Pazar, Haziran 29, 2008

"... the faces of people goin' by..."

Hep aynı şey oluyor. Aynı şeyleri yazmaktan bıkıyor insan bir süre sonra. Ama içimde bir şeyleri ifade etmek gibi bir istek var. Ortada ifade edilemeyen bir şeyler olmalı diye düşündürüyor bu da. Düşünndürüyor da bir şey mi oluyor? Hayır! Yine aynı bomboş bakıyorum ekrana ve yazıyorum.

Bugün Zach Braff'ın oynadığı ve Y.'den aşırdığım filmlerden biri olan The Last Kiss'i izledik. Film 29 yaşındaki bir adamın sevgilisinin hamile olduğu haberini kızın ailesine vererek başlıyor. Hayatının hep belli bir sıraya göre ilerlediğini ve beklenmedik hiçbir şeyin hayatına girmemiş olmasının verdiği sıkıntıyla canı sıkılan karakterimizn başına gelen ufak tefek olaylar dizisiydi film. Sorumluluk almaya hazır olup olmadığını sorguayan, her şeyi olduğundan daha fazla sorgulamaya alışmış eğitimli kafaların gereksiz düşünme hastalığına dair bir filmdi. Hak verdim tabii, hatırlıyorum 2 senelik sevgilimle beraber son zamanlarımızda bir kez rüyamda onunla evleniyor olduğumuzu görüp nefes nefese uyanmıştım. O ne olduğunu sorduğunda gözleri açık halde hala rüyanın etkisinde olan ben dönüp "senle evleniyorduk ya" demiştim başıma en büyük gelen en büyük felaketi anlatırkenki ses tonumla. Evet hepimiz hastayız sanırım. Velhasıl filmi Zach Braff olmasa izlemezdim zaten izlemiş olduğumu farkederek ama kendisinin gönlümdeki yeri apayrı tabii. Sırf onun hatırına zamanında L'Ultimo Bacio adıyla izlediğim bu İtalyan asıllı filmi bitirdim de denebilir. Yalnız değildim tabii. U. da vardı yanımda. O da "Ee yani?" dedi film bitince. Ee yani cidden...

Bu aralar yine tonla şey geçiyor aklımdan ama hiçbirinin ucundan tutup bir yere sürükleyemiyorum zira kendileri benden güçlüler sanırım. Artık benim güçsüzlüğüm müdür onları güç sahibi olmasından mıdır bilmiyorum ama bu durum bende son derece büyük bir kafa karışıklığına neden oluyor. Hatta öyle ki, gün içinde beni görenler "İyi misin?" diye soruyorlar tuhaf ve meraklı bir tonla. Ben de her seferinde "İyiyim tabii niye ki?" diye soruyorum. Uyuyorum sanki sürekli bu düşünce bulutlarının içinde. Uyanırsın beni biri rica ediyorum.

Ha bir de bazı normal ötesi şeyleri zamanla o kadar normal ve standart olarak bellemişim ki arada kendimi dinleyebildiğim zamanlarda bazen sessiz bazen de mırıldanarak öyle şeyler söylüyorum ki aklım almıyor. Durduk durmadık yerde aklımda sorun yaratan şeylerle ilgili acaip dilek ve isteklerimi dile getiriyorum. Sonra pişman bile olmuyorum. Sorun da bu sanırım. Eskiden ne yapıyorum deyip kendimi durdururdum. İstediklerimi editlerdim etik metik diyerek. Şimdi öyle bir kaygım da yok cidden. Ama eskiyle kıyasladığımda kendimi ne çok değişmiş olduğumu görüyorum. Değişimin yönüyse hiç hayırlı değil. Demiştim Dark Side'a geçmeye başladım diye sene başında da.

Arada da ne kadar takıntılı bir insanım diyorum. Takıntımın boyutlarını öğrenmem her zaman can sıkıcı durumların sonucunda oluyor. Acaip şeyleri anımsıyorum. Mesela biri hayatımda değil diyelim. O insanı belli bir süre masif halde özledikten sonra (-ki özlemek benim için çok ekstrem bir his, nasıl ve ne şiddette ve miktarda bir sevgiden kaynaklanıyor limitlerini kestiremiyorum. Sanırım çok büyük olmalı ve çok uç olmalı bir şeyler) o insanla ilgili masif olarak özlediğim insana odaklanmaktan kaçırdığım ayrıntılar aklıma geliyor. O ayrıntıların arasında gülerken çıkardığı sesler veya çantasının üzerindeki bilmemneler olabiliyor. Ve aradan aylar yıllar geçmiş olsa da bu ayrıntıları o kadar süreden sonra anımsadığım için sanki daha az önce yanımdalarmış da bundan sonra onları hiç görmeyeceğim bir durumda benden uzaklaşmışlar gibi geliyor. O noktada da en az o insanı bir daha görmeyeceğimi farkettiğim o ilk andaki kadar üzülüyorum. Bu böyle hatırladığım her ayrıntı için yaşanıyor tarafımdan. Çok hastalıklı değil mi?

Ayrıca buradan şu güzel Overdub'ın şu Radiohead bootleg'ini dinleyin ve şaşı bakıp şaşırım. Ma'ya teşekkür ederim çok. Duyuyordur herhalde beni sayın Akrep adamı.

İyi geceler efem.

"Take me on a trip, I'd like to go some day..."

En son yazdığım Süpersonik yazısından sonra, ertesi gün yani dün oluyor bu sanırım, iPd'um shuffle'daydı kapıdan çıktığımda her zamanki gibi sabah. Günün ilk şarkısı ritüelini başlattığım anda şu şarkıyı gördüm: Supersonic - Jamiroquai. Bir bildiğim varmış demek ki dedim. Sonraki French Teen Idol'la üzerime aldığım hafif giysileri çıkarıp o sıcakta kazak, kaban falan giymiş gibi oldum. Yoluma devam ettim.

Babam biraz kötüymüş. Ona canım sıkıldı bugün. Sırtında bir ağrı varmış, sesi de çok yorgundu. Çok canım sıkılıyor haliyle içten içe.

Onun dışında da bir şey yapmadım pek. Cansei de Ser Sexy'nin yeni albümlerini indirdim dün. Bugün eve geldiğime dinlemeye başladım ama sandım ki ilk dilediğim şarkıları albümün en vasatları. Düşündüm ki albümde en az 3-4 tane eski CSS ayarında şarkı olur. Ama maalesef yokmuş öyle bir şey. Albüm başladı çalmaya v bitti. Arada bir tane aklıma takılan bir şarkı olmadı. Bir defa daha dinlemeye bile isteğim yok. Hayalkırıklığı oldu yani.

Bugünkü baba haberinden sonra kendimi eğlendirmek için Estelle'in Kanye West'le söylediği American Boy'u dinliyorum. Videosunu bile indirdim şarkıyı tek bulamayacağımı düşünüp. Dışarı çıkasım da olmadığından Nada'daymışım hissi yaratıyor arada. Bu şarkıyı duymadığım bir gece geçirmedim orada tabii ondandır.

Güneşin enerjimi sömürdüğü ve yok ettiği günlerdeyiz maalesef. Elimi kolumu kaldıracak halim olmuyor çok zaman. Bugün Starbucks'ta birilerini beklerken de hafiften yağan yağmur biraz olsun rahatlattı ama öyle bir yağmur lazım ki ruh halimi düzeltmeye ancak Sonbahar veya İlkbahar'da görülebilecek türden masif olmalı.

Moleskine'lerimden biri de arkadaşlarım akıllarına gelen saçma veya ciddi şeyleri yazsınlar ve benimle paylaşsınlar diye yanımda geziniyordu. Bugün birisi oraya bir şeyler yazdı. O kadar bendi ki yazdıkları, okurken "ben yazsam bu kadar olmazdı" dedim. Sonra da yazanı düşündüm. Kim ki o zaten dedim. Gülümsedim.

Günün sonunda hiçbir şey yapmamış olduğumu farkettiğim zamanlardayım. Onun dışında 60 koruma faktörlü güneş kreminden aşağısının kurtarmadığı bugünlerde bir şeyler değişiyor, değişmiyor. Can sıkıntısı hep aynı kalıyor; American Boy bile kurtaramıyor bazı anları. Sonra D.'yi açıyorum. Öyle bir uyumlanıyorum ki lanet olasıca şarkıya, bu benim gizli şarkım olsun istiyorum. Burada kimseyle paylaşmayayım. Kendi kendime söyleyeyim, dinleyeyim. Last.fm'de bile görünmesin diye şarkının klibini indirdim. O kadar bana ait olsun istiyorum. İyi de yapıyorum.

Sonra aklıma şu halimde kalmak için, başkalarını yanıma almamak için ne kadar uğraştığım geliyor. Nasıl da çabalıyorum diye şöyle bir düşününce şaşırıyorum bu kadar gayretli oluşuma. Hayatımda az şeye karşı bu kadar gayret göstermişimdir. Bu kadar yabani davranabiliyor oluşuma şaşırıyorum. Ne zaman bu kadar kabuk bağladı derim? Cevap buluyorum ama sesli söylemek istemeyeceğim kadar derinlere itmiş olmalıyım bu tür cevapları ve nedenleri.

Artık susayım diyorum. Her şey yerli yerinde olsaydı veya her şey tam tersi bir dağınıklık içinde olsaydı susamazdım biliyorum. İkisi arasında arafta kalmış, asılı duruyorum. Bu halimden hiç hoşlanmıyorum.

Cuma, Haziran 27, 2008

Süpersonik

Bugün her telden çalıyorum, farkındayım ama bugün emlakçıda gördüğüm bir şeyi buraya yazmam lazım. İlan şöyleydi:

"Bahçelievler'de, 1. cadde'de 3+1 SÜPERSONİK ev. 175.000 ytl"

Bir an evin içinde ne olduğunu düşündüm. Aklıma nedense ilk anda evin Jamiroquai tarafından tasarlandığı fikri gldi. Nedeni de sanırım tam da onun şarkılarına benzer bir söz o "Supersonik". Mesela Jamiroquai'den duyulabilecek bir şarkı olabilirdi "Supersonic House". Emlakçı camında bunu görmek ayrıca şaşırttı zaten. "Bombastik bir ev" dedi Ayça da ilk tepki olarak. Daha yorum yapamadık. O şaşkınlıkla Ayça'nın ayağına yapışan tüylerin bizi yönelttiği yerlere doğru yol aldık.

"You can't hold it too tight, these matter of security"

Çok gürültülü bir yerlerden gelen bir ses geldi dün akşam kulağıma. "Korkma sakın" diyordu ses. Sesin sahibi kendisi korkarken, ben nasıl korkmayayım diye düşünüyorum o ana sıkışmış halimle. Sonra inanmaya karar veriyorum o sese. Tam inanıyorum, beni en büyük korkumla yüzleştiriyor.

Nasıl korkmayayım diyorum şu anda şimdiki halime dönüp. Cevap gelmiyor. Hatta öyle ki karşımda kimse yok. Sadece olmayan bir Pace Is the Trick var çalan. Diyor ki şarkı:

"And to all the destruction in men
And to all the corruption in my hand
And now I select you, slow down I let you
See how I stun see how i stun"

Her şeyin ayan beyan ortada olması ama görülmemesi hala şaşırtabiliyor bazen; ne garip?!

Perşembe, Haziran 26, 2008

Radiohead March

Oha demek istiyorum bunu izlerken. Tesadüfen buldum bu videoyu ve hayatımda gördüğüm en acaip şeylerden biriymiş meğerse. Bunu da yapmışlar!








Lustige Videos – Gratis Fun Video – Deine funny Videos bei Clipfish

"Come for me, Cover me, Come for me, Comfort me"

Deerhunter'ın Microcastle'ını dinleyin, dinletin! Benim kulağımda olmasa kafamın içinde dolanıyor şarkılar. O derece sevdim. Agoraphobia'ya da dikkat edin demeyeceğim zira edeeksinizdir zaten.

Dün gece öylesine otururken Nada'da, garip garip şeyler farkettim kendimle ilgili. Dün gecenin teması garip şeyler farketmek gibiydi zaten. Hangi birini buraya yazayım, hatta yazayım mı bilemediğimden bu konuyu hemen kapatıyorum.

Bir süredir, iş, alışveriş ve fiş olarak geçiriyorum zamanımı. Fiş yerine ev okuyunuz lütfen lakin oradaki uyumu bozamazdım. Spora gittim mesela geçen gün gitmediğim beş günün sonunda. Beş gündür uyuyor olduğumu farkettim ve spor sayesinde o uykudan uyandım. Buradan anlaşılacak sonuç sporu ihmal etmemek lazım.

Geçen gün Muzo'yla otururken bir yerlerde, onun aldığı Wallpaper ve Grafik Tasarım dergilerine göz gezdirdik. Her iki dergide de dikkatimi çeken şeyler oldu. Bunlardan biri de mesela bir süredir dekorasyon, tasarım sitelerinde de gözüme çarpan bir şeydi. O da artık kitapların da bir tasarım objesi olarak kullanılıyor oluşu. Ne kadar iç dekorasyon fotoğrafı görüyorsam bunların yarısından fazlasında bir köşede duran kitaplar, ev sahibinin zevklerini yansıtacak ve aynı zamanda dekorasyona uygun renkte ve formatta olacak şekilde oraya özellikle konulmuş oluyor. Artık kitabın üstündeki fontun, kapağının renginin, duvara asılan ve evsahibinin zevkini yansıtan bir resim kadar önemli olduğu bir dönemdeyiz galiba dedim sonra da. Az önce de Bibliochaise diye bir şeye rastladım. Şöyle bir şey kendisi:


Sanki kitaplık yapılacakmış da kitaplığın olduğu odaya oturulacak yer son dakikada düşünülmüş. "Şu parçaları birleştirelim ortasına da yastık koyalım" denilmiş. Bunlardan bir tane evime alır mıydım bilmiyorum ama sevimli geldi. Buradan ulaşınız sitesine.

Evimde şu anda kalan biri var çok gizli, çok sevdiğim. Uyandı. Yanına gideyim onun. Sonra devam edeceğim.

Cuma, Haziran 20, 2008

"Everybody in his or her own life needs a hobby...

... Fills the voids that working late create" demiş bir şarkısında Liars denen şahane grup.

Bir süredir bir şeyler yazamıyorum. Sağolsun pavilion'um birkaç kez daha yapmış olduğu gibi kapanıp bu sefer cidden de açılmamaya karar verdiği için ve oradan buradan internete girmek istemedim. Girdim aslında mesela kardeşiminkinden mail bakmak için veya işyerinden ama tabii minimumdaydı kullanımım. Bir kez daha başka bilgisayarlarda iş yapmaktan ne kadar hazetmediğimi görmek açısından faydalı bir deneyimdi bu hafta.

Tüm bu bilgisayarsızlık içinde geçen birkaç günde (6 gün), reader'a bakmadığımdan bugün yeni bilgisayarımla -ki kendisine bilgisayar demek istemiyorum, reader'ı kontrol ettiğimde bana 768 tane okunmamış item olduğunu gördüm. Başladım ve tam 3 saatte ancak bitirebildim. Aklımın içinde türlü türlü haberler, yazılar dolaşıyor. Ama olsun. Yine de yazmak istedim.

Bu hafta boyunca kendime yeni bilgisayar ne almalı diye düşündüm düşündüm. Araştırdım. Sonunda buldum ve bugün elmasepeti'ne gidip imac'imi aldım. Mutluyum! Kendisini kurcaladıkça daha çok kurcalamak istiyorum. Tanıdıkça daha çok seviyorum. Yeni fetiş objem ve takıntım oldu bir anda tabii. Bugün derste canım sıkıldığında, öğrenciler soruları cevaplarken mesela aklıma geldi bir anda evde beni bekleyen bir imac'im olduğu ve gülümsedim kimseye çaktırmadan. Sonra koşa koşa geldim. Başına oturdum kocaman ekranın. Muzo sağolsun apple konusunda epeyce deneyimli olduğundan kendisinin başını şişirmelerime gayet aklı başında cevaplar verdi ve bir nevi helpdesk oldu bana taa Eskişehirlerden. Kendisine buradan da teşekkürlerimi sunuyorum. Yarına Nada shotlar benden olacak.

Bu hafta içinde pek de değişik bir şey olmadı aslında. Yarına bu saatlerde Ayça'nın burada olduğunu bilmek daha da mutlu ediyor mesela beni. Bugün güzeldi. Yarın daha da güzel olacak diyorum ve giderek artıyor her şeyin daha iyi olacağına dair umudum. Hakikaten de oluyor sanırım.

Bir yerlerden haberler bekliyorum ve bu olumlu gidişata bakılırsa istediğim gibi olur o haberler diyorum.

Bu hafta bol bol film izledim ve kitap okudum. Internetsiz hayatın güzelliklerinden biri de başka şeyler için daha kolay vakit ayırabiliyor olmak sanırım. Tabii bilgisayarım olmadığından taaa iPod partisinde kazanıp bir türlü kullanmadığım hoparlörleri yerinden çıkardım ve ipodumu tam orta yerine oturttuktan sonra odamdaki fon müziği eksikliğini giderdim. Neler dinlediğime gelince, Tapes'n Tapes ve Liars gittikçe daha da çok sevdiğim gruplar haline geldi mesela. Sonra az önce Pitchfork'un 3 küsür puan verdiği The Ting Tings'in We Started Nothing albümünü dinledim. Pitchfork'u buradan kınarken, Coldplay'in Viva la Vida'sına verdikleri 6.5 için aynı anda kutluyorum da. Sigur Ròs'un şu an buraya kopyala yapıştır yapmaya üşendiğim albümlerini de dinledim ama nedense bir türlü istediğim hissiyata bürünemedim. Belki öyle bir hissiyat falan istememeliyim tabii. Ne akdar beklenti o kadar hayalkırıklığı. Kendilerinden bir tekrar beklemiyordum da ama ne bileyim, bu kadar da garip gelen bir albüm yapacaklarını hiç düşünmemiştim. Ondan garip geliyor tabii o da ayrı bir şey.

Daha yazardım. Aklımda onlarca şey var ama maalesef kurcalayacak çok şey var ve ben biraz keyif yapmak istiyorum. Az sigara, bol spor, film, müzik ve kitap, internetsiz bir hafta... Eğer her böyle geçirdiğim hafta, sonunda bana böyle güzel bir hediye verecekse, hayatımı böyle bir yaşama adayabilirim.

PS: Maçı penaltılarda izledim ve deadline manyağıymışız milletçe; yine onu farkettim.

Çarşamba, Haziran 11, 2008

"Meet me in Montauk"

Az önce K.'a dedim ki, "Lost denen dizi yüzünden, o kadar aşk meşk acısından sonra bile Eternal Sunshine'ın gerçek olmasını istemeyen ben, artık o filmde Lost'u unutmak ve hafızasından sildirmek isteyen biri haline geldim."

Sinir oluyorum. Ocak'a veya Şubat'a kadar neden beklememiz gerekiyor?

Sonra neyse, eskilerden biri geldi, eskilerden konuşmaya başladı. Sonra bir an Leb-i Derya'da oturulan ve eskilerin bitişine şükredilen bir an geldi gözümün önüne. Bunu unutmak istiyor muyum bilmiyorum işte. Yeniden başlamayacak olduğunu bildiğim için sanırım.

Bu anlamsız gece çağrışımından sonra, uyuyayım ben en iyisi. İyi geceler.

Salı, Haziran 10, 2008

"Birileri bize çok acı çektirdiler"

Ben aslında çok Türkçe müzik dinlemiyorum. Dinlediğim isimler annemlerin ben küçükken dinlediği ve dolayısıyla oraya buraya giderken arabada dönüp duran şarkıcılar genelde. Geçen gün U. bana bu konuda önyargılı olduğumu söyledi hatta ve neden böyle peki dedi. Ben de o anda aklıma gelen ilk mantıklı fikri (itiraf ediyorum başka bir şey gelmemişti zaten) söyleyiverdim. O zamanlardan kalıp da şimdilerde hala dinlediklerim dediğim gibi ebeveynlerimin veya küçükken anne-babamdan fazla sevdiğim Y. teyzemin dinledikleri. Yani güncelleşmiş bir Türkçe şarkı/sanatçı listem ne yazık ki yok. Onların bana aşıladıkları arasında türlü türlü yabancı grup da vardı tabii. Sonra hayatıma giren isimler oldu yavaş yavaş. Mesela iflah olmaz bir Madonna hastasıydım. Michael Jackson'ı dinlerken mutlu olurdum falan (evet, yazı gittikçe itiraf.com'dan alıntılanmış gibi oluyor). Tam bunları söylerken U.'a o anda hayatımın hangi noktasından sonra Türkçe müzik dinlememeye başladığım geldi aklıma. İngilizce öğrenmeye başladığım 11 yaşında olduğum o sene, dinlediklerim epeyce değişmişti. Günde 8-9 saat sadece İngilizce konuşulan bir okulda, tenefüs aralarında bile o gün öğrendiği 10-15 kelimeyle cümleler kurmaya çalışan bir insana dönüşmüştüm. İngilizce öğreneceğim sevdasıyla kendimi bildim bileli bir şeyler yapmaya çalışmıştım zaten. Artık hayatım İngilizce'yi düşüncelerimi bile bu dille aklımda çarpıştıracak kadar öğrenmeye adanmıştı sanki. O sıralarda anadilim kadar bu dili her yönüyle öğrenmeye programladığımdan kendimi, yavaş yavaş kendimi ifade ediş yollarımı da bu dilden kaynaklara kanalize etmiştim farkında olarak/olmayarak. O noktadan sonra artık dinlediğim Türkçe şarkılar aklımda doğru yerlere çağrışımlar yapacak ifade gücünü yitirmiş olmalılar.

Lost'ta Ben'in adayı bir şekilde taşıdığı o sahnede aslında bu durumumu da açıklıyor gibi. Adam aslında adayı taşımadı da adaya giden yolları değiştirdi. Mesela küçükken sürekli gittiğiniz ama sonradan unuttuğunuz bir köy düşünün. Bu köye seneler sonra tekrardan gitmeyi denediğinizde, giden yolların değişmiş olduğunu görüyorsunuz. Eski yol olmadığından oraya nasıl gidildiğini bilmiyorsunuz ama elinizde güncel bir haritayla kolayca buluveriyorsunuz orayı. O zamanlar bu yeni öğrendiğim dil aklımdaki uzun süreli hafızamda tutmaya çalıştığım her şeyi tıkıştırdığım odama giden yolları değiştirdi. Artık eski yolla 27 senelik bilgilerle güncellenmiş olan o odaya ulaşamıyorum ama tam da o yolları henüz değiştirmediğim zamanlarda içinde tuttuğum her şeye yine o eski yollarla yani o zamana kadar dinlediğim şarkılarla ulaşabiliyorum. Hayatımda o zamana kadar anlamlı olup saklamaya çalıştığım herşey o dönemde dinlediklerim üzerinden daha rahat çağrıştırılıyor. Ama yeni yollarla ifade ettiklerim de o dilin hüküm sürdüğü bir tag bulutu ile anılıyor içimde. Sanırım bu yüzden Türkçe müziği en yoğun dinlediğim o zamanlardan sonra anadilim gibi öğrenmeye çalıştığım için her kısmıyla ayrı ayrı haşır neşir olduğum ve bu yüzden içine fazlaca bulandığım bu dilin ifade şekilleri, yapısı, kelimeleri ve sesleri yüzünden eskiye dönüş yaşayamıyorum pek sık. Anadilim olan Türkçe ile bir türlü şu anki odaya ulaşamıyorum. Maalesef ve evet maalesef anlam kazanamamakta anadilimle kurulmuş şarkılar içimdeki odada. Bir türlü oturmuyor o yüzden hiçbir şarkı hiçbir kavrama ve ana...

Arada da böyle nadiren birileri çıkıyor yeni -ki son beş-altı senedir sanırım kimse olmamıştı, bir şarkı yapıyor, sözleri Türkçe oluyor ve beni "bu şarkı nedir acaba?" noktasına getiriyor. Bunlardan son beş sene içindeki en kayda değer olanını birkaç gün önce mutfakta bir şeyler atıştırırken keşfettim. Bat For Lashes'ın dikkatimi çektiği ana çok benzettim o andaki konumumu ve hislerimi. Ama bu tamamen kişisel bir çağrışım; o yüzden bu söyleyeceğim ismin Bat For Lashes'la pek alakası yok, baştan söyleyeyim. Neyse bu insan Yasemin Mori. 1982'li. Bilkent Grafik Tasarım mezunu. "Aslında Bir Konu Var" diye bir şarkısı var. Dinlediğim andan beri beni ele geçirdi sanırım. Sürekli olarak dinliyorum. Türkçe'yi bu tür bir müziğe ne güzel yedirmiş diyorum. İçimdekilere kendi dilim üzerinden ulaşabiliyor olmanın keyfini çıkarıyorum. Üstüne bir de müzik, klip ve ses de güzel olunca bu şarkıyı daha çok seviyorum. Hala diğer şarkıları nedir nasıldır diye merak etmemekteyim bu şarkıyı dinlemekten ama "Aslında Bir Konu Var"ı videosuyla birlikte tüketiniz diye buraya iliştiriveriyorum.

aslinda bir konu var- yasemin mori



Add to My Profile | More Videos

Çarşamba, Haziran 04, 2008

"etcetera etcetera..."

Gereğinden fazla kas yapmış insanların akıllarının gereğinden az çalıştığını daha doğrusu akıllarını gereğinden az kullandığını düşünürdüm hep. Gittiğim spor salonunda da bu tip insanlardan gördükçe bu düşünce daha da fazla aklıma gelmeye başladı. Eh tabii haftada 5 defa spora giden bir insan olarak epey de sık geliyor düşünce aklıma takdir edersiniz ki.

Velhasıl bugün yine yürürken ama yerimde dururken, yine bu düşünceyle karşılaştım aynadan bu insanlardan birini görünce. Her aklıma geldiğinde bir şeyler eklemek ve hatta bu salak genellemeyi aşmak için bir şeyler yapmaya çalışıyorum fakat sonuç hep hüsran oluyor. Bugünse bu genellemeyi çürütmek bir kenara güçlendirecek bir şeyin farkına vardım. Farkına vardığım şeyse spora gittiğimden beri düşünme eyleminden epeyce uzaklaştığımdı. Eskiden olsa bu kadar sık aklıma gelen bir şeyi mutlaka modifiye ederdim. Genellemeye tabii tutulan insanların arasından öyle olmayanları bulmaya çalışıp, bulup genellemeyi delik deşik edecek argümanlar yaratmaya çalışırdım. Ama son bir haftadır aklımdaki hiçbir konuyla ilgili hiçbir gelişme olmuş değil. Zaten düşünmüyorum da. Aslında geldiğim şu nokta da yaptığım bu genellemeyi desteklese de bir düşünce ürünü. O halde bir önceki cümlenin öznesini "-di"li geçmiş zamanda mı kullanmalıydım. Hmm...

Kendinden ödün vermeyen insanlara geçiş yapmak istedim şimdi de kendimi yazarken durduramadığım bu post'ta. Kendinden ödün vermeyen insanların her zaman yalnız kaldığı gibi bir izlenimim de var. Bu genellemede bana yardımcı olmuş şeyler tabii ki benim dünyamdan argümanlar. Benim dnyam dediğim şey toplasan 200 kişiyi geçmez ama her nasılsa o 200 kişiden yalnız olmayanlar hep verdikleri tavizlerden yakınıyorlar. Yalnız olanların bir kısmı geçmiş (farkındaysanız geçmiş dedim) ilişkileri sırasında kendilerinden ödün vermedikleri için epeyce mutlu ama yalnız görünürken; diğer kısmı "ulan keşke vişneli dondurma yemem deyip o güzel ortamı bozmasaydım şimdi bu halde olmayacaktık" tadına cümlelerle karşıma çıkıyorlar. Neyin daha iyi olduğunu da bilmiyorum ama sanırım ben ödün vermeyenlerle ödün verenlerin arasındayım. Yani aslında durum daha çok şöyle olsa gerek; ilişki içinde karşı tarafı sevdiğim kadar ödün veriyorum ama ödün verirken de mızıldamıyorum şu anda yalnız olmayanların yaptığı gibi. Bir yandan da geçmişe bakıp ödün vermediğim için mutlu olduğum durumlar varken, "keşke o taksiden inseymişim o öyle dediğinde" diyip içimi yiyip bitirmiş tavizlerim de olmuş. Peki bu durumda ben neden yalnızım diye düşünüyorum. Sanırım iki insanı bir arada tutan şey, verilen tavizleri birbirlerinin gözünün içine sokmaları. Bunu yaptıkça ilişkiyi lanet okuyarak da olsa devam ettirme ve "bana bunu yaptı ben de şöyle yapayım bari" gibi bir mantıkla ilerletme gibi bir olasılığı oluyor insanların. Benim gibilerin yalnız kalmalarının nedeni ise bu noktada verdikleri ödünleri sarıp sarmalayıp kendilerinin bile görmeyeceği bir yere gömmeleridir diye düşünüyorum olsa olsa. Saçmalıyor da olabilirim ki kuvvetle ihtimal öyle. Neyse... "Yalnız birey güçlü birey", "Başkaları cehennemdir" gibi sözlerle bu paragrafı sonlandırayım hiç de tasvip etmediğim bir şekilde.

Bir de çok yakınımda gözlemlediğim bir şey var, sık sık canımı sıkan. O da tatmin olmayan ve/veya şükretmeyi bilmeyen insanlar. İşlerini görünceye kadar sana iyi davranan, işleri bitince de "aa zaten ben o yaptığın şeyi bir çok kere gözden geçirip türlü türlü yeni şeyler ekledim. Çok harika oldu" diyen ve teşekkür bile etmeden başka bir taleple kapınızı çalan insanlar bunlar. Hepsinin canı cehenneme diyorum buradan. Bu insanların başarılarına rağmen bir türlü mutlu olamamalarını da, deli gibi para kazanıp o parayı harcama zevkinden mahrum kalan ve sürekli biriktirmeye kasanlara ve/veya rahatsız bir sandalyeye, karşıdaki daha rahat olana doğru ilerlerken şu anda oturdukları rahatsız sandalyeyi kaybetme riskini göze alamayıp yapışıp kalan insanların yaşadığı sinir bozucu tutukluğa benzetiyorum. Mutlu oluyorum sonra öyle biri olmadığım için. Oh be.

Bu uzun ve bir o kadar da gereksiz post'u burada noktalarken, tüm yazı boyunca dinlediğim Elbow'a teşekkür ediyor ve "The Seldom Seen Kid" isimli 2008 albümlerini dinlemenizi tavsiye ediyorum. Sakin sakin akıyor tüm şarkılar. Her zamankinden biraz daha parlak bir albümmüş bu ve fekat çok da hastası değilim kendilerinin o yüzden ne desem bu noktadan sonra abartmak olacak. Dinleyin işte aman ne bileyim.

Not: Bir önceki yazıda videosu görülen şahane mashup'ı buradan bulup indirebilirsiniz. Sokakta yürürken, sevdiğiniz bir arkadaşınızın üstüne o karşıdan geliyorken koşup atlarken dinleyebilirsiniz. Take Five zaten "Aman ya bırak ne üzülüyorsun" unsuruyken hayatımda, 15 Step'le olan bu uyumuyla hiçbir yere gitmeyen ama pedallarını sürekli çevirdiğiniz o bisikletin üstünde dolunayın önünden uçarak geçen E.T. hissiyatına sokabiliyor beni.

Pazartesi, Haziran 02, 2008

Radiohead vs Dave Brubeck - Five Step

Ayça gelmiş güzel yapmış. Yakında buralarda olacak olması yaz güneşinden daha çok ısıtıyor içimi.

İçimin ısınması demişken takip ettiğim bir sitede (çok gizli :P) Radiohead'in 15 Step'ini ve Dave Brubeck'in Take Five'ını mashup yapan birine rastladım: Overdub.
İki şarkının da meftunu olarak feci halde bağlandım ilk dinleyişten. İstedim ki buraya uğrayan herkes dinlesin, birbirine dinletsin. Buyruun...


Five Step
Uploaded by overdub

"so put away that meat you're selling"

yine ben. yine geleneği bozmadım.

blogun iki sahibesi de (kendimi konuk-sepetçiden sahibeye çevirdim, iki postla kendime gelmişim, evimde hissetmişim)yani hem divina hem ben, türlü zamanlarda "ifade işleri bakanı" tutma geyikleri yapmıştık. onunki bjork benimki fiona'ydı. sebepler muhtelif, çoğu astrolojik. 

ve evet hakkaten de kendisini ifade işlerimi halletmesi için uygun bir ücrete işe alabilirim. "hah oldu canım ben de tam bunu söylemek istiyordum, ellerine sağlık tü tü tü" şekilde anneanne cümleleriyle de çok pis motivasyon desteği yapabilirim. 

ama elimizde zaten ifade edilmiş bin tane malzeme varsa, o zaman uygun olanlarını uygun yerlere de koyabilim tabi ki. 

başlıktaki "get gone" ayrıntısını ibret olsun diye meydana astım.
şarkının diğer bütün satırlarına da aynı şeyi yapmak zorunda bırakmasın beni köy halkı. şiddetten hazzetmiyorum zira. bir dizeyi astık yeter.

sivrisinek saz geceler dilerim.

Pazar, Haziran 01, 2008

"Dear brothers and sisters, Dear enemies and friends,

Why are we all so alone here? All we need is a little more hope, a little more joy."

Bazen kendi kendimi öyle büyük hayalkırıklığına uğratıyorum ki, başkasına gerek bile kalmıyor. Bana yapılan her şeyi unutabiliyorum kendime yaşattığım bu hayalkırıklığı karşısında. Başka şansım da kalmıyor çünkü.

Bu haftasonunu sinemaya ayırmışım farkında bile olmadan. Cuma akşamı Sex and The City'e gittik U. ile önce. Çılgın bir dokuz kişilik kadın grubunun hemen arkasında oturmak bu tür kadınlara yönelik filmlerde apayrı bir deneyim kazandırıyormuş insana bunu anladık. Zaten daha reklam kısmında belliydi neler olacağı. Her şeyle ilgili bir yorum yapmak zorunda hisseden bu kadınlar, en olmadık yerlerde de kahkahayı patlatıp bağıra çağıra birbirleriyle konuşuyorlardı. Bu filme giderken gişe civarlarında sıra sıra kadın görürseniz gitmeyin. Daha sakin bir zamanı bekleyin. En ufacık espride bile kahkaha patlatabiliyor ve sinirlerinizi hoplatabiliyorlar zira.

Filme gelecek olursak tüm filmi yarım saate sığdırıp harika bir final yapabilirlermiş. Çok büyük beklentim zaten yoktu ama bu film biraz fazla uzun çıktı. Onun dışında klasik dörtlümüzün muhteşem diyalogları pek yoktu ki bu kadınları 2 saat boyunca bir restoranda konuşurken izleyebilirim diyen bir kadın olarak bunu filmin en büyük eksiği olarak buraya koyayım. Artılarına gelince yine güzel kıyafetler, ayakkabılar vardı. "Witty" diyalogların eksikliğinden içinde bulunulan durumlara güldük ki Carrie'yi ilk kez o mor gözler ve makyajsız bitik bir suratla gördük sanırım. Bu filmin ve dizinin tarihinde gerçeğe en yakın anlardan biriydi de. Ha bir de tabii birden çok sahnede ilk kez Carrie'yi aynı ayakkabılarla gördük. Bu da epey gerçekçiydi. Kimin her gün için ayrı Manolo'su var ki? Velhasıl Sex and The City fena sayılmayacak bir filmle sona erdi. Herkesin Mr. Big'iyle karşılaşması ve sürüne sürüne de olsa mutluluğu yakalayabilmesi dileğimle bu paragrafı burada sonlandırıyorum.

Onun dışında Michael Haneke'nin Funny Games'ini gördük U. ile yine. O tabii ki daha da başarılı bir filmdi. Zaten iki filmi kıyaslamak da aptallık ya neyse. Nezaketin içimi bu kadar sıktığı, beni bu kadar gerdiği başka bir durum olmamıştı. Bu film bu konuda sınırları aştı. Birinin orasını burasını kırıp hemen sonrasında onu olabilecek en rahat yere taşıyıp, kırıklarını düzeltmeye çalışmak bunu yaparken bile özür dilemek ve olanca özeni göstermek gibi bir şey bu film. İnsanın survival modundayken ne kadar da acımasız görünebileceğini izleyicinin içini daralta daralta öyle güzel vermiş ki Haneke, filmden sonra birilerine içini dökmemek ve tamamen dürüst olmamak imkansız. Çırılçıplak kalmak istiyorsunuz. Ha bir de Lafalimpics Olimpiyatları'nda Gerçek Kötüler'i tutanlardansanız zevkten zevke koşabilirsiniz filmi izlerken. Ayrıca filme uygun kıyafetlerle bu filmi izlemek de ilginçti. Pek tematiktim tesadüfen ve bu detayı atlamak istemedim.

Dün filmden sonra Haziran'a ve dolayısıyla yaz mevsimine girerken ve hatta dört kişi Nada shotları devirirken, geçen seneki yaza girişimi anımsadım. Buraya da yazmış olmalıyım hatta bir şeyler. A Silver Mount Zion'ın Built Then Burnt'unu dinliyordum balkonumda ki balkonumu bu sene hala kullanıma açmadım. Ay gökyüzünde sokağı aydınlatan tek şeydi gibi anımsıyorum. Ve hatta kendisini koca bir ağacın ardına saklanırken izlemiştim. Canım hafiften sıkkındı. Keşke o zamanların sıkkınlığını daha derin analiz edebilseymişim, şimdiye balkonumda oturuyor olurdum belki de dedim kendi kendime.

Sonra evime geldim. yatağıma uzandım. Telefonla oynadım. Hoşuma gitmeyen bir şeyler oldu arada. Sabah kalktığımda telefonumu yerde buldum. Tam olması ve tam olmam gereken yerde diye düşündüm. Üzerimi giyindim, hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıktım.