ipek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ipek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Şubat 17, 2008

"That's how it starts..."

Şimdii... Nereden nasıl başlasam bilemiyorum.

Cuma günü Cloverfield'a gittik. Karakterleriyle ilgili sorunlara ve oyunculuktaki eksikliklere rağmen yine de sevdim. Aksiyon ve birkaç fobimle ilgili birkaç sahne bekliyor olmamdan dolayı, beni gayet tatmin etti. Bugün bir kez de D. ile gittik. Yine sevdim. Ama o sorunlar gözüme daha çok batmaya başladı. Bir daha izlemeyeceğim. Ama arada bir kendimce dertlerimle boğuşurken açıp izlemek üzere indiriyorum filmi şu dakikalarda ki açıp "aman ya ben de derdim var sanıyorum" diyebileyim ve dünyada daha büyük şeylerin olma olasılığıyla yüzleşeyim. Bazen insan odaklandığı şeyler yüzünden büyük resmi kaçırıyor. Geyik oldu evet ama öyle.

Onun dışında hayatım kendiliğinden devam ediyor. Otomatik pilottayım bir süredir. Arada delice eğleniyorum. Ama gerçekten eğleniyorum. En son dj olduğum o partide de öyleydi. Koşturmacalar arasında ara ara aklıma güzel düşünceler geliyor. Hoşuma gidiyor odağımın yönünü değiştirmiş olduğumu farketmek sanırım.

Bugün metrodan çıkarken aklıma bir ara yaptığım bir tespit geldi. Eternal Sunshine ve Vanilla Sky arasındaki bağ. Eternal Sunshine unutmayı yüceltirken, karakterler ağır bir aşk acısı sonunda hafızalarını sildirmek ve hayatlarına öylece devam etmek için uğraşırken (bir yandan da silinme esnasında unutmamak için çırpınsalar da hedef belli), Vanilla Sky'da aynı aşk acısı yaşananları unutamayan birinin intiharını takiben, önceden yaptığı bir anlaşmayla Lucid Dreaming denen, içindekileri kendinizin yönlendirebildiği bir tür rüyada devam etmekte. Yani unutmak değil de, rüyada da olsa o unutulamayan aşkı yaşamak için onsuz yaşama son vermek tercih edilmekte Eternal'daki restart uykusuna karşın. Sonrasında ise rüyasında bile gerçekleri görmeye lanetlenmiş birinin tekrardan yaşama dönüşü var. Ama yine umutla dönüyor... Başka bir yaşamda her ikisinin de kedi olduğu bir zamanda görüşmek ve bu sefer sonunda gerçekten ölmek üzere...

Hangi filmi daha çok sevdiğime gelince, hemen Vanilla Sky derim. Müziklerinin beni çok etkilemiş olması bir yana, unutmayı sevmeyen biri olarak Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı bir çırpıda gözden çıkarıyor olmam gayet öngörülebilir bir şey zaten böyle düşününce.

Onun dışında geçende I Know dinlerken kendi sesim ve İpek'in gitarıyla, şarkının sözlerini daha bir sevdim. Kaçtıkça daha hızlı kovalar geçmiş seni diyor şarkı. O yüzden iyi ki de kaçmamışım bir yerlerden diyorum; içimin artık acımıyor olmasını buna bağlıyorum.

Dışarıda kar yağıyor delice ve en az kar sevdiğim kadar seviyorum şu halimi.

"I'm not coming undone,
I'm just waiting for the day"

Çarşamba, Aralık 26, 2007

"I felt free and I felt lonely..."

Akşama bir partiye çağrıldım. Altuğ da dans edecekmiş; onu da izleyeceğim bu partide. Murphy's diye bir bar vardı hep duyardım ama genelde dansşinas insanların gittiği bir bar olduğundan mıdır nedir, bir kez bile gidip göreyim istemedim. Bugüne kısmetmiş.

Dans edebilen insanların hepsinin içlerinde bomboş bir oda olduğunu, o odanın içine hiçbir şeyi dahil etmediklerini ve dans ederken kendilerini binlerce insanın arasında olsalar bile o odanın içine attıklarını hayal etmişimdir hep. Dans edemeyenlerin içlerindeki her odanın ise, tıkabasa ayrıntılarla doldurulmuş olduğunu, duvarlarının o insanların benliklerini oluşturan tüm parçaların çılgın bir karışımından oluşan alacalı bulacalı renklerle boyandığını düşünürüm. O yüzdendir sanki onların hareketlerindeki tutukluk, utangaçlık. Yaptıkları her hareket kontrolsüz gelecek o odadaki her şeye. "Bu sen değilsin, ne yapıyorsun?" diye soracak o duvarlar korkusuyla adım atamazlar. İnsanın dans etmesi için boş bir odaya sahip olması, insanların arasında kontrolsüzce elini kolunu, ayağını bacağını oraya buraya salması ne büyük şans diye düşünür dururum ben.

Aynı şeyi insanın kendini ifade ettiği her yola uyguluyorum çokça. Birisi harika yazı yazıyorsa, o insanın tüm kimliğinden sıyrıldığı ve içinde utanmadan sıkılmadan istediği gibi yazabildiği bir odaya sahip olduğunu düşünürüm mesela. Seviyorum bu metaforu sanırım.

Benim içinde utanmadan bir şeyler yaptığım odalarım yok mu peki? Var tabii her insanda olduğu gibi. Bu oda mesela benim çocukça zırlamalarımı, mızıldanmalarımı, üzüntümü, sıkıntımı ve hatta son zamanlarda hiç olmasa da mutluluklarımı -bir zamanlar mutluydum ben, okuyan insanlar olduğunu bildiğim halde yazdığım bir oda. Burası aynı dans eden insanın odasında yaşadığı meditasyonumsu deneyimlere benzer şeyler yaşatıyor bana. I Heart Imagine Room demek istiyorum o halde.

Yaz boyunca dinlediğim ve absurd etiketlerle şimdilerde kendime cehennem ettiğim bazı şarkıları geri dönüşümden çıkarıp yeniden canlandırma çalışmalarım başladı. The American Analog Set ilk adım. "A" ile başlamak lazım tabii.

Yeniden yapılanma için, yapı bozumuna gitmek, tam da İpek'in dün benimle ilgili yaptığı bir tespite uygun olarak, benden başka bir tek Woody Allen'a yakışıyor. (hatırlayınız: Deconstructing Harry) Bir şeyler bozulduğunda, sıfır noktasına inmeden, o deneyimin üzerine bir kat daha çıkamıyorum. Önce sıfır, sonra kat. Önce fiş, sonra alışveriş. Orijinali "önce alışveriş sonra fiş"; biliyorum bunu pek uyanık veya yeni uyanmış okuyucu ama ters bir insanım ya hani. Onu vurguladım. Dikkatinizi çekerim: Yazar burada okuyucuya sesleniyor.

Öyle işte.