over the pond etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
over the pond etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Eylül 04, 2008

"but you're not really there, it's just a radio"

Not: Bu yazı en iyi The Album Leaf- Window ve Over the Pond ile görüntülenebilir, okunabilir.

Sabah 6'ydı. Zaten 4'te uyumuştum sanırım. Günleri ve saatleri çok iyi ayırdedemiyorum bu aralar. Mesela bugünün Çarşamba olduğundan o kadar eminim ve fakat başkaları da Perşembe olduğundan bir o kadar emin ki, kimseyle anlaşamamaktayım. Neyse... Gözümü açtığımda bir pencere gördüm, yatağımın başucunda öylece açık duran. İçeri giren belli belirsiz ilkgünışığı, temiz hava derken ellerime baktım yine. Arkadan vuran aydınlıkla ellerim bir anda gözlerimin de daha henüz açılmasıyla simsiyah göründüler bir anda. Sonra bir anda kapının açıldığını, birinin içeri girdiğini anımsadım. Sanki yaşadığım bir an vardı bu sabahta ama ben gelecekten bugüne geldim, gelince o andaki "ben"i yok ettim, hayalet gibi gölgeler gördüm gibi hissettim. Biri yanıma uzandı. Beni yine uyuttu. O kadar huzurluydum ki...

7'de uyandım. Sabahakarşılığın tatlı huzurundan eser yoktu. Yapacaklarım vardı. Ama o kadar canlıydı ki o hayaletler, zihnimi bir an bile boş bırakmadılar. Mesela bugün defalarca dinlediğim o şarkının bana yollandığı ilk anda, sabahın ilk kuş sesini duymam... Birilerinin hiç tanık olmadığım halde gözümde gerçekmiş gibi canlanan çoraplı moraplı anıları... Sonra bana yollanan bu şarkıyla kendimi hüzünlü ama gülümseyerek yollara vuruşum. İşe gidişim... Her şeyin bu şarkının hüznü eşliğinde daha güzel görünmesi... Hepsi bir arada ağzımda kötü bir tatla yatağımdan kalkmama sebep oldu sanırım.

Kalkar kalkmaz, üzerime ne bulursam giyindim. Seneler öncesinden aldığım ve hala çok sevdiğim bir adet etek, üzerime de "This black cat brings you good luck" yazılı mottosu ile müsemma bir bluzle dışarı atıverdim kendimi. Bizim sokakta daha ilk adımlarımda geleneksel günün ilk şarkısı shuffle'ında gözüme gözüme vuran güneş ışıklarından gözlerim kamaşmışken bir anda çalıverdi... Ben istememiştim oysa ki. Tam da kaçmak istediğim şeydi. Artık kaçan biri olduğuma inanamıyorum bazen.

O şarkı ve kendinden sonraki "Window" -ki evet bu o sabah anına çok uygundu- çaldı durdu. Yolda gözlerim doldu. Bugünün ne kadar yoğun geçeceğini ve sağlam durmam gerektiğini biliyordum. Daha gözyaşlarım akmadan sildim. Kimse farketmedi bile. İyi hissettim, sağlam durabiliyorum diye.

Tüm gün dersteydim diyebilirim. Artık son dersimde bitmesine 10 dakika kala kafamdan çıkan cızırtıları ve kıvılcımları algılayıp algılamadıklarını sordum insanlara. "Pause" kelimesinin anlamını soruyordu birisi tam o sırada. Bense o kelimenin vücut bulmuş haliydim. Aynen de bu açıklamayı yaptım zaten. Hayat boyu unutacaklarını sanmıyorum.

Sonra çıktım. Gelirken, tam da eve gelmek için beklediğim otobüs durağında etrafıma bakınırken, "o"nu gördüm. O bir köpek ama değil de. Sokak köpeği. En son hayatımdaki bir şeyin son gecesinde görmüştüm kendisini. 2007 Mayıs ayıydı. 21 Mayıs'tı hatta evet... Öncesinde sürekli görürdüm. Beni tarifsiz bir şekilde hüzünlendirirdi. Gözlerim doluverirdi daha onu görür görmez. Sonrasında mahalledeki özel bir apartmanın güvenlik görevlisi bana anlatmıştı onun hikayesini tam da ben onu severken. Sahibi ölmüş ve yakınları köpeği sokağa atmışlar. O zaman "Yoksa ben de mi böyle görünüyorum" diye düşünmüştüm anında. Sonra o köpeği her zaman benim için önemli günlere görmeye başladım. Tam ihtiyacım olan zamanlarda. Kendimi görmem gereken zamanlarda... Aynadan daha anlamlı ve doğru bir şeydi benim için hep. Sonra taa o benim onu gözyaşlarına bulanmış halde sevdiğim Mayıs gecesinden beri hiç görmemiştim. Hem merak ediyordum hem de içten içe "Ne kadar da ihtiyacım var" dediğim zamanlarda karşıma çıkmadığı için hayıflanıyordum aklıma geldikçe ve ayna ihtiyacı hissettiğim anlarda.

Bu akşam gördüm onu işte. Karşıdan karşıya geçiyordu. Onu görünce kulağımda yine aynı müzikle ayaklandım. Hiç duraksaadım. Ona doğru koşar adımlarla gittim. Ağlamaya başlamıştım bile zaten kocaman caddenin kaldırımında. Gittim sevdim onu. O yine her zamanki gibi hüzünü hüzünlü baktı. Onu severken otobüsüm geldi. Binmedim. Sonrakini bekledik beraber. Özlem giderdik sanırım. Tanımıştır diye de düşünmek istiyorum. Kaç tane deli vardır kendisini severken o şekle giren zaten. Mutlaka biliyordur.

O köpekle kendimi o kadar özdeşleştirdiğime inanamadım yolda. Düşündükçe daha kötü ve garip hissettim. Bugün bütün saçmalığıyla neredeyse tükenmişken, insanların anlayışının, beni gerçekten anlayabiliyor oluşlarının, saygı duymalarının, benden nefret etmelerinin yani kısacası benimle olan iletişimlerdeki hiçbir yolun anlamı kalmamışken, kendisiyle kurduğum o iletişimin pürüzsüz ve kendinden uyumlu doğası başka nerede nasıl kiminle veya neyle gerçekleşir; bu sabahki hayalet gibi birisi beni ne zaman o kadar huzurla uyutabilir bilemiyorum.

Bu iki şarkının albümünün tam da ismiyle vaadettiği ama önceden maalesef ayak basılmış olduğu için içine girip zerre kadar yorum yapmak istemediğim, sindirip neymiş diye anlatma hevesimin kesildiği o güvenli yer yok, evet. Nihayet anlamış bulunmaktayım.

Cuma, Şubat 01, 2008

Over the Pond

Bu şarkıyı dinlememiştim herhalde uzunca bir süredir. iTunes'u her açtığımda grubun isminden dolayı en üstlerde duran bu şarkıyı bugün dinleme cesaretinde bulundum. Tamam itiraf ediyorum, messengerımdaki isimlerden birinin penceresini açıp açıp kapıyorum. O son sözü görüyorum: "maalesef". Gerçekten "maalesef" ama.

Neyse işte bugün dinledim bu şarkıyı. Az önce bitti. Yalnız başıma evde olmak bazen korkutuyor beni. Sorun şu ki, depremden, ondan, bundan değil, kendimden korkuyorum. Kendimle konuşmaktan korkuyorum. Kendi yalnızlığımda salonda otururken, bazen sesli düşünüyorum. Özellikle de içsesimi bastırmam gerektiği zamanlarda oluyor bu.

Bazen gülümsüyorum bir şey anımsayıp. Uzun süre farketmiyor olmalıyım ki, neden gülümsüyorum ben diye farkettiğimde, unutmuş oluyorum nedenini. Sonra sonra farkına varıyorum nedenini. Bir fotoğraf, bir şarkı, bir kokuda kilitli kalmış bir şeyleri anımsamışım ondan.

Geçende Nevizade'de dolanırken, o son mekanın önünden geçerken ne hissedeceğimi şaşırmıştım. Esther ise bizi onun karşılarında bir yere götürmüştü. Onun da canı yanıyordu o aralar. Bana bizi götürdüğü yerde tanıştıklarından bahsetmişti. İçeri girdiğimizde dönüp "hangi katta ve nerede oturalım?" diye sorunca verdiğim cevap aslında kendi adıma yanlış yerde olduğumu anlatıyordu. Şöyle demiştim:

- En çok neresi acıtıyorsa orada, o katta.

17-07-07 tarihinde saat 14:32'de dinlenen bir şarkı var. İki kişinin beraber sokaklarda dolanarak, birbirleriyle sarmaş dolaş dinledikleri bir şarkı olacaktı bir yerlerde. O şarkıyı o zamandan beri hala dinleyemedi o iki kişiden biri. Diğerinin ise anımsadığı şüpheli.

Múm konseri varmış. Heima gösterime giriyormuş -thx to haavi. Gitmeli görmeli.

"you say it must hurt, i know and it does..."

Perşembe, Mayıs 24, 2007

123456789013456789

over the pond dinlemekteyim. hayatımda önemli bir yere sahip oldu bu şarkı da. gelişiyle bir şeylerin dökülmesi, ve dökülüp saçılanların bir türlü getirilemeyen sonları gelmiş oldu. şimdi geriye döndüğümde garip hissediyorum. bir yandan da bu yazı düşündükçe mutlu. gitmek istediğim yerler, görmek istediğim insanlar var. hatta birisi yazının başlığında gizli.

gülümseyerek huzurlu olabildiğim bir yer istiyorum... başka da bir şey değil.

iyi sabahlar...