Pazartesi, Haziran 29, 2009

Glastonbury 2009


Her gördüğümde seneye gideyim istediğim Glastonbury Festivali'nin çıplak fotoları için tıklayınız.

Şaka bir yana, siteye baktığımda üzüldüm. Her sene bir öncekinden daha da çok üzülüyorum. Yıllar geçiyor ve ben hala aynı şeyi hissediyorum. Bu sefer de üzüldüğüme üzülüyorum. Ama bu sene en azından en sevdiğim o grubu göreceğim için mutluyum. Her canım sıkıldığında çıkarıyorum bilete bakıyorum. İki saniye içinde kurabiye görmüş Angelica'ya dönüşüyorum. Sevgi muşmulası beni.

Swine

June 27th , 2009

I picked home one last souvenir from South America, it's called the H1N1 virus. Wrongfully known as the Swineflue.

I was crossing the Atlantic when things started getting really bad, the fever was hallucinogenic and shaking me like a leaf and I grabbed the sleeve of the Air France steward. "I'm not feeling well, I should see a doctor" I said and the reply came as a brilliant mix of death anxiety and french rudeness: "Uh, yes... Terminal D... go there maybe... when we land". After that the stewards and stewardesses took long detours. A ring of empty seats formed around me. Peoples eyes were kind but determined, they read "Poor you, I really wish you all the best but if you come near me or my kid I will have to stab you with this plastic fork". I got up and went to the bathroom where I fainted.

Now I'm in quarantine for ten days. I can see the summer through my window and it's just perfect. Summer is always best through a window.


Velhasıl Jens Lekman'a acil şifalar, bol greyfurtlar.

Cumartesi, Haziran 27, 2009

Reverie Sound Revue - An Anniversary Away

Broken Social Scene ve başka başka projelere emek dökmekten vazgeçip kendi albümlerini çıkarmaya kastıklarında sonunda aynı adlı ilk albümlerini çıkaran Kanada'lı grup Reverie Sound Revue'nun hafifliğine kapılmak ve rahatlamak.

Cuma, Haziran 26, 2009

"MJ is dead"



"Michael Jackson is dead" dedi televizyonda ağzını yaya yaya konuşan bir kadın. Bunu unutmayacağım sanırım.

Perşembe, Haziran 25, 2009

"I can't get out of what I'm into with you"



"Hıhı evet, öyledir tabii" demek istiyorum bu soldakine.

Bu başlıktaki de ne güzel bir sözdür bir de. İnsan o sözün içinde kaybolmak istiyor. Zaten kayıpken bir de bu cümlenin içinde kaybolmak sonsuz bir derinlik hissi veriyor. Bu da hayatta ulaşamayacağım bir nokta sanırım.

Sonra da, bu aralar neden bir şeyler yazmadığıma gelirsek eğer, bunun nedeni bu aralar bir türlü kafamı şu gezi işinden ayıramamamdır sanırım.

Öncelikle planlarım ilginç bir hale geldi. Yıllardır görüşmek istediğim ve fakat görüşemediğim bir arkadaşım olan O., Almanya'lardan arabayla gelip beni havaalanından alıp, benimle gezmek gibi bir teklifle karşıma çıktı. Kendisi Radiohead biletini aldı bile. Bu kısım pek eğlenceli. Onun dışında Viyana'da 19 Ağustos'ta Deerhunter konseri var. Ona da gitmeyi delice istiyorum. Kendileriyle bir röportaj yapmadan dönmek istemiyorum bu kadar yakınken birbirimize. O yüzden ilk Viyana'ya gidesim var. Aslında Prag'da ilk buluşup Viyana'ya da geçebiliriz. Neyse. Böye düşünceler var aklımda işte. Onlar varken başka hiçbir şey üzerine düşünesim yok açıkçası. Bir de buraya yazıp tüm bu detayları kimsenin canını sıkmak istemem.

Bir de bugün başka güzel bir haber aldım ki sevgili G. Bey mutlu mutlu beni aradı. Master işleriyle ilgili şahane bir haber verdi. Sanırım bugünümün bir saatini telefonda konuşmaktan aslında hiç hazzetmeyen bir insan olmama rağmen gülümseyerek ve hatta kahkahalar atarak telefonda kendisiyle konuşarak geçirdim. Daha da konuşurduk ama kendisinin ortadan ikiye çatlamasını önlemek için konuşmaya bir ara vermek durumunda kaldık. Bir zamanlar jeoloji mühendisliği kazanan ama gururlu bir genç vardı. Şimdi üstüne para veriyorlar master yapması için. Ho ho ho.

Moleskine delisi bir insan olarak uzunca bir süredir yazı yazmıyordum deftere. Zaten bitmişti bir tanesi. Aslında bitmemişti ama içindekilerin yazıldığı zamanlara ait iyi veya kötü hislerle yazılmış kelimelerin hepsinin istisnasız unutmak istediğim dönemleri bana hatırlatması sebebiyle son birkaç sayfası boş bırakılmış halde duruyordu. Ben de o sayfaları öyle bırakmak istedim zira bir süredir defterlere yazdığım her iyi şeyin tepe taklak olduğunu ve her kötü şeyin ise kendi tepe taklaklığının hakkını verircesine gerçekleştiğini gördüm. "I've seen it all" gerzekliğine kapılmış bir haldeyken kendimi gizli gizli yazmalar konusunda felç etmekten başka çarem yoktu. Ben istedim bir süre kendi kendime gizlice sayıklamaya ara vermeyi. İyi de oldu diye düşünüyorum.

Tam bunlar dönüp dururken kafamda, kitaplığımın rafındaki moleskinelerden bir tane yanıma aldım bir sabah; iki hafta önceydi sanırım. Seğmenler'de tek başıma geçirdiğim bir öğleden sonrası akşama doğrusunda çimlerin üzerinde yeşil yeşil otururken ve minik taşınır hoparlörlerimin kulaklarından The Clientele sesleri çıkarken, tekrar başladım yazmaya. O zaman yazmak dünyanın en doğru şeyi gibi geldi. Ama o ilk yazıdan sonra yine yazmamaya karar verdim. Bu defterin akıbetinin de diğerine benzemesinden korktuğumdan sanırım. O yüzden ne hedef, ne sonuç, ne istek, ne de istemediklerim o deftere girecek diye bir karar almış bulunmaktayım. Ha ne yazacaksın derseniz bilmiyorum ben de. Günlükten daha çok "anlık" olacak içeriği sanırım. O sırada aklımda olan şeyleri yukarıda yazdıklarımdan oluşan bir süzgeçten geçirildikten sonra oralara dökülecek. Sızma zeytinyağının tadı kimseyi hayalkırıklığına uğratmamıştır herhalde.

The Clientele demişken, Alasdair'ı en son dalga geçercesine verdiği uyuşturucu demeçleriyle konuk etmiştim odaya ama bu sefer birkaç gün önce okuduğum bir haberin üzücülüğüyle tekrardan anmak istiyorum kendisini ve o şahane grubu. "Anmak" dedim zira aynı anda hem açık pencerelerden sızan rüzgarla salınan tül perde hafifliğinde hem de koca bir dağ ağırlığında içe oturan sözlerle beni oralarda buralarda gülümseten ama bana ne yaparsa içine hep hüzün de katmış olan bu grup şu an üzerinde çalıştıkları yeni bir albümle müzik hayatlarını sonlandıracaklarmışmış. Ama Alasdair bu yeni albümün, grubun herhangi bir albümünden daha vurucu, daha insanın içine hayaletler sızdıran ve bu zamana dek yaptıkları en etkileyici albüm olacağı şeklinde sözler de etmiş. Dinleyip "Naaptınız yieaa" diyesim var. "Yieaa"ları hayatıma sokan Y. de çok sever onları. Y. bu adamlar da bitiyor "yieaa".

Grizzly Bear'a kendimi adamış haldeyim bir de. Başka bir şey dinleyesim yok. Bu kadar güzel bir albüm dinleyeceğimi hiç düşünmezdim bu adamlarla ilgili. Veckatimest'teki işçiliği her dinlediğimde daha çok takdir etmem ve her dinleyişte farkında olmadığım bir ayrıntıyı fark edip saniyesinde hastası olmamın mucizeliğinde bu yazıyı bitirmek istiyorum. Zira ben bile sıkıldım yazmaktan, sen nasıl bıkmadın. Öeah!

Pazartesi, Haziran 22, 2009

"It's gonna be a glorious day!"



Bir iki saat önce aynen böyle olmasını umduğum Radiohead Prag konserine bilet aldım. Bu noktadan sonrası smileylerle dolu olarak okunmalı bence.

Tam 2 ay sonra bugün orada o konseri aynen böyle bir kalabalığın çinde izleyecek olmanın verdiği inanılmaz his, yıllardır beklenen bi Radiohead konseri, üzerine yetmezmiş gibi Moderat'ın ön grup olması, bir de Prag'ın güzelliğinin büyülü öngörüsü...

Bugünden sonra gün sayacağım artık. Kaldı 60.

Pazar, Haziran 21, 2009

A hymn to los.

Bugün kafamı bulanık seslerin içine sokma isteğiyle boğuşmaktayım. Öte yandan pratik ve seri hareket eden insanlara ve olaylara karşı aşkımın kabardığı zamanların içinde salına salına yürüyorum. Dün yürüyüş yaparken alışveriş de yaptım. Japon bir tasarımcının şahane bir bluzunu buldum, ufak çaplı bir servet harcayıp tek bir bluza, oradan kızkardeşimin mezuniyeti sebepli bir hediyeye ayrı bir servet harcama girişiminde bulundum.

Sonra geride kalanlar listesinden bir şey seçtim. Svo Hljótt'tu bu geceki talihlimiz. Geçen gün de o listedeki o yemekten yemiştim. Ben yapmadım ama bu sefer. İçim acıdı yine. Kendime. Parçalara bölünmüş olmamın şerefine birazdan uyuyacağım. Kafamı en azından rüyamda ağdalı müziklerle dağıtacağım. Düşüncelerim oradan oraya sündükçe, anlamlarını yitirecekler ve sonunda belki de beni terk edecekler. Sonunda rüyada bile derin bir oh çekebilsem ne ala.

Bir de arada bir cümle geliyor aklıma. Sonra bunu yazayım diyorum bloga. Belki bir şey söyleyen olur diye... Ama eve gelene kadar unutuyorum hep. Şimdi bir tanesini hatırladım.

"Neden sorusuna cevap veremeyen insanlardan hazzetmiyorum". Aferin bana; iyi yapıyorum. Sanki ben verebiliyorum her seferinde cevabını. w.a.m.h.s.v.m. (Yine gördüğün gibi kısaltmalara başladım; bu hiç de iyiye işaret değil) Asıl bunun için bir alkış lütfen.


Cuma, Haziran 19, 2009

"To wake and be happy again"

Kendimden ve hayatımdan ölesiye sıkılmış son birkaç günkü yorgunluğumu atmak için yatağıma yollacakken, Grandaddy'e neden bu kadar geç kaldım diye düşündürten bir şarkının sözleri kulağıma çalındı. Sözler şöyle diyordu:

"I want to sleep
Underneath the weeping willow
As it cries all night quietly
It's tears all around me
I'll sleep there so soundly
Until I'm allowed finally
To wake and be happy again

To wake and be happy again."

Başka bir şey dememe gerek yok sanırım bununla ilgili. Sabah nasıl ne giyindim bakmadan, işe gittim ve ancak saat 5'te kendimi uyanık ve yaşıyor olduğuma ikna ettim. Otomatik pilotta devam edilen günlerin sonunun hiç de otomatik pilotta rahat iniş yapmak gibi olmadığını yine görmüş oldum.

Bir sokağa ismini verebilsem "Elm Sokağı" olurmuş bu. Albert Einstein'ın adı Alfred'miş meğerse. Bunun gibi onlarca sayılmayacak saçmalığı bir gün içinde tükettim. Videoyu da ekleyip kaçıyorum. Kaçsam keşke diyorum.

"Dünyanın sonu gelse de gitsek" gibi.

Pazartesi, Haziran 15, 2009

"Clones and odd parts made you"


Sinir stres seviyesi had safhada, gözlerin anime karakterleri gibi her açılıp kapanışında kirpiklerden oraya buraya umarsızca saçılan gözyaşlarıyla dolu bir 24 saat. Neyse ki ummadığım biri tarafından ummadığım şekilde rahatlatıldım. Sarıldı bile. Ne ilginç bir rahatlıktı o.

Sonraysa o ruh halini yukarılara taşımaya çalışırken, sarı siyah babetlerimin altını aşındırırcasına, ayaklarımı acıtacak kadar hızlı yürümemi sağlayacak Turn It Up Faggot'lı bir akşamvaktialtı yürüyüşü. Sonra yemek, B. ve ev.

Şimdi tüm günün yorgunluğuyla ortalığa anlamsızca bakışlar fırlattığım, bana gelen mesajlara garip tepkilerle karşılık verdiğim bir gece geçirmekteyim. Bugünün böylesi bir rahatlamayla bitmesine şaşkınlık beslemekteyim. Evde beslenebiliyor tabii ki, niye beslenmesin. Hill's mamayla hem de.

Yine müzikleşmek eylemini eski zevk aldığım vakitlerdeki gibi heyecanla yapmak istediğim bir zamandayım. Bu hevessizliğim ve şaşırmayan çok bilmiş hallerimden hiç hoşlanmadığımı huzurlarınızda belirtmek isteyip, kötü güne iyi bir son verme niyetindeyim.

İyi geceler.

"I try to sing it funny like Beck, but it's bringing me down
Lower than ground
Beautiful ground
Beautiful ground"

Cuma, Haziran 12, 2009

"saw the bright colours, bright future"


Parlak bir gelecek vaadiyle başlıyor bu şarkı, sonrasında arada piyano seslerinin nazik dokunuşuyla renkleniyor. Birkaç günden beri ne zaman kendi halimde olmak istesem hemen sarılıyorum Bowerbirds'ün Bright Future'una. Grubun bu kadar güzel bir albüm yapmalarının harikalığı bir yana, bu şarkının bu kadar derinlere inmesine şaşırıyorum. Bir süredir hissizleştiğimi düşünmeye başlamışken, farkettim ki yakın plan çekimlerden uzak duruyormuşum yine. Söz konusu şarkının ve sözlerinin güzelliği, dinginliği tam aradığım şeymiş.

Bunun dışında yine robot gibi yaşıyorum. Dersten çıkıp, bir diğerine koşuyorum. Aralarda workshoplar oluyor. Onun üzerine arada spora gidiyorum. Sporda yine kafamı Rothko tablosu gibi bomboş hale getiriyorum. Gereksiz olan her şeyi tek tek kapı dışarı ediyorum. Sonra tam o renklerden oluşan resme bir şeyler ekleyeyim diyorum, resmin bir derinliği olsun istiyorum, o sırada uykuya dalıyorum. Bugün de tüm gün nerdeyse somurtkan halimle gezindim ortalıkta. Bazen belli şeylerin canımı yakmasına şaşırıyorum. Gideyim diyorum. Bir yağmur yağsa da ıslansam iliklerime kadar, yürüsem öyle. Kulağımda yine bu şarkı.

Bu yaz ilginç olacak gibi geliyor bazen. Sonra kendimi bildiğimden yine kötümserleşiyorum ama gerek yok tabii biliyorum.

Boş boş konuşmadan daha fazla şarkıyla başbaşa bırakayım sizi.

Bowerbirds - Bright Future

Salı, Haziran 09, 2009

"You gotta let this shit go"


Bir şey gördüm. Hiç üstüme vazife olmayan şekilde panikledim. Orayı burayı araştırdım. Sonra düşündüğüm gibi olmadığını gördüm ve çok rahatladım. O kadar rahatladım ki, hiç uykum olmamasına rağmen aniden gerilen sinirlerimin gevşemesiyle yatağa doğru yollanayım dedim kendi kendime. Hatta yine o kadar rahatladım ki, düşündüğümün doğru olmadığını fark ettiğim anda "oh!" sesi çıktı ağzımdan.

Bu yukarıdaki paragrafta altı çizili/italik/bold olması ve elindeki sopayla kafama kafama vurması gereken kelime öbeğini bulana o kelimelerle beni sonsuza kadar pataklama yetkisi vereceğim.

Zira gerekiyor.

Pazar, Haziran 07, 2009

Eluvium - The Well-Meaning Professor



Günler, saatler bazı şeylerin varlığında-yokluğunda çok yersiz ve zamansız geçiyor. Sanki benim dışımdaki her şey çok umarsız. Birkaç an kalıyor her günün sonunda o güne dair aklımda. Aklım zaten olduğu anda ve yerde işlevini yerine getirebilecek kadar yerinde değil. Üzerimde korkunç bir ağırlık oluyor bazen. O ağırlığı nerelere, kimlere, fırlatsam bilememekteyim. Artık vicdanlı olduğumdan mı, yoksa başka kimsenin anlamayacağını düşünecek kadar kibirli olduğumdan mı bilinmez kimseye o ağırlıktan ufacık bir parça bile vermeye istekli olmuyorum. Bu zamana kadar nasıl geçtiyse yine geçecektir düşüncelerimin ağırlığı diye tekrarlıyorum içimden. Ben yine her şeyi doğru yerlerine oturtacağımdır diyorum. Sonra da madem önceki ağırlıkları da doğru yerlere dağıtmıştın, niye hala ve tekrar onları sırtında hissedebiliyorsun diyorum. Sonra hiçbir "constant"ımın olmadığını fark ediyorum. Fark etmemle beraber burnumdan ağzımdan kanlar akıyor. Gözümü bir açıyorum, hepimiz başka bir yerdeyiz. Hatta soruyorum "Hangi zamandayız?".

Aklımın doğru yerlerde doğru zamanlarda gezinmesi/bulunması dileğiyle, bu aralar beni dinlendiren ve yarın akşama doğru aynı işi tekrar yapacak olan bu fotoğraftaki yer için yanlış zamanların fon müziği Eluvium'dan gelsin o zaman:

Cumartesi, Haziran 06, 2009

Zero 7 - Everything Up (Zizou)


Şimdi hastaneden aradılar. Yeni bir Zero 7'ımız olmuş. Diğer kardeşlerle beraber Ağustos'ta ziyaret edilebileceklermiş.

Zero 7 - Everything Up (Zizou)

Cuma, Haziran 05, 2009

"a tune that carried us along through city gardens"


Bu Alice, Jude ve Laura denen insanları tanımıyor olmama rağmen, onların şarkı söylüyor olduğuyla ilgili cümlenin geçtiği bu şarkıyı dinlerken, niye böyle anlamsız hisiyatlara bürünüyorum bilmiyorum. Halbuki onlara akşam bir türlü gelmiyor ve havuzları her daim güneş ışığıyla dolu ve o ışığın altında gülümseyip duruyor onlar. Öte yandan bazılarımızın akıllarının nasıl çalıştığını görmek her daim beni şaşırtmakta. Şaşırtmıyor aslında, o çalışma şeklini grafiklere dökünce, bazı anların neden yaşandığı her zaman dah açık ve net ortaya çıkıyor.

Mesela ben hala belli yerlerde taksiden dışarı izlerken, içim burkuluyor. Sonra oradan Starbucks mı Gloria mı sorusunun sorulduğu bir yere gidiyor aklım. Sonra Gloria deniliyor. Ve hikaye burada bitiyor. Yok öyle bir şey tabii. Keşke öyle olsaymış, daha mutlu ve huzurlu olabilirdim. Her şeyin suçlusu bu ikisi.

Bazı anlar var ki birike birike öyle çoğalmışlar ki, su uyur düşman uyumaz lafının ne olduğunu daha iyi anlamama sebep oluyorlar. Meğerse bazen insan ne tarafa gözünü kaparsa, o taraf olduğu noktada durmuyor veya gerilemiyormuş. Bazen ordaki düşman orduları daha da çoğalıyormuş. İfade tarzı benimkinin bilmemkaç kilometre ötesinde olan birinn hatıralar ve kafkalar ile ilgili söylediği bazı sözler David Lynch filmlerinde uyanamayan seyircinin bile kodlarla uyarılması gibi, şu anda bir daha yanmamacasına uyku isteyen ama inatla direnen beni baya bir deşti durdu belki de bilemiyorum.

Her The Clientele dinlediğimde neden böyle ne idüğü belirsiz şekilde konuşmaya/yazmaya başlıyorum bilemiyorum. Muhtemelen bunu okuyan kimse ne dediğimi anlamayacak, anlayanlar ise iddia ediyorum ki sadece anladığını iddia ediyor olacak. Bugün dünyanın en absürd insanına ondan 40 küsür yaşına kadar hiç uğramamış bazı şeyleri ona anlattığımda adamın suratındaki ifadenin anlamsızlığının bir anda ona anlattıklarımla silinivrmesinde, oynadığım rolüm tatmininin bana hiçbir zaman yetmiyor oluşu; el yordamıyla elde edilen her şeyin aslında ne büyük nimet olduğunu fark etmem... Hiçbirşeyin şu anımı bozmasına izin vermemeliyim diyor ne alakaysa içimden bir ses. Nothing's gonna change my world demişti birileri de bir zaman.

Sonra hayatımın en önemli yılı olarak etiketlediğim bir senenin, ondan her bahsedilişinde anlamını yitirmesi konusu var ki, buna hiç girmek istemiyorum. Sadece susmak istiyorum bu konuda. Sonra mıncıklanıp mundar edilmiş bir parçam olarak o dönemimi yad etmek istemiyorum.

Oysa en sevdiğim şeyin her oyuncağımı hemen parçalamak olduğunu bilen ve gözleri parıldayarak bu buluşuna ön ayak olan o cümleyi bana okurken, gözlerindeki o parıltıyı başka hangi bir an yakaladım acaba.

En son ne zaman birisi beni gerçekten sevdi veya en son ne zaman birisini yiyecek kadar sevdim; bu ise her daim çeşitli konulara meze olmuş halde. Geçen gün oturup envai yemeğini deneyip, içtiğimiz zaman ne kadar hastalıklı bir konuşma yaptık B. ile. Ben "geber" falan dedim. Cık cık cık çok ayıp.

Sonra ayıp olan başka bir şey, bir yerlerde iş arkadaşlarından uzun saçlı salak ve bir çoğumuzca katlanılamaz olanının yazdığı bir şey gözüme çarpıyor. "Hah bu da ayrı gerizekalı" diyorum. Cık cık cık bir daha.

Sonra bazı anlarda kendimi tutamayıp gülmekten korkuyorum. Bazı anların büyüsü varsa eğer, hala öyle bir şeye inanabilen bir parçam kaldıysa, o tarafı saklamak istiyorum. Sakladığım her şeyin hayatımı daha da çekilmez kıldığını biliyor olsam da hem de... Bu erdemli kararım için bana koca bir alkış isteyerek esenlik dolu günler dileyeyim diyorum artık. Daha tın tın seslerin arasında gözlerimi kapayıp köprüler aşacağım, bir yerlere gideceğim. Kendi kendime uyurken, düşünürken, konuşurken ve dahi türlü aktivite esnasında çıktığım seferlerden bir türlü geri dönemeyişim sonucunda gerçekte bir bilet alıp gidemediğim yerlere gidip, kocaman yolculukları bir gecede bitirip, yarın tüm hastalıklarımla hayatıma devam edeceğim.

Ama the world is porcelain?
Evet the world is porcelain.

Björk'lerde pişip bize de düşse

23 Haziran'da bir yerlerden edinmek lazım. Bana hatırlatsa birisi tam 23'ünde ne güzel olurmuş mesela.

"Björk’s Voltaic: The Volta Tour will be screened nationwide in the USA this June and July. The more than 15 screenings coincide with the release of the very special DVD/CD/VINYL recording Voltaic, which is being released in the U.S. by Nonesuch Records on June 23, OLI in the UK and Universal elsewhere.

Available in five different physical configurations, Voltaic is a lovingly packaged celebration of the past two years of activities surrounding Björk’s Volta—her critically praised sixth studio album, which came out in 2007.

Below are the confirmed screenings and we will be updating the Voltaic Special as well.



CONFIRMED SCREENINGS
June 17 Boulder, CO Boulder Theater
June 19, 20 Anchorage, AK Bear Tooth Theater
June 20 Philadelphia, PA 941 Theater
June 23 New York, NY School of Visual Arts Theater
June 23 Los Angeles, CA The Montalban Theater
June 23 Madison, WI The Orpheum Stage Door
June 23-28 Oxford, MS The Amp
June 23-28 Lake Geneva, WI Geneva Theater
June 24 Minneapolis, MN The Trylon Microcinema
June 26, 27 Seattle, WA Northwest Film Forum
June 26, 27 San Francisco, CA The Roxie
June 26, 27 Bellingham, WA Pickford Film Center
June 26, 27 New Orleans, LA Zeitgeist Arts Center
July 20 Austin, TX Alamo Drafthouse Ritz
(more dates to be announced at www.cinemapurgatorio.com)
"

Çarşamba, Haziran 03, 2009

Micachu & The Shapes - Lips

Micachu & The Shapes ile tanıştırayım bugün de sizi.

Bu sıralar Bowerbirds ve Manic Street Preachers ile kendimi mutlu ederken, bu grup farklı halleriyle öyle iyi hissettirdi ki beni, bir nevi teşekkürdür bu yazı onlara. 21 yaşındaki İngiliz Mica Levi'nin kullandığı mahlas Micachu. Bazı şarkılarda The Shapes ile beraber, bazı şarkılarda ise sadece Micachu olarak kaydedilmiş Jewellery adında ilginç bir albümü var kendisinin. "Garip", "zor" ve "uyumsuz" bir hal var tüm şarkılarda. Ben bu kombinasyonun bu aralar dinlediğim en sevimli şey olduğuna inanıyorum. Tabii yapımcıları Matthew'cığım Herbert'cığımın (B. burada seni anmak istedim) hakkını yememek lazım. Ben de o adamla çalışsam bir sene, "bu adam bana güveniyor yapımcım olduğuna göre" gibi bir mantıkla önüme gelen sesi bir araya getiririm. Elimden geldiğince çanak çömlek tıkırdatıp kaydederim. Hevesli öğrenciler gibi ev ödevimin kontrol edilmesini sabırsızlıkla beklerim. Yalan tabii. Nerde bende o yetenek!

Grup Youtube'daki videolarının altında Mica'nın androjin görüntüsünden mütevellit bir kısım "dostum kız demişsin ama bu erkek çıktı"cı ve "gender issue da ne ki? bırakın bu işleri"ci arasında ikiye bölünmüş bir takipçi listesine sahip sanırım. Kolay kolay sevemediğim şu günlerde grubu sevmek için sadece oldukça catchy olan Lips'i dinlemem yeterli oldu. Son olarak, evet o ses de o görüntü de 21 yaşındaki bir kıza ait. Sorup sorup asabımı bozmayın sonra. (Hın Hın)

Salı, Haziran 02, 2009

Sigur Rós - Untitled 8 (Popplagið)

Tanıştırayım; Sigur Rós'un en güzel şarkısı:





Buradan da indirilse mesela nasıl olur?

"You're tender and you're tired"

Hiç çaktırmıyorum ama yorgunum bu aralar içten içe. Başlığı ondan öyle attım bir de Manics seviyorum. Bu aralar rüyalarıma fon müziği oldu bu şarkı. Eskilerin eskisi birini gördüm mesela bugünkünde. Bir tek o anladı yorgun olduğumu gariptir ki. Bu beni anlayan insan rolünü rüyamda o kişiye vermem ne garip. Yüzünü bile görmedim halbuki bu zamana kadar.

Kafamın içinde yine ne tilkiler dönüyor bilmiyorum. Onları görebilecek kadar vaktim yok, dolayısıyla buraya da çok vakit ayıramıyorum. Tek yaptığım şey buralara anlamlı görebildiğim videoları yerleştirmek o kadar. Halbuki ben istemez miydim eskisi gibi yazayım, kendimi delik deşik edeyim. Zaten buraya kendime iyilik yapmak için mi yazıyorum kötülük yapmak için mi hala bilememekteyim.

Geçen gün de Swingle Singers konserine gittim. Aslında gitmeyecektim zaten görmüştüm, izlenecek bir şey yok gibi düşündüm falan ama kızkardeşim aldığı bileti finallerine çalışması gerektiğinden bana vermeyi teklif ettiğinde hayır diyemedim. Zaten sabah başımı yastıktan kaldıramadığım o gün boyunca evde oturmuştum. Velhasıl CSO'nun sezon kapanış konseriydi. Pek bir keyifli geçti. Hatta konserin bir yerinde, bizim swinglelar bir şarkıya başlar oldular. Saniyesinde Björk'ün Submarine'ine benzettim şarkıyı. "Yok artık" dedim kendi kendime. Aklıma türlü sahneler geldi, garip hissettim derken, şarkının Unravel olduğunu fark ettim. O sırada yaşadığım heyecanı ve mutluluğu anlatabilecek kelime bulamadığımdan ve yanımda da benim o anımı paylaşacak kimse olmadığından, dün akşam eve dönerken "Yalnızlık çok kötü bir şeymiş, kocam 9 sene önce öldüğünde fark ettim" diyen o yaşlı teyze gibi gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Bir süre durduramadım. O kadar da güzel olmuştu ki, şarkı bitene kadar eşlik etmek isteyip o anı bozmamak için direndim ve o deneyimin içinde olmayı tercih ettim. İyi ki de öyle yaptım. Sonunda salonda kocaman alkışı koparan ilk kişi bendim. Elimde olsa ayağa da kalkardım ama kimse öyle yapmayınca, avuç içlerimdeki kamaşma ve uyuşma ile oturdum oturduğum yerde. Eve gelene kadar hala ellerimi tam olarak hissedemedim. O şarkıyı dinlerken eskiden hissettiklerimi hala hissedemiyor olmam gibi. Ah bu benim tez canlılığım, heyecanlılığım yok mu... Yok olasıcagiller.

Bu sanırım geçen haftanın beni en mutlu eden anıydı. Bu hafta ise mutlu olabilecek bir şeyler bulmaya çalışıp bulamamaktan korkuyorum. O yüzden düşünmemeye çalışıyorum hiçbir şeyi. Bir süre hesapları dondurdum yani. Belli şarkılarla o hesaplar kendilerini buzluktan çıkmış et gibi çözmeye çalışsalar da başaramayacaklar. Başaramayasıcagiller.

Arada buz gibi oluyorum. Tek kelim etmeden domuz gibi susmaktan başka elimde bir şey gelmiyor. Suratsız insanlara tahammülüm kalmadı. Suratsız olmak istemediğimden anlamsız bir gülümseme ve rahatlık ifadesini de takındım. Takıp takıp çıkarıyorum. Bir yerlere gitmekten yine korkmamak için, belli anlarda yine bir şeyleri düşünmüyorum. Meslea bir 1 Haziran gününün başlangıcını geçen sene burada anmıştım. Bu sene anıp anmayacağımı düşünmedim bile. Sadece dün gece saatler 2 Hazian sınırını geçmişken gökyüzündeki kocaman yarım daireyi görüp, hatırladım geride bıraktığım gecenin ne olduğunu ve neler ifade ettiğini. İfade etmeyesicegiller.

Bazen eve vardığımda içimde patlayan renklerin oraya buraya saçılarak, beni odama kadar takip ettiğini ve odamdayken içimdeki o rengarenkliğin grileştiğine tanıklık ediyorum. Oysa yattığım yataktan beni "I'm super, thanks for asking" cümlesini kurdurtacak halde kaldıracak benden başka hiçbir şey olmamalı diye düşünmekteyim, izınt it?