek olmasinin sikiciligi ve kurulugu iste...gercek pek yagmur sonrasi bir havaya sahip degil cunku) hatirlatiyor.

ben de bu gercege bakmamak icin oyalanirken bakilmak uzere yapilmis yeni oyuncaklarla oynuyorum. oynuyorum. oyuncaklari izliyorum. fiktif seylerle ugrasiyorum. ve parazit hayatimi, biz dunyayi veya dunya bizi yok edinceye kadar olabildigince 5 yasinda gecirmeye calisiyorum belki.

baska parazitlerin kucuk hayatciklari da benim kucuk hayatcigim kadar gereksiz ve cirkin geliyor. huzur kacirici. ondan huzur kacirmak icin elimden geleni yepiyorum.

merkur 9'a free speech hediyesi olsun bu ne anlama geldiginden su anda kesinlikle emin olamadigim yazi.

Cuma, Ocak 20, 2006

( )

başkalarının hayatlarını okumak onların tuttukları bloglarda, gecenin bir yarısı kendinizi yalnız ve ürkek hissettiğinizde tvde canlı yayın bulabilmenin verdiği güvenlik ve kaostan düzene geçiş hissine benziyor. ve hatta bence ta kendisi bu hissin...

birileri dünyanın bir köşesinde kendi hayatlarını yaşıyor ve bunu gören ben kendimi bir an olsun kendi ufak hayatımın merkezinden alıyorum. orada değilim artık... bu insanların hayatlarındayım. huzurlu hayatlar... yalnız hissettiğinizde dışarıda lambası yanan bir ev aramak ve karşıdaki apartmanın birkaç dairesinin ışığının yanık olduğunu görünce mutlu olmak...

hayat ne kadar da basit aslında. ağır depresyonların, büyük sözlerin, anlamsız mutlulukların, biroyanabirbuyanasavruluşların nedenini düşünüyorum... yaşıyoruz... büyüyoruz... yaşlanıyoruz... ve ölüyoruz... bu kadar basit ve olağan ve belirlenmiş çizgilere sahip olan yaşamlarımız bu kadar da ciddiye alınmaya değmiyor sanırım. kimseden nefret etmeye, kimseyi hayatından silmeye/çıkarmaya, birilerine kızmaya veya anı biriktirmeye değmeyecek kadar basit olan bu sıradan ve herkesinkinden hiçbir farkı olmayan ama kendi kendimize "özel" kılmaya çalıştığımız absurd yaşamlarımızla nasıl da böbürleniyoruz...

insanlığın ve medeniyetinin tümünün canı cehenneme diyorum içimden uzun zamandır. unutulmuş olan milyonlarca özelliğimiz, sırf bu modern yeni dünyaya entegre olabilmek adına özümüzden verdiğimiz ödünlerimizle beraber yok olsak artık diyorum... dua ediyorum bunun için... bir an sonranın nasıl bir felaket getireceğine dair paranoyalarımızla nasıl hala artabiliyoruz, çarpılabilinip, bölünebiliyoruz ve en önemlisi üreyebiliyoruz?

egolarımızın yerin dibine girmesi için evrensel boyutta bir soykırım gerekiyor bu dünya ırkına... ben dahil herkes daha fazla özünü reddetmeden, anlayamadıklarını veya algılayamadıklarını yok sayan bir ırkın mensubu olmalarıyla bunu çoktaaan hakediyoruz.

bilincim, bir gün yıldızların her birinin bir araya gelip, gittikçe yaklaşan, artan bir hızla üzerimize gelen teknolojik saçmalıklar olma olasılığını daha fazla görmezden gelemiyor. her seferinde bilinçaltım devreye girip bana gecenin bir yarısı bölünen uyku aralarımda hatırlatıyor bunu.

nefes nefese kalkıp gözümü açtığımda beni sakinleştirmesini beklemem gereken gökyüzü artık hiç de sığınabileceğim bir düşülkesi vaadetmiyor bana.

[...]

yeryüzünde hiçbir düşülkesinin olmayışı ne garip... sonra da burada yaşayıp düşlerimizi gerçekleştirmekten böyle bir şeyin "gerçek" olabileceği umuduyla "hala" bahsedebiliyoruz... biz mi yanlış yerde yaşıyoruz yoksa hayallerimizi mi yanlış yerlerde yaşatıyoruz onu merak ediyorum ben de.

philip glass dinlemek ayrıca ruhumu dinlendiriyor; içimde anlamsız, tarifsiz burkulmalara yol açıyor. bu his de bir şekilde içimde dingin dingin oturamayan, yerinde duramayan ve bu yüzden de kendi içlerinde bir gelişim gösteremeyen her şeyin, tam da kendi içlerindeki devinimlerini tetikliyor. durmak, oturmak, kelimeler üzerinde değil de hisler üzerinde yoğunlaşıp bunları farklı yollarla ifade etmek zamanı geliyor sanırım yavaş yavaş. belki de paul auster'ın ny üçlemesindeki bir karakterin çocuğuna yaptığı gibi hepimiz ayrı ayrı odaların içinde büyümüş olsaydık ve bize sözcükleri öğretmeselerdi, elimize tek bir kalem veya boyalar verseydiler, tanrı'nın (o her ne ise) dilinden konuşuyor olurduk. değişik bir fikir çılgınca görünse de değil mi sevgili imagine room sakinleri?

bu haftasonunun güzel geçeceğine dair hisler var içimde. buraya bunu yazdığım için kötü geçeceğinden de adım gibi eminim ya neyse. (htrlynz: güneş yay, yükselen ikizler ve tutulamayan çene üçgeni) ayrıca serbest bir çağrışımla (bkz: bermuda şeytan üçgeni)

hadi biraz da siz boşlukları doldurun aklınıza gelenlerle salt o boş alanın varlığını hissetmek adına...

Çarşamba, Ocak 18, 2006

tabiiiki premature

ablam bana davet de gonderirmis beni kitcsh object de ilan edermis diye simarabilirim mesela neden olmasin?

imagine roomsuz bir eve tasindiktan sonra imagine room'un hayaletleri kendilerine blog acmislar...haberi alir almaz baktim... okudum...ablam guzel oooleden sonralar diledi evet bir kahvalti masasindan ama amaydi, atmosferi daha tam olarak solumamistim, nasil girmeli, ne yazmaliydi?

dusunmeden yazmalarim sonucu cogu kez katledilmek zorunda kalan kendi gunlugum gibi bir durum degildi bu, misafir sanatciysak hepimiz umdugumuzdan degil buldugumuzdan tatmali, ayak yorgan oranina dikkat etmeliydik, amandi tanrimdi butun yazanlari okuyup nasil birseyle katilmam gerektigine karar vermem ve bir kere olsun organize olmam gerekiyordu, evet evetti...

oyle olmadi tabiiki...sabirsizlik/heycan/gaz/ "meeeerhaaaabaaaa beeen geldiiiiim" diye haykirip 5yasinda bir gulumsemeyle kirdigim vazoyu arkama saklama tesebbusu kokan (ama gerekirse hic de sirin olmadigini saklamayan :P) "giris"im...bu cumleyi baskasi bitirsin...ekip calismasi bu degil mi?

neyse imagine room'un fonunda bugun calan muziklerle ilgili soyleyeceklerim olabilirdi...ama bu sadece ikinci premature dogumum olsun da hosgelmekle kaliyim, yol yorgunu konular acmaktan kacinip bol bol uşeniyim.

Şşş...

bir şeyler yazasım oluyor her seferinde ama kalıyor öyle her seferinde... dışavurumlar için sağlıklı zaman değil sanırım kendi adıma.

susmak lazım. sözler ifade edildiklerinde anlamlarından ve özlerinden uzaklaşıyorlar bu ara. evet beynim yerden tavana takıntılı bir halde bu düşünceyle döşeli bir haldeyken, bir ara bulup yazamıyorum düşündüklerimi.

Pazar, Ocak 08, 2006

ESAS AKIL

Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar:

Adam:Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?

Doktor: Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz.
Bir kaşık, bir fincan, ve bir kova. Sonrada kişiye küveti nasıl
boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz.
Siz NE yapardınız?
Adam: OOO! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova
kaşık ve fincandan büyük.

Hayır, der doktor.
Normal bir insan küvetin tıpasını çeker.


Ders: Sadece bize sunulanlar dışında çözüm bulmaktır akıl.




e-posta kutusu - gelenler dosyasından sevgiler.

Çarşamba, Ocak 04, 2006

Pop nedir ki Avant'ı olsun?!

hemen söyleyeyim, başlık okuduğum bölümü duyduktan sonra ilk tepki olarak "amerika'nın kültürü mü var? ahahahaha"cı gerizekalılara ithaf edilmiştir.

az önce ipek'e dediğim gibi, çeviri çok zahmetli bir iş olsa da sonuçlandığı anda inanılmaz bir tatmin hissi ile dolduruyor yapanın içini. o metin artık sizin oluyor. tüm sözdizimlerini, noktasına virgülüne varana kadar sahiplenebiliyorsunuz yazarı kadar. çünkü ona yeni bir dil ve kültürde can veren kişi siz oluyorsunuz... özellikle de elinizde olan orijinal metnin üzerindeki oynamalara ve kelimelerin farklı bir dildeki anlamlarını bir ok çizimi mesafesinde gördüğünüzde içinizdeki "küçük dağları ben yarattım" düğmesine basılıyor bir anda. kendinizi ikiye ayrılmış bir dünyanın her iki tarafının da efendisi gibi hissediyorsunuz.

ama tabii öte yandan, o çeviriler yapılırken hiç de öyle hissetmiyorsunuz çünkü oradan oraya, o sözlükten bir diğerine, o metinden diğerine yapılan geçişler sonrası ambale olmuş beyniniz ara ara "eeh eytere bea!" tepkileri veriyor. çeviri yaparken dışavurumlar çok şiddetli ama bir o kadar da pasif agresif olabiliyor. bir yandan başladığınız o lanet işi bitirmye çalışıyorsunuz bir yandan da bir tarafınız "amaaan başlarım bu aşkın ızdırabına. bırak hadi şunu bırak bırak!" nidalarıyla sizi caydırmaya çalışıyor. ama hayır! "caymak yok" düsturuyla başlanan metnin sonuna kadar bu ikilemle cebelleşiyorsunuz ve bir bakıyorsunuz ki son cümledesiniz... evet o zaman dünyalar sizin oluyor ve itiraf ediyorum ki en zoru da en son cümle olduğunu bildiğiniz cümleyi çevirmek oluyor. bitmiyor bitmiyor bitmiyor bir türlü! inanılmaz değil mi?

velhasıl anlayacağınız üzere sevgili imagine room sakinleri, yine yeni bir çevirinin daha sonuna gelmiş bulunuyorum. hatta evet teslim bile ettim kendisini. çevirinin başlığı ise şuydu:

AVANT-POP MANIFESTO:
THREAD BARING ITSELF IN TEN QUICK POSTS

By Mark Amerika

eğlenceli bir metin aslında. çok da ilgi çekici noktalar var. bulursanız okuyun bir yerlerden diyeeğim çünkü sayfalarca yazıyı burada copy paste yapmak istemiyorum.

iyi öğledensonrasıhayalleri size!

Pazartesi, Ocak 02, 2006

paralel cümleler teorisi

sabah sabah ayrıldık... ama neyse ki aynı şehirdeyiz. ama aynı şehirde olup da görüşememek uzakta olduğu için görüşememekten daha mı iyi daha mı kötü bilemiyorum.

içimde kocaman bir boşluk var. bilmiyorum neyin boşluğu ama bu. okula gidesim hiç yok ama gitmeliyim sanki. içim sıkılıyor.

evimde, sıcacık mor battaniyemin içine gömülüp, erik satie fonlu günortasıhayallerine kapılmak çok huzurlu.

eskiden kalan birilerine gitmek istiyorum bugün. onları ziyaret etmek istiyorum. bana eskiyi hatırlatacak birilerine. eski halimle geride bıraktığım birine, şimdiki halimle gitmek istiyorum. konuşmak istiyorum. o konuşurken bir an için gözlerimi kapayıp şimdiki ben ve eski beni tanıştırayım istiyorum. yani bir aracıya, medyuma ihtiyacım var. bana eski beni anımsatacak bir medyum...

ocak 2, saat 12:18

kırılmış cümleler var içimde yüzlerce. kırılıp da başka bir yerde başka sözdizimlerinde devam eden cümleler. paralel cümleler teorisi de olsa olsa budur herhade.

iyi öğledensonraları herkese.

Günün kişisel keşfi

Keşif: Kendine güveni olmayan, sosyal alanlarda kamburunu çıkararak oturan insanlara tahammül edemiyorum.

Pazar, Ocak 01, 2006

Tanım 1

O odayı, eşyaları toplanmış, dört duvardan ibaret bir halde görünce kimsenin içinin benimkinden daha fazla acımamış olduğunu iddia edecek kadar o odayı yaşamış iki kişiden biri, ama sanırım sanal varlığına ilk anda heycanla rağbet etmemiş olanım..

demirbaşlar.
daimi üyeler.
misafirler.
genel-geçerler.

arasında, iki senelik duygu ve düşünce devinimine mekan olmuş yaşam alanı.
varoluş noktası.

Ya da belki de, çok basit ve yüzeysel anlamda: mutfağa gidip gelmesi en keyifli olan gri ama mutlu bir vaha.


devam edecek...