the besnard lakes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
the besnard lakes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Şubat 02, 2010

"You know, you know, we belong by the stream, to the dawn"

Uzuuunca bir süre buralara yine uğramadım ama hissediyorum ki yazacak şeyler birikiyor. Bir süredir ketum ketum hayatıma devam etme sebebim, zaten buralara yansıttığım zaman bazı şeylerin her nedense anlamını yitirmesi oluyor ki bunu istemiyorum. Yaşadığım her şey öyle değerli geliyor ki, uzun süredir aklımın köşesinden geçmeyecek kadar hoş hislerin etrafımı sardığı bu dönemi an an, tek tek, içi pamuklarla doldurulmuş kutularda saklamak istiyorum. Bazı anlar var ki onlar daha değerli. Onlar için ayrı uygulamalarım var ama bundan bahsetmeyelim şimdi.

Eh peki neyden bahsedelim? Onu da bilemiyorum. Hayatımın önemli bir kısmını oluşturan müzik konusunda pek iştahlı olmadığım bir dönemi geride bıraktığımı düşünüyorum. Aslında şu anda Beach House'un Teen Dream'ini review etmem gerekiyor ama buralarda kafamı toplayana kadar alıştırma yapıyorum.

Artık bazı defterleri de atmam gerektiğini fark ettim az önce de. Eskiye dair çok sevilen insanlara yazılan yazılar yazıldığı anda o güzelliği dillendirmekten mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama her şeyi bir anda yerle bir edebiliyor. Şimdi çok sevilene bir şeyler yazmak o kadar korkutuyor ki... Ona yollanmayacak veya daha sonradan gösterilmesi için tutulan hiçbir defterim olmasın. Ya her şey anında ona gösterilsin, okutulsun, ya da hiç yazılmadan dursun öyle, yeri geldiğinde kullanılsın istiyorum. Nasıl ki sürekli kendimi eleştirerek içimde tuttuğum o olumsuz his kütlesinin yapısını bozarak kendimi rahatlatıyor ve anlamsızlaşana ve ben sıkılana kadar mıncıklayıp, şekilsiz amorf bir kütleye dönüştürüyorum, aynısını olumlu his yumakları için de yapabildiğimi fark etmiş bulunmaktayım. Ne kadar fazla söz, ifade ve "o"na iletilmemiş yazı, o kadar üzüntü, o kadar yapıbozumu, o kadar anlamsızlık ve sonrasında gelen hayal kırıklığı demek benim için.

Öte yandan şu anda yine dinlemeye başladığım Teen Dream ise beni Beach House'u ilk duyduğum ve dinleyip çok da kendime eklemlendiremediğim zamanları hatırlatıyor. Aslında grubun Devotion'dan bu yana yaptıkları köklü bir değişiklik olmamasına rağmen, benim onları bu kadar içime sığdıramamam belki de biraz da kişisel sebeplere dayanıyor. Ya tamam en azından bir kısmı kişisel diyelim. Bir de o dönemde bir Besnard Lakes vardı... Hala da varlar. Her dinlediğimde tüylerimi diken diken eden o şarkılarıyla bana garip zamanları hatırlatıyorlar. Sanırım o yüzden ben Besnard Lakes'le sürekli bir karşılaştırma yapma gereği hissediyorum grubu. Ayrıca ikisinin de isimlerinin iki kelimeden oluşup aynı harf ile başlaması hiç de yabana atılacak bir benzerlik değil bence. Neyse, işte taa o ilk kez Devotion kulağıma çalındığındaki ruh halim Beach House'un o hayalci, pembe bulutlu köpük dünyasının içinde kendine yer bulamadı. Devotion'ın kapısından içeri girdiğim gibi kendime oturacak bir yer aramıştım en rahatsızından, ama maalesef yeteri kadar rahatsızı yoktu. Aksine sıcacık ufak bir oda, birbirini seven insanlar, yanaklarındaki mutluluk emaresi solgun bir pembenin ardından şarkılar mırıldanıyorlardı. Şömineyi de unutmamak lazım. Bana da rahat bir koltuk düşmüştü ama benim istediğim bir Schiele figürü gibi beni huzursuz ve "köşeli" pozisyonlara sokabilecek yamuk iskemlelerdi en fazla. İçim daha fazla huzuru kaldıramayınca, birkaç şarkı dinleyip çıkmıştım. Kendimi kapı komşuları Besnard Lakes'e atmıştım da, onlar istediğim türden bir konforsuzluğu tedarik etmişlerdi bana.

Geçen seneydi, Beach House gözüme bir güzel göründü bir güzel göründü sormayın. Birkaç kez üst üste şarkılarını dinleyince, "canım" falan demeye başladım hatta. Onlar da iyi insanlar, hiç surat asmadan beni yeniden aralarına aldılar. Sonra bir haber geldi, bizimkiler ilk gençlik rüyaları görmeye başlamışlar. Bu rüyaları sabah uyandıklarında hiç üşenmeyip defterlerine yazmışlar, yorumlar yapmışlar. Sonra da başkalarına anlatalım, belki onlar bir anlam verirler diye şarkı haline getirip albüm çıkarmışlar. Dinlemeye başladığım anda pek sevdim ben de. Hemen aradım, bazı rüyalar üzerine yorumlar yaptım. Çaktırmadan mutlu görünen şarkıların ardındaki sözleri eşeledim, içlerinden çıkan garip görünümlü yaratıkları kovaladım. Ortaya çıkan sonuçtan da umuyorum ki bugün bir yazı yazacağım.

Artık daha fazla erteleyemeyeceğim bir review beni beklemekte o yüzden biz (Beach House ve ben) size sevgiler diliyoruz ves onra tekrar görüşmek üzere diyoruz.

Cuma, Ekim 03, 2008

"You've got disaster on your mind"



The Besnard Lakes'i çok özlemişim.

Sanırım birkaç saatir aralıksız dolandım orada burada. İ. saat 4'te İstanbul'a gidiyor olduğunu söylemişti. REM izleyecek kendisi. Nedense hiçbir zaman REM konserine gidecek akdar sevemedim o grubu. Halbuki lise zamanlarımda insanların sevdikleri gruplardan bahsettiklerinde kendilerine saygı puanı kazandırdığı için pek bir hevesle kullandıkları bir isimdi REM. Toplasanız on tane şarkısını bilirim bilmem. Eminim ki grup çok başarılı yoksa bu kadar sevenleri olmazdı ki evet seven insan sayısı bir kriter oluşturmaz normalde bir grubun kaliteli olup olmadığına dair ama işin içine sevilen grupların etkilendikleri isimleri sayarken bu grubu atlamamaları ve etrafımda müzikten anladığını düşündüğüm insanların REM sevgisini düşününce, evet diyor insan; bir şeyler mutlaka vardır ben göremesem de. Ama ne yalan söyleyeyim, grubun müziğinin çaldığı yerde müzk boşlğu hissediyorum her seferinde. Sevdiğim birkaç şarkısı dışında hayat boyu bu grubu dinlemeyebilirim ki o sevdiklerimi de dinlemesem de olur. O derece kayıtsızım.

Neyse işte, geçende NTV radyo dinlerken bir yerde, bir anda Spiritualized ve REM isimlerini yanyana duydum (bkz: yanyana durmak). Tabii şok içinde internete sarıldım ve bu zamana kadar bir kez bile merak etmediğim konser bilgilerini harıl harıl aramaya koyuldum. Kolay oldu tabii öyle zorlanmadım böyle harıl harıl desem de. Konser biletlerinin satıldığı bir yerde konsere ön grup olarak Spiritualized'ın çıkacağını öğrenmiş bulundum ve bunu önceden öğrenmediğim için kendi kendime sinirlendim. Zira Spiritualized ön grubu olduğu REM'den daha çok heyecanlandırıyor beni. En kötü zamanlarımın, sessiz kalıp içimden tek kelimenin çıkmadığı zamanlarda beni ifade eden kişisel sözcüm ilan ettiğim gruptu bir ara geçen sene Kasım-Aralık civarlarında. Imagine Room'a da boy boy videolarını koymuştum, şarkılarından başlıklar yapmıştım. Ama sanırım iyi oldu gidemiyor olmam çünkü hiçbir şekilde o grubun bana anımsattığı anlara, şeylere, kişilere aklım kaysın istemiyorum. NTV'den izlerim ben görüntülerini. Bir de İ.'e söyledim, eğer Broken Heart veya Ladies and Gentleman, We're Floating In Space çalarlarsa beni arayacak ve bana dinletecek bu şarkıları. O zaman sorun yok.

Dün K. buradaydı. Son dakikada akşam yemeğine geldi. Güzel yemekler yaptım her zamanki gibi. Sonrasında da domestik domestik kış çaylarımız ve ortamızda Mırlayan Paul ile dün aldığım altı filmden birini seçip izlemeye koyulduk. Kim Ki-Duk adlı pek bir sevdiğimiz yönetmenin Boş Ev'ini (Bin Jip) izledik. Eminim bir çok kişi şimdiye kadar izlemiştir zira yeni br film değil, taa 2004'ten. Filmde genç br adam görüyoruz. Evlere giriyor bu adam. Hırsızlık amacıyla falan değil, sadece birkaç gün orada kalmak için. Girdiği her evde evsahibinin çamaşırlarını elleriyle yıkıyor, evsahiplerinin fotoğraflarıyla fotoğraflarını çekiyor gayet sevimli bir şekilde. Sonra bir eve daha giriyor ve filmin sonuna kadar aşık olacağı kadınla karşılaşıyor. Bundan sonrası epey bir spoiler olacağından bir şey söylemeyeyim diyorum. Ama ilerde bir gün mutlaka yazacağım bu filmle ilgili daha adamakıllı bir şeyler. Dolls'u izlerken oraya buraya saçılan ben, bu filmi izlerken çocuğun sevimliliğine mi, onların aşklarının güzelliğine mi, aralarında sonsuz bir telepati varmışçasına tek kelime etmeden birbirlerini sevişlerine mi, girilen her evde ayrı ayrı görülen Kore geleneklerinin bize sunuluşundaki ustalığa mı yoksa tüm filmin anlattığı ne varsa bu denli basitçe ifade edilmiş olmasına mı aşık olayım bilemedim. "Sessizce, kendiliğinden ve sürtünmesiz" diyerek ifade ettiğim ideal ilişki tanımımın kurgu haline getirilmişi olan bu film izlenesi ve arşivlenesi.

Cuma, Şubat 29, 2008

"who'd ever thought you'd join a band"

"En çok da neye üzüldüm bu son bir ayda biliyor musun? O yolculukta izlediğim bir film vardı. Az önce gördüm. İzlerken pek beğenmemiştim ama bir gece yarısı yürüyüşüne fon müziği olması beklenen şarkıları ("seni benim yapamıyorum görünüşe göre" diyor(du o zaman da) benim için bir tanesi hatta) filmin daha en başından duyunca takılıvermiştim. Onu görünce içimde, bir türlü yapılamayan ve bunca şeyden sonra da yapılamayacak olan o yürüyüşe çıktım. Tam da üzerimde seni gördüğüm zamanki kokumu sürmüşken sabah sabah. Bu ikisinin üstüste denk gelmesini büyük bir tesadüf olarak algılayabilen bir tek ben olabilirdim zaten. Sen değer vermezdin; versen de şimdiye çoktan unutmuştun bile!"

İstanbul pek güzeldi her zamanki gibi. İ. ile Ara'da yenen güzel bir akşam yemeği ile başladım. Ama önce Gümüşsuyu'na adımımı attım tabii. Sonra Ara'dan çıkıp, E. ile Doğan Apartmanı'nda geçirilmesi planlanan bir gece. İ. ise erkenden kalktı. O sırada çalınan kapı ile içeriye üç erkek birden giriverdi. Birini hiç tanımıyordum. Sonradan marangoz olduğunu öğrendim. Birini tanıyordum: C., diğerini ise tanımıyordum ama tanıyordum oradan buradan: O. Güzel bir geceydi. Ertesi günkü görüşme için erken yatayım demişsem de olmadı. Saat 3'ü buldu uyumam.

Ertesi gün saat 10'da E.'in telefonuyla uyanış ve O.'ı uyandırma faslı. Kulaklarımda çınlamakta sesi: "Tamam aşkım uyanıyorum". 15 dakika debelendikten sonra uyandırabildiğim o adam ile 2 saatlik bir mutfak keyfi ve sonrasında Galatasaray Lisesi karşısındaki kuaföre gidiş...

Metrocity'de diğer E. ile buluşma ve günün kaçıncı olduğunu bilmediğim kahvesini içerken yaşanan heyecan. 21. katta kırk dakika süren bir görüşme sonrası yüzümdeki mutlu ifade ile çıkış ve Kanyon'da yenilen koca tabak dolusu yemek.

Sonrasında ise C. ve pek sevgili sevgilisi Y. ile buluşuldu yanımda sabahtan beri benimle dolaşan E. ile. Kum Saati'nde içilenler ve güzel sohbet... Bundan hemen sonra apar topar Doğan Apartmanı'na doğru bir yolculuk ve oradan tekrar Gümüşsuyu.

Hiç üşenmedim bunları yazarken evet. Siz de üşenmediyseniz sürpriz hediye falan vermiyorum bu yüzden hiç heveslenmeyin.

Son iki gündür yorgunum. Ara ara moleskine'ime yazılar yazıyorum. Onlarla ilgili ayrı bir yazı yazsam daha mutlu olacağımı düşünüyorum. O zaman why not?

"Filmde diyor ki biri diğerine ´Neredeydin?`, diğeri cevaplıyor, ´Seni unutmaya çalışıyordum veya affetmeye.` Bunun üzerine unutmak mı affetmek mi daha kolay diye düşünmeye başlıyorum. Biri diğerinin önkoşulu sanıyorum."

Pazartesi, Şubat 25, 2008

"it's your life and it's your love"

Dün Lykke Li dinleyeceğim demiştim ya. Yalan oldu o. Lost'un official podcast'ini dinledim. Epeyce özlemişim bu yayınları indirip dinlemeyi. iTunes'un podcast kataloğundan indirilebilen ve iTunes'u her açtığınızda güncellenen bir radyo programı bu. Damon Lindelof ve Carlton Cuse beni sabah sabah güldüren eğlenceli programlar yapıyorlar her bölüm sonrası ve eski bölümler üzerine hem soruları yanıtlıyorlar, hem de gelecek bölümlerle ilgili arada sırada nadiren de olsa minik ipuçları veriyorlar. Mesela bugün bir manyağın "Hurley şu bölümde bilmemkaç defa ´dude` dedi, o bölümde bu kadar, şu bölümde bu kadar. Bunun nedeni nedir?" gibisinden bir soru cevapladılar ki duymanız lazım! Velhasıl her Lost delisinin dinlemesi gerekiyor bunları. Bugün dinlediğim son podcast'ten sonra bu adamlarla arkadaş olsam ne çok güleceğimi ve eğleneceğimi düşündüm. Böyle insanlara had safhada ihtiyacım var sanırım. Ama bu kadar zeki, çevik, ahlaklı ve Lost senaristi olanını nereden bulurum bilmiyorum.

Neyse işte, yarın İstanbul'da olacağım bu zamanlarda. Belki G.'de belki de E.'de kalacağım. Henüz bilmiyorum, karar veremedim. İstiyorum ki her şey yolunda gitsin ve mutlu mutlu döneyim buraya. Yeni yeni heyecanlarımın olması ve artık günlük hayatım hakkında, "şimdi"yle ilgili yazıyor olmam ne kadar harika bir his anlatamıyorum.

Ben bu ara çok dalgınım bir de. Orada burada eşyalarımı unutuyorum. En son makyaj malzemelerimi takside bırakmışım. Şoförün karısı pek mutlu olmuştur herhalde. Ha bir de gündemdışıyım fena halde. Hiç telaşlanmıyorum ama. Kendi halimde seyretmek öyle güzel ki, istemediğim hiçbir şeyi değil yapmak düşünmek bile istemiyorum.

The Besnard Lakes diye bir grup yakalamıştım bir gün ava çıktığımda. Ava da çıkmamıştım da tesadüfen karşıma çıkmıştı bu grup. Onları dinledim sabah birkaç kez. Son zamanlarda kendi kendime bulduğum en güzel grup kendileri. İzleyiniz diye video da koyuyorum (video için teşekkürler, ben bilmiyordum). Böyle de süper bir insanım.

Karşınızda pek bir güzel videosu ile "For Agent 13":

Pazar, Şubat 10, 2008

"He messed up forsaking our love"

Her hafta "The Fountain" izliyorum ben. Birileri beni durdursun. Gelip de bana beraber izleyelim istemesin kimse bu filmi. Artık kare kare biliyorum herhalde ve maalesef bu iyi bir şey değil.

Birine şarkılar yolladım. Sözlerine bakmamıştım. Görünce ilginç seçimler olduğunu kabul ettim kendi kendime. Başlık ise bu şarkılardan birinin sözleriymiş. Hoşuma gitti; maalesef.

Uzun süredir bir ne istediğini bilmeyen, bir de hayatta ne istemediğini bilen biri olarak boşlukta salınıp duruyorum. Bugün hatta bir saat önce olabilir, ne istediğimi buldum bir anlığına. A Lily'nin bir şarkısına sakladım bu isteğimi. Yine bir şeyleri yeni ve bilinmedik birileriyle paylaşmak üzere saklamaya başlamam mutluluk verici; arada bir umudun kendini göstermesi ise ilginç.

Dün ise insanların ortasında kısıtlı bir zamanda başımı gömdüğüm, zorluğu "inanılmaz" diye nitelendirilen sudoku kitabımın üzerine "Killing All the Flies" yazdım şarkıyı zorla kendime dinletirken. Zorla kendime Mogwai kürü yaptım (nasıl bir kürse o artık!). Take Me Somewhere Nice dinlettim kendime dört beş defa (ayrıca alakasız ama Happy Songs For Happy People ne güzel bir Mogwai albüm ismidir. Gerçekten de mutlu insanlar için mutu şarkılar olabilir o albümdekiler). Tabii bunu yapmamın nedenleri vardı. Hatta eminim az sonra yine aynı nedenlerden yapacağım aynını. Dün iki saat boyunca S. ile konuşurken ve hatta bunun öncesinde bir yerde oturup kendi kendime yazılar yazarken, içime çektiğim her koca nefesten sonra içimden bir şeylerin çıkması gerektiğini hissedip, onlar he ne ise artık söz olarak çıkmaması içimden... Madem sözsel olarak ifade edemiyorum dedim, açtım ben de o ruh halimi en iyi ifade edecek şarkıyı. Benim yerime notalarla, enstrümanlarla ve sözlerle ifade etmişler sağolsunlar. Adını da Türkçe'ye özensiz çevirisiyle "beni hoş bir yerlere götür" koymuşlar.

Şarkı beni gerçekten öyle hoş yerlere götürdü ki, o sırada bedenimin bulunduğu yerle ruhumun gezindiği yerler arasındaki fark, beni sırasıyla tuvalete, balkona (bu soğukta evet) ve son olarak da sudoku kitabına yüzümü gömüp, kimsenin o ifadeyi görmeyeceği şekilde oturmaya yönlendirdi. Tuvaletteyken aynada gördüğüm yüzüm hiç iyi değildi. Braque bu halimi görse ne güzel çizerdi beni şimdi dedim hatta içimden. Hiçbir şeyin bir kez daha aklıma gelen görüntüler kadar güzel olmayacağını, aslında o güzel olan ne varsa her şeyi sadece tek taraflı yaşadığım gerçeğini insanlardan sürekli sakladığım gözlerimin içine sokup durdu şarkı. Sözlerle ifade edemediğim anda farklı yollarla kendimi ifade edebildim sanırım özellikle de bu şarkı sayesinde.

Bu kadar güçlü etkileri olan şarkıları yaratma hakkını kim veriyor bu insanlara?