Bu bir haftadır ara ara hayatımı işgal eden Henryk Górecki'nin Symphony of Sorrowful Songs'unun ilk movement'ının yarısı. 25 dakika civarında bir şey aslında tamamı bu movement'ın. Ama bu kısmı başlangıçtan bu ana kadar gelip de eserin çıkışını yaptığı an. O ana kadarki her şey yaşam gibi. Sonra yaşamla ölüm arasındaki "limbo" veya "araf" olarak tabir edilen, öleceğini bilerek yaşamanın verdiği hüzünlü hatta acılı kabulleniş gibi. Yazıyı okuma gibi bir niyetiniz varsa da yoksa da, bunu dinleyin. Okuyacaksanız birkaç defa dinleyin. Ben yazarken öyle yapıyorum.
Bugün iğrenç bir rüyadan uyandım. Hatırlamıyorum rüyayı, o an da hatırlamıyordum. Uzun süredir beni rahatsız etmeyen bir iki şeyle alakalıydı sanırım rüya. Kalktığımda ağzımda korkunç bir tat bıraktığı kesin olan rüyadan başımı kaldırıp dışarı çıktım. Geçen sene tam bu zamanlarda kiralanan bir evin önünden geçtim. İki yaz önce orası yine kiralıkken yine geçmiştim önünden. Yalnız değildim, yanımda orada asılı isimle adaş biri vardı. Sonra kiralandı. Hayatım değişti. Sonra yine boşaldı bir ay önce. Yine aynı emlakçının kağıdı asıldı. Sonra geçen hafta o kağıdın söküldüğünü farkettim. yeni kiracıları gelecekti belli ki. Sabah sabah temizlik yapılıyordu evde. Benimle ve hayatımda en uyumlu olan şeyin o ev olması ve başka birinin veya başka bir şeyin o ev kadar bile uyumlu olamaması ilginç.
Bugün yine beni sabah ilk gören birkaç kişi, taa eskilerden kalma yüz ifadeleriyle, muhtemelen eskiden kalma yüz ifademi görüp, yine eskiden kalma "İyi misin"lerle dolu sorular sordular. İyiyim dedim. Kulaklarımda müziğim vardı. Dudaklarını okudum. İlk konuştuğum kişiler onlardı ama bugün sesimi benden önce onlar duydular.
Büyük bir memnuniyetsizlik dalgası ara ara vuruyor bugün. Yaptığım her işin içinde bir anda beni olduğum yerde dimdik hale getiriyor. Ne işim varsa bırakıyorum. Dalganın boyumu aşıp gitmemesi için setler kuruyorum hatta. İşe yarıyor aslında. Arada ufak sızıntılar rüya olarak kurcalıyor beni. Acaba drama queenlik mi yapıyorum yine bir doğumgünü arefesi diyorum, ama ı-ıh. Biliyorum yapmadığımı. Cidden biliyorum.
Bazı şeyler çok korkutuyor. Bazı şeyler canımı sıkıyor. Hep aynı şeyler, aynı sözler, aynı gülümseyişler... Çok sıkıldım sanırım. Hayatımın kaç yarım saati daha bunu dinleyerek geçecek diye düşünürken bir kez daha mı dinlesem diyorum umarsızca. Nasılsa, neyse ki ve maalesef yetişeceğim bir yer yok. Minik, aptal adımlara devam.
Edit: Geçen sene "b"lerden nasıl nefret ettiğimizi yazmıştık lanet olası 2007'i bırakıp 2008'e giriş yaptığımız günde. Tüm post'un paragraflarının başında "B"ler varmış. Etrafı sarmışlar. Onu farkettim. Editleyeyim istedim.
Doğumgünüme 1 aydan az vakit kalmışken tedirginim. Kötü şeylerin tam da bu dönemlerde olması o kadar alışık olduğum bir şey ki, ne zaman böyle hissetsem kendimi yılın bu zamanlarında buluyoum. Biyolojik saatimde yerini almış bir başka saçmalık daha. Bu sene bu döngüyü kırabilirsem bir daha böyle hissetmezmişim gibi geliyor.
Onun dışında yazacak pek bir şeyim yok sanırım. Pek tatsız tutsuzum. Bu akşam İstanbul'dan G. burada olacak. Onunla ve İ. ile dışarılarda dolaşılacak, içilecek, dansedilecek. Tek değişiklik G.'i görmek olacak.
Birkaç gündür deli gibi yemekteyim. Bunun bir sonu olmalı demiştim. Bugünmüş sonu.
Güne üstteki bu pek güzel album art'ın sahibi olan The American Analog Set dinleyerek başlamanın bir ayrıcalığı var sanki. Ne zaman onları dinlesem beni kimsenin ulaşamamış olduğu bir yere götürüyor bu grup. Epey güvenli bir yer orası. Kafa sakinliğiyle güne başlamak gibisi de yok. Tavsiye mavsiye, şuradan Punk as Fuck, Gone to Earth ve The Kindness of Strangers indirile.
Bugün canımın sıkkınlığı son zamanlarda hiç olmadığı kadar fazla sanırım. İçimde eğlenceli bir yastık savaşından sonra havada tüylerin uçuştuğu ve artık herkesin eğlencenin sona erdiğinin bilincinde olduğu sıkıcı, bunaltıcı hava var. Herke soruyor şimdi "daha ne kadar zaman bekleyeceğiz, ne kadar enerji toplamamız lazım, bunun gibi bir eğlence anını yaratabilmek için?" diye. Cevap veremeyince de uflayıp pufluyorlar. Ben de sıkılıyorum onları böyle görünce daha çok. Ne de olsa benim içimdeler. Misafirlerin canını sıkmak, onları orada tutmaya çalışırken önlerine güzel şeyler sunamamak kötü bir his. Neden bulamıyorum da bu sefer. Ortaya karışık olmuş içimdeki sıkıntılar. Güzel anların benden ne kadar uzakta olduğunu farkediyorum ara ara, o anlarda ağlamamı tetikleyecek bir şeyler dinlememeyi tercih ediyorum aslında. Ama bu sefer hazırlıksız yakalandım sanırım. Bunun linkini daha önceden vermiştim ama olsun yine last.fm'den dinleyin diye bir yere iliştiriyorum With the Passings of the Seasons'ı.
Onun dışında, iyilik güzellik. Bazı şeyler daha soğuk akıyor bir süredir. İçim buz gibi olduğundan herhalde. Kırılmıyorum da pek artık. Eskiden olsa delice tepki verebileceğim şeyler artık gözümden akması muhtemel iki damla yaş ediyor en fazla. O da belki... Ha bir de tek fark artık birisi için ağlamıyorum. Beraber gülünecek biri olmadığı gibi, uğruna ağlanacak kimse de yok.
Ama her şeye rağmen hala ara ara, kalbimin patlayacağını, artık daha başka bir şeyi içine alamayacağını hissediyorum. Hislerimi aldırmak istiyordum bir ara. Mevsimler geçiyor, bu şarkıyı her dinlediğimde hala aynı şeyleri hissediyorum. Hala hislerimi başarılı bir operasyonla kazıtmak istiyorum. Sonra o operayonun seslerini kaydedip Matmos'a yollamayı, onlardan eğlenceli ve gayet de durumla alakasız, dalga geçen müzikler yapmalarını istiyorum ki arada dinleyip kendimle dalga geçebileyim.
Geçen doğumgünümde hayatımda aldığım en güzel(!) doğumgünü hediyesinden sonra aldığım en güzel(!) hediye kendime verdiğimdi. Öyle güzel(!) bir şarkı çıkmıştı ki iPod'umda shuffle'da 5 Aralık'ın ilk şarkısı olarak, öyle kalmak istemiştim hayatımın sonuna dek. Umuyorum...
Ayrıca o en güzel hediyeyi bana veren kişinin doğumgünü geçen haftaydı. Sırf unutmamış olduğumu bildiğini bildiğim için kutlamış olduğum bir doğumgünüydü kendisininki. O soğuk mesajın pre-during-post aşamalarında içimden zerre kadar da güzel bir şey geçmedi. Kötü bir şey de geçmedi demek isterdim ama diyemiyorum. Ufacık da olsa parça parça, büyük kötü dilekleri de kendi irademle bölük bölük ettiğim saçma sapan hisler içine bile girdim anlamsız cevabından sonra onun. O gün için 3-4 ay öncesine kadar hayal ettiklerimle o gün o kutlama şeklim arasındaki fark benim içimi acıttı. Bir insanın hevesi nasıl kırılır, bir insan o halden bu hale nasıl getirilir diye diye, gerçekten oturdum o mesajdan sonra kendi halime üzüldüm başka birisiymişim gibi. İnsan öğrendiği şeyi başkası üzerinde uygulamamalı. Özellikle de bu öğrenilen şey insanın hayatını olumsuz bir noktaya doğru ilerletecekse. İnsan, vicdanlı olan bir insan "benim canım yandı, başkasınınki yanmasın" diye düşünmeli ama nerde o irade insanda değil mi?
Bir defter var demiştim ya hani arada bir bir şeyler yazdığım ve kime ait olduğunu bilmediğim. Onu artık ona ait olduğunu düşünmediğim ama ilk zamanlarda öyle olması niyetlenmiş olan o insana bir gün ulaştıracağım, yollayacağım, vereceğim... Hangisi olursa işte. İçimden neler geçtiğini ve oralara bu geçenleri nasıl yansıttığımı bilmesi gereken insan o sonuç olarak.
Arada hala eski bir sevgilimin anlamsız lanetini üzerimde taşıyor olduğumu düşünüyorum . İlişki karması diye bir şey olduğuna inanıyorum ben gerçekten de. O halde sanırım artık mutlu olma sırası bende, mutsuz olma sırası başkalarında... Kimse mutsuz olmasın demek istiyorum ama aynı anda da mutsuz olması gerekenler varsa olsun sonuna kadar diyorum. Bu aralar ortaya çıkan çılgın bencilliğime ket vurasım yok hiç. Zamanında başka birinde görülmüş bu bencillik ve vicdansızlık denen tamamen insani özellikleri en azından birilerinin hayatına sürüp bulaştırmadığım için mutluyum ve kendimi salt bu yüzden daha da çok seviyorum. Sevmediğim bir şey varsa, kendim gibi olmayan neyse o işte. Bundan daha kesin olabileceğim bir an olacak mı hayatımda düşünememekteyim.
... demiş birileri yine. Benim göreim de hatırlamak anımsamak bu aralar.
Imagine Room'un dolayısıyla da benim doğumgünüm yaklaştıkça bakıyorum da her zamanki gibi ağlamaklı olmuş her şey. Yine bir doğumgünü ve yine gözyaşları olarak yeni yaşıma girişimi kutlayacağım. Yeni yaşım ise çok acaip bir yaş aslında. Birçok insanın dünya üzerindeki son senesi olmuş ve hatta senesi bitmeden başka yerlere doğru yol almaya başlamışlar. Nedir yaşımız hemen öğrenelim: 27!
27'ye girme arefesinde, ben de her insan gibi huylanıyorum acaba diyorum... Dünya üzerinde hiçbir şeyin beni intihar etme düzeyine getiremeyecek olması iyi bir şey evet, ama daha da kötüsü şu ki, intihar etmesem de kendimi öldürecek düzeyde derdi, sıkıntıyı hayatımın merkezi haline getirip, acı çekebiliyorum. Böyle de yaşayabiliyorum hani ama bu sıkıntılar ve acılarla nereye kadar diye sormak istiyorum:
Nereye kadar?
Olabilecek en yakın yere kadar diye cevaplıyorum bu aralar bu soruyu. En çok da bu acıtıyor sanırım. Bir şeyi isteyip de yapamamak kadar ahmakça bir şey yoktur sanırım. Yapabilecekken yapmamayı tercih etmek cesaret bulamadığın için... Neyse... Sigarayı daha çok içer, daha çılgın bir yaşamı benimseyebilirsem eğer dualarım kabul olabilir.
Dua demişken bir an aklıma geliyor bu aralar sık sık aklıma. Zamanında çok canımın acıdığın bir zamanda, kocaman kar tarlalarının ortasındaki okulumun içerilere sığamadığım bir öğledensonrasında çıktığım çam ağaçlı bahçesinde, o ağaçların ardına saklanarak insanları izlediğim, kendimi nasıl olup da bu kadar soyutladığım, insanların nasıl olup da hayatlarına bu kadar sorunsuz devam edebildiklerini düşünüp durduğum, bunu yaparken de içimden hayatımda ilk ve tek olan o dua edişim aklıma geldi. İlk kez bu kadar çaresiz kaldığım için bu kadar yakın hissetmiştim herhalde Tanrı'yı kendime. Onunla konuşur gibi, sanki önünde diz çökmüşüm gibi yalvardım kendisine, ya o an beni öldürsün ya da bana sabır versin diye. O öğledensonrası böylelikle birçok şeyin dönüm noktası olmuştu. Buradan Tanrı'ya sesleniyorum, bu aralar öyle bir öğledensonrasına daha ihtiyacım var. Bu sefer hangisini verir bana bilmiyorum ama yine de istiyorum... Ama önce kar yağması lazım değil mi?