orada olmak ve hala saçmalamak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
orada olmak ve hala saçmalamak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Eylül 04, 2009

Saçmalamaya devam in Vienna

Nerede kalmıştık? Sanırım bir Viyana vardı. Hemen başlıyorum.

19 Ağustos sabahından bir gün önce O. ile Viyana'ya doğru yola koyulmaya karar verdik. Fakat biraz salak biraz da sarhoş olmamızdan dolayı, bir gün önceden yapmamız gereken en önemli ve hatta belki de tek şeyi yapmadık ve koca Viyana'ya arabayla Prag'tan nasıl gidileceğiyle ilgili hiçbir harita falan almadık. Google maps'imizden çıktılar almadık. Sonra sabahın saat 7'sinde ben O.'ı uyandırırken aklıma gelmeseydi, daha evden sağa mı yoksa sola mı dönüleceğini bile bilmiyorduk. Sonunda O. giyinirken ben de bilgisayardan en azından otobana nasıl çıkılacağıyla ilgili araştırmalar yaptım. Velhasıl birkaç belli başlı dönüşü ve yolu belleğe kazıdıktan veya daha doğrusu kazıdığımızı düşündükten sonra, 2 günlük Viyana yolculuğumuza başladık.







Normalde arabaların sağ koltuğunda oturmak konusunda herhangi bir tedirginlik yaşamam ama bu araba biraz farklı bir arabaydı. Söz konusu olan iki kişilik üstü açılan ve çizgi filmlerde görülen türden bir turbo butonuna basınca bir anda delice hızlanan ve yere yakın oturan içindekileri her hareketinden haberdar eden bir z4 olunca, sürücüsünün o araba içinde ne kadar aklı başında kalabilceği konusunda şüpheler doğuyor tabii ki. Çek Cumhuriyeti'nin garip trafik işaretleri var. Bir kere hiçbir yerde görmediğim trafik ışıkları ve garip "ordan dönülmez, buradan dönülür" tadında işaretleri insanı salaklaştırıyormuş. Üstüne bir de nereden nereye çıkılır konusunda oldukça yetersiz yolları var. Otobanı bulana kadar bir saatimizi geçirdik ki O.'ın Almancası ve benim İngilizcem tek bir Çek vatandaşıyla iletişim kurmamıza yardımcı olmadı. O benzin istasyonun senin bu araba tamircisi benim bir saat boyunca bulduğumuz her köşede durup navigasyona baktık, haritaya göz attık, insanların Çekçe yer yön anlatmalarının imkansızlığında sonunda Almanca konuşan bir insan bulup onun yardımlarıyla otobana çıktık. Rahat rahat otobanda müziğimizi dinleyerek bir buçuk kadar yol aldıktan sonra üzerinde şehirleri ve köyleri tek tek görebilecğeimiz bir yola çıktık ve bu yolda tabii ki tırların arkasında kaç dakika geçirdik anlatmak istemiyorum. Köyleri, kasabaları ve güzel minik yerleşim alanlarıyla nispeten büyük olduğu için şehir sayılmış tüm Çek yerleşim birimlerinin içinden geçerken daha rahattık zira doğru yolda olduğumuzu biliyorduk.

Her tarafta Brno denilen yere gittiği söylenen yolların önünden geçtik ve neresi burası şeklinde sorulara gark olduk. Sonunda Avusturya sınırına yaklaşırken yol kenarlarında playboy mansion tadında güzel kızların içerde fink attığına dair kocaman panolar ve görünce insanı epeyce şaşırtan devasa ejderhaları ve uçaklarıyla süslü casinoları geçtik ve o sırada Avusturya sınırları içinde olduğumuzu bana büyükelçilikten gelen mesajla onayladık. Gördüğümü hatırladığım ilk şey bir yel değirmeni ve otobanın üzerindeki ufak geçitlerden sakan asma yapraklarıydı. Hoşgelmiştik.



Beş saatlik bir yolculuğun ardından Viyana'ya gelmiştik ama bu şehirle ilgili Prag kadar önceden edindiğim bilgi yoktu. Öyle ki kalacak yer bile ayarlamamıştık nasılsa bir yer buluruz diye. Her şeyin Viyana'da sürpriz olarak beni bekliyor olduğu fikri taa bu tatil fikrinin oluştuğu zamanlardan beri beni heyecanlandırıyordu ve fakat şehre ilk girdiğimiz anda gördüğüm o harika tarihi binalar bile beni heyecanlandırmamıştı. Ufaktan hayal kırıklığına uğramış bir şekilde yemek yemek ve arabayı park etmek için bir yer bulmaya çalıırken etrafı izledim ve birkaç fotoğraf çektim. Prag kadar beni ilk anda etkilememiş bu şehre büyük haksızlık yaptığımı o dakikalarda bilmiyordum tabii. Sonunda Museumsquartier'in yakınında bir yerlerde arabayı park edip, güzel bir cafe arayışına girdik. Nitekim bulduk da. Kocaman güneş gözümüzün içine girmesin diye yer bile beğenmedik hatta. Oturduğumuz yerde ise Almanca'nın içinde kaybolan ben O.'ın başını didiklemeye, menüye bakarken "bu ne şimdi?" "peki burdakinin içinde ne var" şeklinde sorularla onu bunaltmaya başladım. Sonunda garson gelip siparişi alacağı zaman ben hemen atlayıp İngilizce konuşmaya başladım. Bir süre siparişi o şekilde verdikten sonra O. ve garsonun bana gülümsediğini fark ettim zira adamcağız Türkmüş ve içeri girerken Türkçe konuştuğumuzu duyduğundan sanırım, Türk olduğumuzu anlamış. Benimle de Türkçe konuşuyormuş ama ben otomatiğe bağlamış şekilde her işimi İngilizce görmeye şartlanmış bir insan olarak onunla İngilizce konuşuyormuşum. "Ama o bagetin içinde salam var" dedi mesela adam bana. Türk'tü evet gerçekten de.

Orada harika bir öğle yemeği yemişken, hemen akşamki Deerhunter biletlerini almaya gidelim dedik. Online almıştık zaten ama oradan da biletleri almak gerekiyordu. Museumsquartier'e doğru yola koyulduk. Park ettiğimiz yerde bize ceza yazacaklarını söyleyen adama inanan O. ise bana bir bira borçluydu zira girdiğimiz "bize ceza yazdılar, yazmadılar" iddiasında umutsuz olan ve bir önceki gün Prag'ta kale tarafında yediğimiz park cezası lanetinin onu Viyana'da da bulacağına inanan O. ceza yediğimizi düşünüyordu. Bense umudumu yitirmemiş bir insan olarak iddiayı kazanan taraf oldum. Museumsquartier civarındaki bilet ofisi yolundayken, nihayet navigasyon teyzemiz Çek Cumhuriyeti sınırları içindeki felaket "female gps" modundan çıktı ve tıkır tıkır bize yolları tarif etmeye başladı. Ben de elimdeki küçük Viyana rehberini çıkarmış o bölgede neler olduğuna bakarken MUMOK'un orada olduğunu görüp büyük çapta bir sevinç yaşadım zira MUMOK Viyana'daki bir modern sanat galerisiydi ve içinde görmek istediğim şahane eserler vardı. Museum Moderner Kunst Stiftung Ludwig Wien şeklinde bir isme sahip olan bu galeri mutlaka gezilmeliydi. Ofise uğrayıp görevliyi biri İngilizce biri Almanca konuşan iki arkadaş olarak iki dili de konuşmaya mecbur bırakıp şaşırttıktan sonra sıra galeriyi gezmeye gelmişti. İçeriye girince koca bir avluya açılan bir bina ve avluda hoş kafelere sahip olan bir alanda ortadaki çiğ sarı renkteki koca yapılar üzerinde dinlenen ve vakit geçiren, ders çalışan, arkadaşlarıyla birasını yudumlayıp konuşan insanları görünce Viyana'ya içim bir anda ısınıverdi sonunda. İçeri girince sağ tarafta MUMOK solda ise Klimt ve Schiele'nin eserlerinin görülebileceği Leopold Museum görülüyor. Leopold'u sonraya saklamaya karar verip hemen MUMOK'a daldık.





Müzenin binası gri renkte gayet ilgi çeken bir mimariye sahip ve yedi kat ayrıtemalarla düzenlenmiş. Her katta sergilenen eserlerin dönemi ve o döneme ait bilgiler hem İngilice hem de Almanca olarak salonların girişlerindeki ufak hollerde ilgilenmeyen insanı bile içeri sokabilecek kadar basit ve ilgi çekici bir dille duvarlara yazılmış. Biz gittiğimizde ki hala devam ediyor olmalı o özel sergi, Cy Twombly'nin eserlerine ait ayrıca bir kat vardı. Bu ziyaretle ilgili sayfalarca yazı yazabilirim zira üç saat boyunca bıkmadan usanmadan bazı katları ikişer üçer kez gezdiğim bu müze bu gezimin en duygusal en climatic anlarına ev sahipliği etti. Fakat onun için ayrıca bir yazıyı bir ara buralara yazmak istemekteyim. Velhasıl 1960larda Amerikan Sanati temalı Pop Art akımına dahil olan Jasper Johns, Rauschenberg, Oldenburg ve Rothko'nun yakın arkadaşı ve akımdaşı olan Motherwell'in eserlerini gördüğüm katta beni deli sanmış olabilirler zira her eseri gördüğümde yüzümde kocaman bir gülümseme, aklımda bu zamana kadar onlarla ilgili okuduklarımın ve düşündüklerimin aklımdan kalbime doğru akması ve karşısında çocuk gibi mutlu olduğum kocaman kanvasları bir saat boyunca izlemiş olabilirim.


Bu kısım ise Klasik Modern'lerin bulunduğu kattı. İçinde Oppenheimer'dan, Kupka'ya, Picasso'dan, Matisse'e ve oradan Richter'e ve Kandinsky'e uzanan bir skala var ki bu kısım da beni öfori krizlerine sokacak kadar heyecanlıydı.


MUMOK'u kolay kolay terk edemedim tabii. Mağazasından kendime, kardeşlerime ve arkadaşlarıma hediyeler aldım. Sonundaysa O. ile oturup müzenin yanındaki kafede biralarımızı içtik. Küçük Rebecca'ya ufak bir hediye verdim, onu mıncıkladım, bana gülümsedi. Öyle bir bebeğimin olması fikri o müzenin yanında epeyce hoşuma gitti ama nedense şu anda Ankara'da oturduğum koltukta bu bana o kadar da iyi bir fikir gibi gelmiyor. Neyse, oradan kalktığımızda saat 5'ti. Bu arada last.fm'den zamanında tanıştığım ve komik bir tesadüfle Radiohead konseri için Prag'a geleceğini öğrendiğim C. ise Deerhunter'da da bizimle olacaktı. O da kalkıp İstanbul'dan gelmişti ama onun gezi programı daha farklıydı. Onunla mesajlaşıp, konser alanında buluşmaya karar verdik ve Arena'ya gitmek üzere heyecanla Museumsquartier'den çıktık. Leopold her ne kadar sonraki güne saklanmış olsa da kendisine bir sonraki Viyana gezimde görülmek üzere göz kırpılmış da o esnada farkında değilmişim meğerse. Saklayın o Schiele'leri Klimt'leri benim için!

Bilet üzerindeki bölgeyi bulmak o kadar da zor olmadı şeklinde bu post'u bitirip bir diğerine hemen geçeyim diyorum çünkü son bir yılda en çok dinlediğim grup olan Deerhunter'ın delisi bir divina olarak tek başına bir yazı konusuydu onları izlemem. Görüşürüz yarına. Söz yazacağım.

Cumartesi, Ağustos 29, 2009

Saçmalamaya devam in Prague Vol.1

Önce tam iki hafta öncesine dönmek istiyorum. B. ile beraber vizeye başvurumuz esnasında geyik olarak başlayan, "bir kutu lokum ve nazar boncuğuyla gidelim kalacağımız yere ve Katherina'ya verelim onları" geyiğimizi gerçekleştirmek için Oğuz Uzun adlı lokumcuya uğradığımız anların heyecanlı mutlu anı gibisi yokmuş onu anladım. Bilmediğin ama merak ettiğin bir yere gitmeden önceki günün o hissiyatı şimdi bile düşündükçe acı tatlı duygu bulanıklıklarına sebebiyet veriyor.

16 Ağustos Pazar günüyse pleasure delayerlar olarak D., A.C. ve benim sabah 7'de Ulusoy'la Atatürk Havalimanı'na kadar gidişimizin eğlencesi ve sessiz gülümsemelerini açıklamak için fazla duygusalım bugün herhalde. Aile isteği üzerine, pürel, limon kolonyası ve imunekslerimiz ile domuz gribi tehlikesine karşı hazırlıklıydık da hem.




Sonunda Atatürk'te orada evde yemek içmek için duty free çılgınlığından biraz içki, biraz çikolatayla Prag'a doğru uçuşa başlamışken, önümüzde oturanların yaramaz çocuklarıyla Türkiye-Çek Cumhuriyeti savaşlarına bile daldık. Çek Cumhuriyeti'nin ordusu güçlüydü. Bizi sınırdan geçme konusunda caydırma amaçlı gönderdikleri ciyak ciyak bağıran çocukları dil çıkarmalar ve korkunç yüzlerle alt etmeye çalıştıysak, onlar ise arkada oturan bizi çeşitli oyuncaklar fırlatarak sindirmeye çalıştıysa da yaklaşık 2 buçuk saatlik yolculuğun sonunda kimse ordusunu geri çekip silahlarını indirmedi. Ama biz Çek sınırlarına girmiş bulunduk. Sonuç 1-0.





Eve geldiğimizde ise Katherina bizi karşıladı. Residence Belehradska tüm sevimliliğiyle nihayet bizimdi. Tümden değil tabii. Sadece en güzel daireyi 8 geceliğine kiralamıştık. Güzel bir terası, içeri girdiğimiz anda ağzımızı iki yandan sonua kadar çekmişlercesine gülümseten çatı katı tavanları, yukardan aşağıya inen ve gökyüzünü görmemizi sağlayan pencereleri, güzel mutfağı, harika banyosu derken, sonunda yerleştik ve dışarı çıkmaya karar verdik. A.C. arada bir fotoğrafımı çekti. Ben bile inanamadım ben olduğuma, o kadar ilginçti ve güzeldi.





Dışarı çıktığımızda, daha ikinci günden itibaren suratına bakmayacağımız National History Museum'un görkemli kubbesini evden on dakikalık bir yürüyüş sonrasında gördüğümüzde, hepimiz salak gibi fotoğraf makinelerine saldırdık. Sonuç rezalet tabii ki. O fotoları buraya koyacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz çok fena. Velhasıl müzenin korkunç kokulu ve bir zaman sonra (ikinci geçişe kadar) geçerken midemizi kusacak kadar bulandıran ve lanetler ettiren o alt geçidini atlattıktan sonra Wenceslas Square'e adımımızı attık. Oradan sevimli birkaç foto çektik tabii. Hatta tam bulunduğumuz yerde gördüğümüz "The Biggest Irish Pub in Prague" levhasını gördüğümüz anda, absürd insanlar olarak yapacağımızı yine yaptık ve sekiz gece boyunca her fırsat bulduğumuzda gittiğimiz pub'ımıza doğru yol aldık. "Men wearing kilts in an Irish pub in Prague" şeklindeki epik mesajın B.'ya atıldığı Rocky O'reilly's adlı mekanda, devasalığını bilmeden dört tane sipariş verdiğimiz, halbuki sadece bir tanesin beş kişiye yeteceği Nachos ve Guinness'lerimizle ilk gecemize başlamış olduk. D. çeşitli biraları tadıp, ilerde açacağı bira blogu için tuttuğu moleskine'ine notlar aldı. Başka güzellikleri çekme amaçlı A.C'in benim türlü fotoğraflarımı çekmesi, A.C.'in ne kadar harika bir wing-man olacağı konusundaki şüpheleri ortadan kaldırdı.





Oradan Almanya'dan geziye katılan altıncımız O.'ı müzenin önünden aldıktan sonra, bir başka manyaklığımız olan taa oralara götürdüğümüz türk kahvesi, cezve ve fincanlarımıza doğru yol aldık. Terastaki kahve keyfinden ve sabaha kadar yapılan sohbetlerinden sonra ilk gecemizi sonlandırdık.

Sabah ise en saçma şeyi yaparak D. ile sözleştiğimiz gibi saat 9:30'da kalkıp market alışverişi yapmak için uyandığımda, cep telefonumun saatini bir saat geri almam gerektiğini unuttuğumda, 8:30'da kalkmışım. Sabah sabah terastan gördüğüm görüntü buydu. Hava sıcaktı. Terası daha da bir severek ve kimseyi uayndırmak istemeyerek gidip, o korkunç kronlar için para bozduracağım Muhammed amcayı tesadüfen buldum. Döviz bürolarıın yaptığı adilikleri bildiğimden havaalanında ve daha önceden yaptığım araştırmalar sonucunda 1 euro'nun 25 kron ettiğini okumuştum. Oranın da öyle olduğunu görüp içeri girdiğimde adamın bana nerelisin diye sorması ve benim verdiğim cevaptan sonra bana "Selamınaleyküm" demesi ve benim Prag'ta ilk sabahımda ilk söylediğim şeyin "Aleykümselam" olması başka bir diğer epik olaydı. Muhammed bizim resmi döviz büromuz oldu sonra zaten. Kendisi de Sudan'lıymış ve üç senedir yaşadığı Prag'ı hiç de sevmiyormuş. Kendisine buradan sevgilerimi iletiyorum.




Sonra o ne idüğü belirsiz, bir türlü alışamadığımız kronlarla, sabahın sekiz buçuğunda markete girip, Çekçe yazıları deşifre etmeye çalıştığım sırada D. beni aramasaydı ben yaptığım o salaklığı anlamayacaktım. Ama tabii dışarı çıkmıştım zaten ve marketteydim, tüm alışverişi el yordamıyla yapıp eve döndüğümde, herkes teker teker uyanmaya başlamıştı. Kahvaltı hazırlama girişimlerimde, hiç yapmadığım şeyleri yaptım. Mesela yumurtayı yaktım. Ama benim suçum değil bu. Tamamen aldığım o iğrenç peynirlerin suçu. Peynir delisi bir insan olarak onların tadına baktıktan sonraki hayalkırıklığımın boyutunu anlatmak için kelimeler yetmezdi ama o sırada evde olanlar yanık kokusundan farketmiş olmalılar. Her şeye rağmen güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamış bir insan olarak güne başladım ve hep beraber başladık yine bitmeyen yürüyüşlere.

Bundan sonrasıysa pek bir eğlenceli ama detay detay her şeyi yazamayacağım tabii ki. Yerimiz yok, olmamalı o kadar. Daha on dakikalık yürüyüşten sonra müzenin önünde dibimizde bitiveren Türk turistlerle birbirimize fotoğraf çektirmeler ve fakat olabildiğince Türkiye'den uzak durmak istediğimiz için o Türk çifti kötü amaçlarımız için kullanıp mendil gibi çöpe attık tüm konuşma girişimlerine rağmen ve kendimizi yine Wenceslas'a atıverdik. H&M delisi olan N. mağazayı görünce içeri daldı ve orada bitmek bilmeyen bir alışveriş seansı başladı. Ben ise içerde bir on dakika geçirip hiçbir şeyi beğenemedikten sonra, etrafta gördüğüm Radiohead konseri afişlerini çekmeye başladım. Bu reklam panolarındaki afişleri çekme geleneği de tam o anda başlamış bulundu. Her gördüğüm yerde çektiğim o panoları da, bundan ayrı tuttuğum Radiohead konseri yazısına saklıyorum.





Bütün gün Prag sokaklarını arşınladık tabii ki ve tam da ilk günde Vltava Nehri'nin Charles Bridge yakınında N.'yi Çek arılarının saldırısından kurtaramadık ve tam Charles Bridge ayağındaki Terrace adındaki sevimli yerde bir adet sarımsakla parmağına masajlar yaptık. Bu arada Wenceslas'la beraber en turistik yer olan bu köprüyü de gelmeden iki gece önce Cumartesi'yi Pazar'a bağlayan gece geçmiş olmam apayrı bir olaydı. Hemen ayağındaki pasajdan aldığım Pink Elephant'larla 30 krona (bir euro) içilen güzel biraların suçu hep bunlar.

Bu şehirle ilgili söylenecek çok güzel şeyler var ama. Aslında dönmeden iki gün önce Cumartesi günü D. ile yaptığımız iki saatlik delice keyifli ama aynı zamanda arnavut kaldırımlardan dolayı epeyce meşakkatli bisiklet gezisinden anladığımız kadarıyla sadece iki saatte gezilmedik yeri kalmayacak bir şehir Prag. Yaptıktan sonra bu geziyi ilk gün yapmış olsaydık diye çok hayıflandık zira, kenarda köşede kalmış, turistlerin bile bulmadığı devasa güzellikteki yerleri böylelikle keşfeder ve zamanımızın çoğunu oralarda geçirirdik diye düşündük.

Yollardaki büfelerde satılan sosisliler ve kokuları her ne kadar daha yemeden midemizi bulandırsa ve bizi kendinden uzaklaştırsa da, bu kokular şehrin büyülü güzelliğini bozmaya yetmiyor. Her köşeden ayrı fışkıran tarih kokulu binalar tüm diğer kokuları bastırdı orada kaldığımız süre boyunca. Etrafta Japon turist gibi gezmeme sebep olan Prag'ın sokakları için flickr account'u alacağım zaten ilerleyen günlerde ve oraya eklediğim fotoğraflardan da göreceğiniz üzere, her ne kadar dört gün orayı görmek için yeterli olsa da, şehrin turist olarak anlaşılamayacak aurasını görmek için aylar gerekiyor diye düşünmekteyim. Güneş ışığının veya yağmurlu kasvetli bir günün aynı anda delice yakıştığı sokakları ve binaları tek tek gezmek, kokularını içe çekmek, yaşamadığım, bana ait olmayan başkalarının anlamsız Prag anılarına etmiş olduğum tanıklığı hüzünle yaşamak, Mala Strana'daki balona doğru gittiğini düşündüğümüz yolda bulduğumuz sürekli Coldplay-Parachutes ve Massive Attack-Mezzaine albümleri çalan karavandan bozma mekanda biramı yudumlarken nehir kıyısına oturup ışıkların nehirde aldığı şekilleri izlemek, bir yerlere notlar almak, daha da hüzünlenmek ama her seferinde içimde nehirde gördüğüm kıpırtıların yansımasını hissetmek için bu şehre olabildiğince sık uğramaya karar verdiğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.








İlk gün bir de Old Town meydanındaki kilisede harika bir Mozart Requiem dinledik. Saat 7'de orada olmamız gerekirken, daha henüz kestirme yolları bilmediğimizden saat 6:40'ta taksiye binip yetişemeye çalıştığımız ve iki taksi tutup mekana doğru yol aldığımızda, taksilerin bu ülkede ne kadar kötü bir üne sahip olduğun biliyorduk ama hiçbirimiz bu kadarını beklemiyorduk. Bizden önce kiliseye varan D.,N. ve S.'in bindiği taksi 220 krona iki adım ötedeki kiliseye onları bırakmışken, bizimkisi onlardan sonra varıp bizden 175 kron (ç)aldı. Onların bizden önce oraya varıp daha fazla para vermesi hala anlayamadığımız ve güldüğümüz bir olay.





Konser sonunda ise çıktığımız ortama hiç yakışmayacak hareketler içindeydik. Gidilen bir Çek restoranının müzik yapan iki kişilik grubunu(Let It Be ve Shape of My Heart ile hatırlayacağım onları) hareketlerimiz ve ukalalığımızla gülmekten öldürdük. Söyleyemedikleri yerlerde biz söyledik, dalga geçtik, onlarla beraber eğlendik ki öyle bir eğlendik ki artık bir tanesi içeriye kapının ardına geçip kahkahalar atarak çalmaya çalıştı gitarını. İğrençtik evet. Oradan tramvay durağına geldiğimizde ise iğrençliklerimiz devam etti ve saçma fotoğraflar serisine başlanmış oldu. Onlardan Crystal Castles'a albüm kapağı olabilme potansiyeline sahip olanı ve diğer amaçsız haller...







Ertesi sabah ise uyandığımda mail kontrolüne girişeyim dediğimde Moderat röportajımın konserden önce soundcheck'ten sonra saat 4'e verilmiş olduğu haberini verdi bana Marit. Dünyanın en mutlu insanı oldum. Zaten ertesi gün sabah Viyana'ya bir yolculuk ve akşamında Deerhunter konseri beni bekliyordu. Tatilim giderek daha da güzel bir hal almışken, O. ile artık çocuğum gibi sevdiğim arabasıyla kale tarafına gitmeye karar verdik. Giderken tekrardan Gehry'nin ünlü dans eden binaları Fred v& Ginger'la rastlaştık. Selamlaştık ve onları danslarıyla başbaşa bıraktık. Mala Strana karşı taraftan daha farklıydı. Kalenin olduğu bu bölgeye Asya, Stare Mesto ve civarının olduğu tarafa ise Avrupa diyebilirmişim gibi geldi. Evlerin giderek daha da küçüldüğü Mala Strana civarı daha sakin ve düzenliydi. Tepeye kaleye ve karşıdan pek görkemli ve çekici görünen ST. Vitus katedraline yaklaştığımızda anladım ki Çekler yememiş içmemiş bina yapmışlardı tarihleri boyunca. Mimariye ve zanaat işine verdikleri enerjiyi güç sahibi olmaya adasalarmış, şimdi diş bilediğimiz Amerika yerine Çek Cumhuriyeti olabilirmiş de diyebilirim herhalde. Tepenin üzerinde yer alan bu bölgeden ise Prag'ın görüntüsü muhteşemdi. Zıplayarak fotoğraf çektiren turistlerden yer kalsa çok güzel rakı sofralarına eşlik edilebilecek bir manzara bu. Evet, Türk'üm.











Bu bölgede epeyce ünlü ve varlıklı olduğunu tarihini dinlerken öğrendiğimiz Çek Lobkowicz ailesinin evlerindeki aile koleksiyonlarını ziyaret ettik. Yukarıdaki fotoğraf da bu ailenin ilk üyelerinin portreleriymiş. ben bu fotoğrafı çeker ekmez yanıma gelen yaşlı teyze "nö fötö nö fötö" diye bir şeyler söylemese daha neler neler çekmiştim ama utanıp, Japon'luğuma ara verdim. Aile 14. yüzyıldan itibaren Çek Cumhriyeti topraklarının tarihinde önemli bir yere sahip. Ayrıntılı bilgiler vermeyi pek gerek görmüyorum zira bir ziyaretinizde burayı görmek isterseniz spoil etmiş olmak istemiyorum. Sadece ailenin en ünlü üyelerinden Joseph Franz Maximillian Lobkowicz'in Beethoven'ın patronu olduğunu ve ünlü 3. ve 5. senfonisi de dahil olmak üzere bir çok eserin kendisi için yapılmış olduğunu öğrenip şaşırıyorsunuz. Bununla kalmayıp bu eserlerin ve Mozart ile Haydyn'in manuscriptlerini de görüp mutlu olunabiliyor. Bu galeri benim dikkatimi Velasquez'in ünlü eseri Las Meninas'ın küçük İspanyol prensesi Infanta Margarita'sını galerinin kapısında görmemle ilgimi çekti. Zaten az önce verdiğim linkten koleksiyonun içeriğine bir göz atılabilir. Gerek yok ama gitmeden önce çalışmış olunur hem.

Kale civarında geçirdiğimiz birkaç saatten sonra Stare Mesto meydanına geri dönüş yaptık tabii hemen. Orada bizimkilerle buluşup muhteşem pizzalar ve Staropramen lightları midelerime yolladıktan sonra nihayet Astronomical Clock'ı gördük. Hemen fotoğraf makinelerine saldırdık ve turist olduğumuzu hatırlayıp yasa büründük. O geceyi orada burada dolanarak ve sevimli bulduğumuz publara girip çıkarak geçirip, O. ile ertesi günü erkenden çıkacağımız Viyana yolculuğundan dolayı eve erken dönmeye karar verdik. Aşağıdaki fotoğraflardan sonra Viyana yolculuğu ve Deerhunter konseriyle ilgili pek eğlenceli ve inanılmaz haberler/fotoğraflarla başka bir ara devam etme niyetindeyim. Bu başka aranın yarın sabah olma olasılığı ise epeyce yüksek. O zaman bizden ayrılmayın, şimdi reklamlar.