"I've been told to give up the ghost, in your arms, in your arms" demiş ve bu zamanlarıma ne güzel fon müziği yapmış Thom. Her zamanki gibi çok düşünceli.
Bunu araya eklememek olmaz. İnternet bağlantımın saçmalamasından ve resimleri bir türlü doğru düzgün upload edemememden dolayı Deerhunter ve Viyana'nın diğer yarısı yarına kaldı. Bu sanırım benim yazımdan daha eğlenceli olacaktır ama. Ah Thom şu adamla geyik yapacağına benle röportaj yapsaydın be.
Adamımız bu sefer de Bon Iver'la Twilight 2 adlı filmin soundtrack'ine şarkı yetiştiriyormuş. En son buna benzer bir film olan Romeo & Juliet'te vardı Exit Music. Çok sonra anlamıştım kasedin içindeki booklette neden o şarkının yanında "(for a film)" yazdığını. Neyse bakalım bu sefer nasıl bir şey olacak, merakla bekliyoruz. Şimdilik şunlarla yetinelim. Yetinelim? :)
Thom'u bu yeni şarkısıyla kendisini sınıflarımda Present Tense anlatırken fon müziği yapacağım da haberi yok. Kötü ses ve görüntü kalitesi ama şükretmek lazım. Açın elleri, hadi bakalım bir ki başlıyoruz.
Evet, alakasız gelecek -çünkü "ne alaka" iki şarkı- ama şimdi dinlerken farkettim bunu: Atoms for Peace'te Thom Yorke'un sesini kullanışını Imogen Heap'e benzetenler elime mum diksin.
Eskiden, birkaç sene önce bir hikaye duymuştum. Bu hikaye, yanyana iki kapı pervazına oturup, üstlerindeki cam tavandan ayı izleyen iki kişiye aitti. Uyanırlardı. Uyanır uyanmaz yerlerini alırlardı. Ellerinde kitaplar, arada birbirlerine bakar, geri kalan zamanlarında da gökyüzünü izlerlerdi. Öyle güzel bir hikayeydi ki eşi benzeri olmadığının bilincindelerdi yaşadıkları hiçbir şeyin. Güzel plaklardan güzel şarkılar dinlerlerdi; gecenin bir yarısı uyanır sokaklarda dolanırlardı. Durmadan konuşurlardı. Akıllarının işleyişi o kadar uyumluydu ki birbirine, biri bir kelime söylediğinde o kelimeye ait söyleyenin evrenindeki yerler dinleyeninkiyle tıpatıp aynıydı. Açıklama ihtiyacı hissetmezlerdi hiçbir sözün ardını o yüzden. Birbirlerinden başka kimsenin onları daha iyi anlayamayacağını bilen iki kişilerdi onlar. Hala varlar ama o zamanlar ona o kadar inanırlardı ki, olan biten her şey bu inancın yüzeyinde on kat daha büyük yaşanırdı. Aslında aynı inanç onların sonlarını da hazırlamıştı diye düşünmüştüm sonraları. Çünkü şu gösterdiği objeleri olağan hallerinden on kat daha büyük gösteren aynaların yanılsamasının bir türüydü bir yandan o inanç. O inanç olmasaydı o kadar pırıltılı yaşayamazlardı hiçbir şeyi belki ama aynı inançla da ilerlemeleri imkansızdı. Mutlaka objenin kendisiyle tanışacak ve gördükleri onları şaşırtacak ve hayalkırıklığına uğratacaktı. Hikayenin sonunda hayalkırıklığına uğramışlardı zaten tam dediğim gibi. Birbirlerine olan benzerlikleri onları birbirlerinden ayrılamaz kılmıştı ama aynı benzerlikler gerçeklerle yüzleşme anlarında birbirlerinden ayırmıştı büyük bir hızla. Onları bir arada tutan o çekim artık aynı kuvvetle onları zıt yönlere itelemişti. Sonra büyüyüp tekrardan karşılaştıklarında, uzunca bir aradan ve hayalkırıklığının ağızda bıraktığı paslı tadı geride bıraktıktan veya artık umursamamaya başladıktan hemen sonra, karşılıklı duydukları sevginin hiç tükenmemiş olduğunu, hala ilk zamanki gibi sapasağlam durduğunu görmüşler ve paramparça olmasından tek bir rahatsızlık bile duymadıkları inançları ve aksine onları gerçeğe daha da yakın kılan inançsızlıklarıyla ilişkilerine devam etmişlerdi sonsuza dek. Her şey hep olması gereken yerdeydi çünkü. Mutlulardı.
Bugün tekrar bu hikayedeki karakterlerden biri olup olamayacağımı düşündüm ara ara. İnanç hakikaten de sağlıksız bir şey diye sayıkladım kendi kendime. İnsanı, olmayan demeyelim de olan ama aslında onun ışığında daha büyük görünen bazı şeylere nasıl da bağlıyor dedim. Bir şeylere delice bağlanmanın ön koşulu inanç ise, hayatında tek bir şeye inanmayıp da başına yıllar sonra gelen en güzel şeye olması gerekenden daha fazla değer vererek hayatının deneyimini kazanmış ve uzun vadede geri dönüp baktığında değer verilen bu şeyin hayatlarındaki bu en sevdikleri hatayı (bkz: my favourite mistake) yine olsa yine yapacağını bilen ama yapacağını hissettiği anda birdenbire korkudan afallayan, ne yapacağını şaşıran benim gibi kaç insan vardır diye düşündüğümde, sadece etrafımdaki insanlardan edindiğim sonuçlardan hiç de yalnız olmadığımı anladım.
Bu sefer "This time I'm gonna keep me all to myself" diyen Björk'ün sözünü dinleyeceğim sanırım -ki kendisi şöyle de diyebiliyor bazen "undo : if you're bleeding undo : if you're sweating undo : if you're crying".
Hayatıma korkak adımlarla devam etmenin bedeli nefes aldığım halde yaşamıyormuş gibi hissetmek halbuki ama beni bu adımlardan vazgeçirecek kadar gerçek ve o haliyle bile kocaman bir şey çıkana kadar zaman öldüreceğim Thom'un dediği gibi. Arada Björk izlerken yaşıyor olduğumu hissetmek istiyorum. Bu da bana bir süre yeter sanırım.
Çok sevip bir o kadar da sinir olduğum bir anane-babanne lafını alıntılayarak bitirmek istiyorum bu yazıyı:
Midem bulanıyor bazen bazı şeyleri düşündükçe. Nasıl olabilir diye düşününce aklımın almadığı, insan doğasının kontrolsüz halde aldığı şekil, o karanlık noktalar midemi bulandırıyor. Hiç bir zaman bu kadarına şahit olmamıştım sanırım. Bu kadar karanlığına maruz kalacağımı, bu kadar karanlığın beni bu hale getirebileceğini hiç düşünmemiştim sanırım. Zaten başıma ne gelirse böyle absurd rahatlığımdan, insanlarla tanıştığımda ve onları hayatıma alırkenki kriterlerimin içinde "güven" kelimesinin anlamının olmayışından, herkesi "niye bana kötülük yapsınlar ki zaten" gibi bir yaklaşımla değerlendirişimden geliyor sanki. Azıcık bozulmamış bir tarafım vardıysa artık o da yok sanırım.
Neyse ki az önce bilmemkimin gelmesiyle duyulan bazı şeyleri ben de İ. sayesinde duydum. Bunları zaten yüzlerce kez kendi başıma düşünmüştüm. Pratiğim vardı, herkese tüm analizlerimi söylüyordum. Onaylanmasından başka da bir şey olmadı zaten. Ama açıldıkça, canımı sıkıyor bu konu. Hiç düşünmeden ve sınırsızca verilen bir sevginin değeri hiçbir zaman olmuyor; biliyorum. Bu kadar hoyratça kullanıldı içimdeki sevgiye dair her kırıntı ve şimdi, zamanında Mudo'daki satış görevlisinin nasıl da paketlemeye gösterdiği özene o birinin arkasına saklanarak gülmüş olduğuma utanıyorum. Herkes o adam gibi özenli olmalı; olmayacak şeyler söylememeli; sözlerini bin düşünüp bir söylemeli. Kafasındakilerle beraber içindeki değerlerin de yandığı kimseye bulaşmamalı. İnsan kendisine özgü olan eşi benzeri bulunmayan o çok değerli sevgisini alelade vermemeli bu kadar basit.
Sanırım son yaşadıklarımdan sonra tüm bu yazdıklarımı unutmam imkansız. Buraya yazıp, pekiştireyim istemiş olmalıyım ki duramadım yazdım sıcak sıcak taze taze. Aşk falan hikaye, yok öyle bir şey diyip, bu post'a ve içimde varoluşuyla kendini ve beni gittikçe çürüten birinin imgesine son vereyim diyorum. İyi yapıyorum.
Arşiv meraklısı ve tutkunu bir insan olarak, dün bir anda tüm mesajlarımın silinmiş olduğunu farkettim. Bir tek Muzo'nun twitter update'ini görünce inbox'ımda, büyük çaplı bir şok yaşadım. Telefonu söktüm çıkardım ne işe yarayacaktıysa zaten, ama evet bir işe yaramadı zaten. Yılların mesajları, anlamadığım bir şekilde gitti. Sanırım 1300 küsürdü sayısı da. Yıllar önce yine beni epeyce garip hislere sürükleyen bir dönemin arşivi uçup gitmişti bilgisayarımdan. Geriye dönüp baktığımda hep "Benim yapamadığımı, başka şeyler yapıyor" diyerek iyi hissetmiştim kendimi. Şimdi yine aynı hafiflik var üzerimde. Zaten yük olarak taşıdığım o arşiv, hafızası güçlü olan biri olarak hep yanımdaydı. Bazen beynimin kullandığım kısmının büyük bir yüzdesini geçmişi arşivlemek için kullandığımı bile düşünüyorum. Telefondaki arşiv beni arada sırada kendisini okutup yoruyordu. Acaba diyorum farketmeden, hatta kendime farkettirmeden diyelim, ben mi sabote ediyorum bir noktaya gelince arşivlerimi. "Uyurgezer" gibi, ben de transsal bir "mesajsiler"e mi dönüşüyorum? Yoksa yeniden "The Eraser" dinlemeye başladığımdan ironik bir durum mu yaratmaya çalışıyor teknoloji benim için?
Diğer yandan da arşivlerimin işlevselliklerini yitirip bana yük haline geldikten hemen sonra kendi kendilerini imha etmesi bana Görevimiz Tehlike'yi de anımsatıyor: "Bu arşiv kendini yük haline gelince imha edecektir." Aferin onlara.
Facebook da absürd işler yapıyor kendi kendine. Az önce farkettim ki hiç olmayacak birkaç insanla last.fm compatibility'mi ölçmüş şapşal şapşal. Haberim olmadan ne hakla yapıyor bunu anlayabilmiş değilim. Çok sinirlendim. Kırırım bu facebook'u, o derece.
Nada'nın fındıklı votkası Otto'nunkini dövermiş; iki gündür anladığım şey bu. Sevdim bu mekanı. Her haftasonu uğramayı ve o fındıklı votkadan birkaç shot içmeyi düşünüyorum artık.
Bugünkü maceralarımıza C. isminde biriyle tanışmak da varmış. K. ile otururken kuzenime feci halde benzettiğim bu adam bir beş dakikalığına uğradı. Sonra geldiği gibi kalkıp gitmek zorunda kaldı. Oradan Nada'ya geçtiğimizde Muzo da bize katıldı. Bizden sonra geldi gerçi o. Bu gibi mekanlarda son 5-6 senedir hip olan bir şey de eski moda koltukları bordo renkli hoş kumaşlarla -özellikle kadife tabii- kaplayıp gayet işlevsel olarak dekore edilmiş olan bu mekanların bir köşesine koymak. Normalde bu gibi eğlence yerlerinin müşteri kitlesi genç insanlar ve genelde içeride çalınan müziği de düşünürsek, biraz daha müziği takip eden, giyimlerinde genelde alternatif tarzlar deneyen insanlar. Bu gibi insanların böyle koltuklarda oturması normal şartlarda anneanne-dede evlerinde oluyor ve bu insanlar genelde bu mekanlara giderken giyindikleri kıyafetlerle o yaşlı evlere gidemiyorlar. Sanırım bu mekanlarda bu tür dekorasyonun tercih edilmesinin ve bu mekanlara gidildiğinde bu koltukların insanlara özellikle çekici gelmesinin nedeni de, üzerinde son moda kıyafetler ve umursamaz tavırlarla, istedikleri müziği dinledikleri bu yerde eskiden kalma bu koltuklara oturarak içkilerini rahat rahat içebilme olasılıkları. Pek kitsch, pek postmodern.
Çeşit çeşit listeler çıkarma fikri bugün daha da çekici gelmeye başladı. Amaç belli kriterlerle değişik alanlarda listeler çıkarmak sonra o listeleri aşıp gitmek. Listeleri olan ve yeri geldiğinde tıkır tıkır bu listelere göre kriterler belirleyen, beğenilerini ve beğenmediklerini insanlara anlatanlar bana hep çok önyargılı gelmiştir. High Fidelity adlı filmi de hem güzel listelere sahip olması için sevmiştim, hem de listelerle konuştuğu için sevmemiştim. Liste çıkarıp o listeleri yenilememek, o listeleri tersyüz etmedikten sonra ne anlamı var ki onların.
Her gün o günden dilediklerimi bir sonraki güne bırakıyorum. Bugünden dileğim Zero 7'ın Somersault'unda ayan beyan söylenmiş aslında varolan bir şey olarak. Öyle bir şy var mı bilmiyorum ama olmasını öyle çok diliyorum ki, öyle çok.
O bir yana, Thom Yorke'un The Eraser albümüne bir türlü kendimi verememiştim. Kendi halinde nedenlerim de vardı hani. Ben daha albümü keşfetmeden eski sevgilim E.'ın arabada delice bu albümü dinlemesi, Radiohead ve bir çok sevdiğim grup konusunda öncekileri sindirmeden yeni albümleri dinlemeyen beni bu duruma maruz bırakması epeyce itmişti beni tüm şarkılardan, söyleyeni ve yaratıcısı Thom Yorke olmasına rağmen hem de. Geçende yine açtım dinledim bir. Kendi halimde bu sefer. Cymbal Rush'ın meftunu oldum. Zaten pek çaktırmıyordum ama E. dinlerken de hep bu şarkıyı çalıyordum araya girip. Sözleri ve müziği apayrı bir şarkıymış gerçekten de. Bazı şeylere değer vermem için önce onlara gelmeden aşılması gerekilen durumları aşmam, o durumlarda deneyimleyeceğim her şeyi sindirmem gerektiği gibi bir izlenime nereden kapıldıysam doğru kapılmışım. "Son dakika! The Eraser güzel bir albümmüş arkadaşlar; dinleyebilirsiniz artık!" Saçmalıyorum, evet.
Cymbal Rush demişken ve sözü de uzatmışken, hemen rhb'ın yolladığı bir videosunu buraya koyup, saklanıyorum yorganımın altına güzel geçen bugünün sonunda. Hem şöyle demiş Thom'cuğum:
"no more conversation no more conversation you shoulda took me out when you had the chance you shoulda took me out when you had the chance all the rooms were numbered and the losers turned away don't turn away don't turn away"
02:16'daki Thom'un gülüşü o kadar güzel ki öyle bir gülüş için gerekli hissiyata en son ne zaman sahip oldum hatırlamamaktayım. En kısa zamanda umuyorum ki...
In Rainbows'un ilk yarısındaki Bodysnatchers'ı tamamlayan şey albümün ikinci yarısındaki Bangers & Mash. Ha bir de Guinness! Bu şarkı çılgınca intikam kokmakta. Sözleri küçükken uyumadan önce kendime yarım saat umutla vampir ve uzaylıların gelmesini beklediğim zamanları anımsatıyor (sanırım o zamanlarda hayal ede ede kaptım onlardan bir şeyler). İçimdeki başkasını ısırmamak için bastırıp durduğum yanımı tetikliyor. Bu şarkı fondayken vampir dişlerimle ısırdıklarımı gerçekten de kötü hale getirebilirim. Dikkat ediniz.
Bugün evimde Guinness içiyorum. Mutluyum. Kedim çoraplarımı kemiriyor. Ev kemirilmiş ve bir yana fırlatılmış çoraplarla dolu. Özellikle de odam. Ne yapacağım bu kemirme konusunda bilmiyorum. Kendini fare sanan bir kedim olduğunu düşünmek bile mutlu ediyor beni bugün.
Bir şeyler oluyor yine. Umutluyum 27'den ilk defa.
"i'm taking you down i'm taking you down i'm standing in the hall i'm puking at the wall
yeah because you bit me, bit me, bit me, ow the poison i got the poison i got the poison now"
diyor Thom. Bense bu şarkıya delice eşlik ediyorum her seferinde; bazen bağıra çağıra bazen sessizce insanların ortasında.
Bu zamana yapılmış en iyi kliplerden biri olduğunu düşünüyorum bunun. Şarkının güzelliği bir yana, doğumgünümde verilmiş harika bir hediye olan "7 Television Commercials"ı izlerken Salih'le, o kafayla bu klibe kattığım yorumlar pek ilginçti. Doğru şey üzerine yeteri kadar inat edip, güçlü bir halde o şeyin olması için kararlıca dayanırsan, o şeyin olacağını klibin 3. dakika 12. saniyesindeki Thom'un yüzündeki zafer dolu gülümsemeden anlayabiliyorsunuz. En azından ben öyle anladım.
Sonunda çıktı. Dinledim In Rainbows'u... Henüz bir şey demek istemiyorum ama bu başlığa konu olan şarkıyı dinlemeden ve hakkında buraya bir şeyler karalamadan duramadım. Böyle güzel şarkı yapılır mı ya?!
Thom'un saçlarını karıştırasım var feci halde. "Şöyle yanaklarını da mıncırmak lazım" dedi bir radyokafa arkadaş "diyecektim ben de ama utandım" diye karşılık verdim. Laubaliliğin de bir sınırı var değil mi?
You've got a light you can feel it on your back You've got a light you can feel it on your back Jigsaw falling into place