zaman yolculuğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zaman yolculuğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Ocak 31, 2009

Birkaç saniyelik zaman yolculuğu



Carrie'nin Big'in kravatını bağladığı sahne.
Uzun zamandır yaşamadığım zaman yolculuklarının tek tük kalmış harekete geçiricilerinden biri.
En son kravat bağladığım ana dönüş. Taksim, kırmızı, siyah, bağlayamayış, pes ediş, gülümseme...
İçinde bulunduğum zaman ve yerden birkaç saniyelik kopuş.
O süre içinde boş bir bakış.
Suratımda birkaç saniye önceki ifadenin asılı kalması.
Kendime geldiğimde yüzümü toparlama gerekliliğini hissediş.

Son.

Cumartesi, Aralık 27, 2008

"they were cheering and waving"

Aslında bir "en sevdiğim 2008 şarkıları" mixtape'i bekliyord bazılarınız ama benim paşa gönlüm öyle istemedi. Bu aralar birkaç gündür hatta, kulaklarımda olan birkaç şarkıdan bahsedesim var sabahtan beri ama eve gelmeyi bekliyordum.

Şimdi aslında ilk başta şarkılar demiş olmam birden çok şarkıyla bu yazıda ilegileneceğim anlamına gelmemeli bence. Gelmesin zira ben tek şarkıya odaklanmak istiyorum. Aşağıdaki videodan sonra olanca kişisel betimlemelerle dolu saçmalıklar okumak istemiyorsanız, videonun aşağısında duran yazıyla ilgilenmemenizi ve sadece videoyu izlemenizi tavsiye ediyorum. Şarkımız Radiohead'den geliyor "Myxomatosis"!



Önce şunu söylemeliyim ki bu şarkıyı videodaki bir yerde dineyebilirsem eğer bir gün, sanırım hiç umursamadan aklımın başımdan uçup gitmesine göz yumabilirim. Bu şarkıyı her dinleyişimde şarkının ismi gibi en hızlı şekilde yayılan bir tür hastalıklı hücre veya virüsün vücuduma nüfuz ettiğini hissediyorum. Ama bu virüs o kadar kolay yayılabildiği gibi iyi de bir şey. Yani bana olumsuz herhangi bir etkide bulunmuyor. Yaptığı tek şey "ben"i güçlendirmek oluyor. Ne zaman canım sıkkınsa ve ne zaman kendimi yine kendi açtığım deliklerin içinde bulduysam ve bir şekilde bu şarkı karşıma çıktıysa, her seferinde kendimi Samara gibi o deliklerden kuyulardan büyük bir güçle çıkıyormuşum gibi hissettim. Sürekli değişen ruh halimin sabitleyicisi ultra sert, ultra tutucu bir şarkı bu. Şu hiç sevmediğim saç spreylerinin simsiyah şişeli en sert olanları gibi. Sıkıyorum üzerime biraz Myxomatosis, yapışıyorum şu ana. Kötücül etkileri olan yolculuklardan uzak duruyorum böylece. Geçmişten gelip beni şu andan geldiği zamana götürmek için beni bekleyen trenler bensiz gidiyorlar.

Anlaşılacağı üzere şu aralar güzel müzikten anladığım beni almasına alıştığım trenlere sarkastik gülüşlerle el sallamamı sağlayanlar. Kendi gücünü olanca bir istekle bana iletebilenler... İstemiyorum beni sömüren hiçbir şey hayatımda. Hem ne o öyle hem Today is the Day falan; bok.

Pazartesi, Temmuz 21, 2008

"There with your hands in the air, waiting to finally be caught..."

Bir de şöyle bir şey oldu az önce:

Madeleine Peyroux yorumuyla Between the Bars başladı bir anda playlistimden şarkı dinlerken last.fm'de. Bu şarkıyı geçen yaz bu aralar ne çok dinliyordum diye bir zaman yolculuğuna çıktım. Bu yorumu her yorumun üzerinde tuttuğumu da belirtmek istiyorum bu arada da. Neyse... Çok yorulmuşum; onu farkettim. Farkında bile değilmişim bu denli yorulduğumun. Bana bu şarkıyı söyleyebilecek tek kişi bile istemiyorum. Gerek duyulmasın çünkü. Ne ben birini düşüneyim dinlerken ne de düşünüleyim istiyorum. Sadece şarkı olsun ve çıkılan zaman yolculukları sonsuza kadar tükensin. Yaşadığım hiçbir şey bu şarkının bana zamanında hissettirdikleri ve düşündürdüklerini anımsatmasın.

Siz yine de dinleyin. Çok güzel!

Perşembe, Mart 20, 2008

"One Morning in May"

Ben bugün yine çok konuştum.

Birisi bana ilginç haberler verdi. Bol bol "Şeytan" gördüm; "Azize"yi severim dedim, "Peki, ama dikkatli ol" dendi.

Çok konuşmam nedeniyle canım sıkkın. Bazen ağzımı bantlamak istiyorum. Şu insanların yüzünü gözünü kapattıkları siyah bantlar vardır ya gazetelerde, birileri bazı şeylerden bahsederken ben onlardan bir tanesini ağzıma yapıştırsa; birileri ben bir şeyler görmek için orayı burayı karıştırdığımda gözlerimi o siyah bantlarla kapasa ne iyi olurdu.

July Skies dinliyorum; sağolsun dream endless, sayesinde uzun süredir aradığım, içimdeki soğuk kütleleri biraz da olsa damla damla akacak hale getiren bu müziği bana tanıştırmıştı çok önceden. Geçende blogunda gezinirken bir deneyeyim yeniden dinlemeyi dedim, ki iyi ki demişim. Her ne kadar July Skies İngiltere'den çıkmış olsa da bence buzulların erimesi, global ısınma gibi durumların olmasının nedeni genelde soğuk ülkelerde yankılanan ve buralardan çıkan bu tür müziklerin eseri. Buzulların ortasında böyle müzikler dinlersen veya yaparsan, onların erimemesini beklemek komik.

Sabahtan akşama L. ile gezinmek, sonrasında ilginç bir birkaç saat yaşamak, üzerine A. ile eve gelip keyif yapmak bazen yetmiyor. Bazen bazı fotoğraflardaki anları dondurmak istiyorum. Bazen gülümseyerek uyuduğum, bazen de kahkahalar atıp gözlerimi kapadığım bir ana dönmek istiyorum. Ama hep dönmek. Bir gün aklımdaki her şeyi bir kitaba dökebilirsem eğer sırf bu yüzden kitabın adını "Retrospektif" koyabilirim sanırım. İçimdeki kapanmak bilmeyen o retrospektif sergilerin sonu ancak öyle gelir belki.

Zamanda yolculuk denen şeyi kim neden hayal eder diye düşündüm bedenim ve ruhum ayrı ayrı takılırken yine. Zaten kim şu anı yaşayabiliyor ki zamanda yolculuk yapmayı hayal etsin? Bedenen gitsen ne olur sanki, ruhun zamanda bir yerlerde kaybolmuşken. Önemli olan sanırım her ikisini şu anda sabitlemek. Ne ileri ne geri adım atmak istediğim bu aralarda, önüme çıkan fırsatları görmezden gelirken ben, kendimi Desmond'vari yolculuklarda bulmak kadar rahatsız edici başka bir şey yok. Ruhumun bir süredir yaptığı yolculuk zamanlarından kalma bir adet "sabit"imin olmayışı ne acı.

(Tam da bloga bunu post etmeye hazırlanıyorken, July Skies'ın Last.fm'deki sayfasına girdiğimde, sanatçı bilgisini giren son kişinin kim olduğuna bakasım geldi. Baktığımda kendisinin kişisel bilgilerinde şöyle bir şey yazdığını gördüm: " I live for the past." ...)

Salı, Mart 11, 2008

[Yazmak + Okuyup Hatırlamak = Zaman Yolculuğu] ?

"Bir şey vardı ama neydi? Yazmadığım bir şey olmalı… Unutmuşum… Yazmadığım bir şey olmalı çünkü unutmuşum…

O zaman şöyle başlayalım: İnsan neyi unutur? Ne zaman unutur? Neden unutur? Bütün bir hayatı sığdırdığımız belleklerimizde pas tutmuş olanlar yazmadıklarımız mıdır acaba?

Öyleyse şöyle diyelim: İnsan yazmadığı her anı unutur (mu?).

Yazılmamış anlar… Birer adet kalem ve kağıttan günümüzde ise, imkansız görünüyor ama, bir adet bilgisayardan uzak durduğumuz anların ortak özelliklerine bakmak lazım belki
de. İnsanı yazmaya iten nedir ona bakmak gerek…

Acının her türü, yalnız kalınan zamanlardaki yüzleşmeler, kimseye söylenilemeyecek olanlar; sırlar, zayıflıklar, eksikler, hüzün, utanç, keder, sıkıntı, pişmanlık… Kimseyle paylaşılmayacak olanlar…

Çektiği acıyı kimseyle paylaşamayacak olanların, içsel gök kubbesinin altında hiç kimseyi barındıramayacak, kendini başka biriyle paylaşmanın nafile olduğunu bilenlerin, sonuna kadar yalnız kalmak isteyenlerin belki de en büyük sorunudur yazmak. Paylaşmak istediklerinde, yanlarında birilerinin eksikliğini hissettiklerinde, tek yaptıkları şey “ben”lerini karşılarına alırlar ve onlara anlatır gibi kaleme kağıda sarılıp karşılarındakine bir mektup yazarlar, zamanı geldiğinde o mektup açılsın ve birkaç saniye içinde geçmişe doğru bir yolculuk sağlasın diye… Unutulacak olan bir şeyler varsa bunlar acılar ve yüzleşmeler olmamalıdır çünkü. Unutulacak bir şey varsa, onlar yazılmamış olanlardır ya hep. Sevinç anları, aşık olunduğunda hissedilenlere benzer anlık heyecanlar… Kaderinde unutulmak olanlar… Arada bir hiçbir uyarıcı yardımı olmadan hatırlandıklarında anlık bir gülümsemeyle geçiştirilip gitsinler diye… Nasılsa mutluluk veriyorlar, anımsanması gerekenler ise acıtanlardır ya hani…

Halbuki öyle midir ki an içine konulmuş, sıkıştırılmış ve kilidi okumakta saklı olan bir aşk acısının hatırlanışı… Uzun süredir unutulmuş olan ve zamanında kendi kendinize o tarihte açılmak üzere postaya verdiğiniz o mektup, bir anda ve hep de tam zamanında gözünüze çarpar. Hevesle, “Bak sen… Neler yaşamışım ben yahu” diyip bir “oh” çekmek arzusuyla, gözü dönmüş bir halde açarsınız onu, okursunuz ve işte budur, bu anda saklıdır zaman yolculuğu. Zaman yolculuğu denen şey unutulanın hatırlanmasından başka bir şey değildir zaten. Ve o mektuptur, yazan insanın zaman yolculuğu için bileti…

Yazma ve okuma ile yapılan bu zaman yolculuğunda, unutulduğunu sandığımız ama tek bir hatırlatma ile yeniden canlanan o yaşam anları bize yaşadığımızı kanıtlar aslında. Hansel ve Gretel öyküsündeki çocukların kaybolmamak ve geldikleri yolu hatırlatması için yerlere ekmek kırıntıları atmaları gibi aslında, yazmak ve kaydetmek de. Geri dönüşümüzü bilirsek çıkışımızı da bulabiliriz demektir bu. Ancak o kırıntıları neden oralara bıraktığımızı unuttuğumuzda ( “an”ımsayınız: işaret parmağınıza bir şeyi hatırlamak için bağlamış olduğunuz ipe bakıp neyi hatırlamanız gerektiğini unuttuğunuzu fark ettiğiniz zamanlar ) işler sarpa sarıyor ve bu sefer de şimdiki zaman ve geçmiş zaman arasında bir yerde araf acıları çekerken buluyorsunuz kendinizi. O zaman yanınızda size hangi zamanda olmanız gerektiğini söyleyecek birini arıyorsunuz ama zaman yolculuklarının tek kişilik olduğunu fark edip başka bir yolcuyla çakışabilecek anları aramak üzere yola koyuluyorsunuz ve Ta Daaa! İşte size bitmek bilmeyen bir yolculuk. Bu sefer de başkalarıyla olan yaşam anlarını hatırlamaya çalışıyorsunuz… Mektupları arıyorsunuz sizi başka anlara götürebilecek. Mektupları bulunca hatırladığınız ama var olduğunuz o anda artık “var”olmayanları bulmaya çabalıyorsunuz ama nafile çünkü çıkış yolu, buraya neden düştüğünüzü hatırlamakta. Ama bir türlü hatırlayamıyorsunuz.

Çıkış yolu da, kaydedilmeye değer bulunamayan ama aslında itinayla zarflara konulup gönderilmiş olması gerekilen, o olmayan mektuplarda saklıymış; bu sefer de onu fark ediyorsunuz. Kaydedilmemiş mutluluk anlarında, sizi heyecanlandıran, serotonin etkisiyle kendinizi kaybedecek kadar haz sarhoşu olduğunuz o yazmaya vakit bulamadığınız anlarda... "

diye yazıp kaydetmişim bunu birkaç sene önce, "yazılar bidiler" diye adlandırdığım bir klasöre. Sonundan pek hazzetmediğim için eklemedim. Gerek de görmedim daha uzatmaya şu anda.

Ayrıca özellikle sondan bir önceki paragrafıyla Lost'un dördüncü sezon beşinci bölümünün yıllar önceden kalma spoiler'ı gibi göründü gözüme. Bilmiyorum ama yakında Lost'u zaten yıllar önceden parça parça benim yarattığım ortaya çıkarsa hiç şaşırmam herhalde. Lost bu; senaristlerin arasında farkında olmadan yer almam gibi her şey mümkün bu dizide nasılsa.

Pazar, Mart 09, 2008

I go where I please...

Dün gece, Paintball'dan dönerken ve kulağımda müziğim varken, "özlemek"le ilgili bir şeyler aklıma geldi bir anda. İnsan nerede hem ruh hem de bedenen tamamen bulunuyorsa orayı özlüyor diye düşündüm. Hiç özlemediklerimi neden özlemediğimi düşünürken geldi bu aklıma. Böyle bir çıkarıma vardım.

Hani bazen bazı yerlerde veya bazı kişilerle otururken veya beraberken kendinizi orada gibi hissetmezsiniz. Bedenen oradasınızdır ama aklınız genelde farklı bir yerdedir. İşte o anı ve/veya o insanları özlemek diye bir şey söz konusu olmuyor o noktada sanırım. Ama çok sevdiğiniz, yanındayken o anı tamamen yaşamak istediğiniz, hafızanızın karanlık dehlizlerinde saklamak için sonuna kadar içinize çekmeye çalıştığınız ve bir türlü unutamadığınız o adam/kadın, sırf siz tüm konsantrasyonunuzu o anı içinizde bir yere en doğru şekilde resmetmek üzere beden ve ruhunuzu senkronize etmeye harcamış olduğunuz için çok özleniyor. Veya kendinizi tamamen kendiniz gibi hissettiğiniz bir yer düşünün. Oradayken başka bir yerde olmak aklınızın ucuna gelmiyor, geldiğinde ise hemen o düşünceyi kovalıyorsunuz. İşte orası için de aynı durum geçerli olsa gerek.

Ben her an başka bir yerde başka birileriyle nedensiz yere olabilme olasılığımın farkındalığıyla, genel olarak huzursuz bir tablo çiziyorum sanırım yanımdakilerin gözünde. Tam da öyle olduğundan gerçekten de kimseyi özlemiyorum cidden de. Benim için tarafımdan gerçekten özlenebilen bir iki insan oldu hayatımda. Ve evet tek bir yer. O insanların yanındayken tamamen orada onlarlaydım; o yerdeyken de tamamen oradaydım. Çok sevmek böyle bir şey olsa gerek. Bir zaman sonra elinizden uçup giderse, özleme hissini üzerinden yaşamak üzere sakladığınız, titizlikle çizdiğiniz o an resimleri, o anın "şimdi" halinin özü... Sırf çok sevdiğiniz için uğruna her parçanızı bir araya getirip "şimdi"de, bir zaman sonra da sırf özlediğiniz için her parçanızı bir araya getirip "o an"da odakladığınız bir şey bulmak ne kadar zor değil mi? Sanırım hayat kendi içinizde vuku bulan zıtlıkların ve hatta dış dünyayla kendi uyumsuz birliğiniz arasındaki gelgitlerin bir an için bile senkronize olmasını kaldırabilecek bir şey değil. Öyle olmadığına dair anların, anılarım, deneyimlerim, kanıtlarım var. İsteyene gösterebilirim; anlatabilirim uygun bir vakitte.

O yüzden kendinizi sonuna kadar "şimdi"yi yaşamaya çalışırken, o anın mükemmel bir fotoğrafını tüm algılarınız ve sezgilerinizle çekmeye çalışırken yakalarsanız bir gün, vazgeçin bundan derim ben. Nedeni ise sonradan o anları ve anıları şimdiye çağırıp özlemesi pek iyi olmuyor. Aklınızda olsun. Beden ve ruh senkronizasyonu öyle çok da matah bir şey değil. Olduğu an her şeyi tersine çevirmek üzere devreye hayatın ta kendisi giriveriyor. O durumlarda ya o çok sevdiğiniz yerden ayrılıyor ya da o çok sevdiğiniz insandan uzaklaşmak, uzak durmak durumunda kalıyorsunuz. Bir anlık bütünlüğün, tamamlanmışlık hissinin getirisi korkunç bir mesafe oluyor yani. O mesafe de fazla sevginin sonunda neden hep özlem hissine yol açtığının bir nedeni gibi geliyor işte bana.

Aynı nedenle sizi özlemeyen biriyle ilgili, onun sizinle geçirdiği zamanlarda o ruh-beden senkronizasyonunu yaşamadığı gibi bir çıkarım yapılabilir sanırım. Peki, başa dönersek biz o senkronizasyonu hangi nedenden dolayı sağlayabiliyorduk? Yani bunun için önkoşulumuz neydi? Hemen cevap veriyorum: Çok sevmek.

O halde özlenmiyorsa kişi bilmeli ki özlemeyen kişi, onunla geçirdiği anları tamamen deneyimlemek için tüm gücünü seferber etmemiştir. Bunun nedeni ise evet bellidir. Özlemeyen hiçbir zaman çok sevmemiştir. Ruhu ve bedeni arasındaki mesafe sayesinde ilerde bir gün "özlemek" denen hastalıklı zaman yolculuğu aracını kullanmaktan kurtulmuştur.

O yüzden yazının başlığındaki gibi hissetmek istiyorum her yerde, herkesle. Kimsenin ve hiçbir yerin içimde herhangi bir özel durumu, istisnası olmasın. Yıllar önce dediğim gibi, "mesafe gerçekten de her şey"miş!

Cumartesi, Kasım 03, 2007

P..... P.....

Bazen kendi kendime bir oyun oynayıp, başımı çeviriyorum veya gözümü kapıyorum. Bakalım başımı geri çevirdiğimde veya gözlerimi açtığımda istediğim şey gerçekleşecek mi görmek için...

Olunca her şey daha iyi gidiyor. Bazen oluyor.

Olmayınca, üzülüyorum. Sonra gözlerimi ovuşturup yatağıma gidiyorum çünkü yatağımdayken beklediğim her şey gerçekleşiyor. Öyle ki uykuya dalmak istemiyorum çoğu zaman. Son zamanlara dair güzel olan her şeyin zihnimde anı olarak canlanabildiği tek yer olan yatağım, gözümü kapadığımda uyumama gerek kalmadan beni çılgın bir zaman yolculuğuna çıkarabiliyor...

Uçan halılar vardır ya masallarda... Benim de zaman makinesi bir yatağım var. Üstünde de kedim ve ben... Geziniyoruz oradan oraya.

Bir de bir şarkı var... Fonda hep o çalıyor. Tek bir kelimeyi iki defa tekrarlayınca akla geliyor kendisi... Akla gelmesiyle "uzak yıldızlara" doğru yolculuk edip, bu zaman yolculuğunu mümkün kılan dünya üzerindeki tek şeye (bu benim sırrım; söylemem) minnettar kalıyorum.