Pazar, Aralık 30, 2007

Rengarenk Işıkların Aydınlattığı Oda



Bu lambaları, bir şey için saklıyordum. Hatta yakmak için sebep etmiştim kendime o şeyi. Ama madem yeni yıl, madem kişisel tarihimde "doğumgünümde bana en güzel(!) hediyeyi vermiş şey" olarak kayıtlı olan o artık 2008'de olmayacak hayatımda, o zaman onları yakmak için ve hatta yerlerini değiştirmek için bundan daha güzel bir zaman olamazdı diye düşündüm. Ben lambaları yakarken benim içimi de başka şeyler yaktı ama olsun...

Yarın bu yılın son günü. Demek bu sene de böyle olacakmış dedim birine bugün. Hiç ummadığım, artık şehirlerimi terketmiş olanların ve şehrini terketmiş olduklarımın hayatıma yeniden hızlı bir giriş yaptığı (en üst sıralardan hatta) bir yıldı. Bol bol yeni müzik, bol bol mutlulukla geçirdiğim yılın yarısı ve son dakikada kendi kaleme atmış olduğumu çok sonradan farkettiğim bir golün hüznü, üzüntüsü ve pişmanlığı. Pişman olabiliyormuşum onu gördüm. Ama olsun... Deneyim çekilmiş acıdır diye bir söz duymuştum bir yerlerde. Artık bu konuda double espresso kıvamındayım. Ekstra "shot" istemiyorum hayatımın bundan sonraki dönemlerinde. Starbucks'ta bunu sormasınlar bana artık.

Gökçe ile evi süsledik yarınki ev partimizden önce. Camlara ışıklar iliştirdik. Perdeleri açtık. Çam ağacımızı süsledik. Paul yere düşenlerle oyunlar oynadı. Şu anda ekrana bakmakta dizimin üzerine uzanmış. Yoruldu tabii, dinleniyor şimdi de. Artık tek şey bekliyoruz. İnsanlar gelsinler. Sıcak bakan gözler, uyumlu sözler olsun. Hayatlarımızı temize çekelim rengarenk ışıkların aydınlattığı odamızda.

Sevgili Haavi, ona dünyanın en güzel şarkısını yolladığımı yazmış bloguna. Pek mutlu etti o güzel şarkıyı birden fazla kez dinleyebilmesi ve hatta üstüne bir de böyle etiketlemesi. Sonra daha mutlu eden bir şey yapıp, albümü koymuş bir yerlere, yüklenmek üzere. Hiç durur muyum? Hemen indirdim. Şimdi 2008'e eşliğinde girmek istediğim istediğim şarkılarını dinliyorum Pillow'un: Song for Beginning. O kadar güzel ki Flowing Seasons albümü, başlayan şarkı biten şarkıyı aratmıyor. *dream endless'a tekrar teşekkür ederim.

Yarına zamanım olursa bir son gün yazısı yazarım. Ama pek yazasım da yok. Belki bir ilk gün yazısına dönüşür içimdekiler; kim bilir...

Cumartesi, Aralık 29, 2007

"no more ifs or ands or buts"

Ha bir de, hani insan gülümser ya. Gülmekten değil, gülümsemekten bahsediyorum ama. O gülümseme insanın yüzünde bir süre asılı kalır. Benimkinin süresi çok kısaldı. 3-5 saniye sonra yüzüm bir anda düşüyor. Hiçbir şey gülümsememi on saniye bile asılı tutamıyor. How nice...

Awkwardness...

Bu aralar saniyem saniyemi tutmuyor ve bir yukarılarda bir aşağılarda zıp zıp zıplıyor ruh halim. Tansiyon hastaları vardır ya, şimdi adı aklıma gelmedi ama sanki belirgin bir ismi vardı, bir inip bir çıkar tansiyonları; aynen öyle. İnsanın sakinleşmesi için böyle dalgalanmalara ihtiyacı var sanırım. Eminim birkaç ay sonra dönüp baktığımda yazdıklarımla neleri devirmişim buraya gelirken diye düşünüp duracağım.

İşin garip tarafı ise şu ki, önceki yazdığım konularda tam tersini hissettiğimi iddia edecek kadar da şuursuzum bu aralar. Sürekli kendi kendini bozan hislerin hepsi içimde. Deconstructing Harry'deki cehennem sahnesi geliyor aklıma hep içimi düşündükçe. Orası gibi işte içim. Yakılması emredilenler (içimdeki şeytan emrediyor tabii) yakılıyor, sonra ardından yasları tutuluyor (içimdeki melekler tarafından). Arada aralarında dolaşıyorum elimde martini ve yüzümdeki evil grin ile. Ama sonunda hep hüzün oluyor. Bu "Dark side" hikayesinin sonu nasıl gelecek merak ediyorum. İçimde sonradan yer edenleri yakarken, onlarla beraber koca bir yığın anıyı da yakmak zorunda olmak, tüm sistemimi bozuyor. İçim ve dışım senkronizasyon mağduru. Ne diyorsam burada içim farklı diyordur, ne hissediyorsam, buraya farklı yazıyorumdur. Her neyse... Geçmişin geçmişte kalması gerektiği gecelerden birindeyiz.

Bir de, geçmiş silinmeyen bir şey. Anılar bile silinmiyor. Reader bile silmiyor eski postları bloglardan silindiği halde.

Hiçbir şeyi düzeltemeyen, her şeyi daha da yerin dibine sokan bir "divina"nın beceriksizliği devam ettikçe onun hemen yanıbaşında duran bir şeytanla yaşamak ve onun dediklerine arada boyun eğmek zorundayım sanırım bir süre daha.

Cuma, Aralık 28, 2007

Her zaman aynı...

Artık nefretim için somut nedenlerim de var. İnsan daha ne ister, değil mi?!

Bir zamanlar cidden de güvendiğim birilerinin aslında ne kadar güvenilmeyecek birileri olduğunun kanıtı önümdeki bir yazı. Güvenilir birilerinden, bildiğim bir insandan önceden toz kondurmadığım bu kişiyle ilgili söylenen şeyler. İnsan nefretinin bu zamana kadar bilmemiş olduğu destekleyici nedenleri olduğunu öğrendiğinde nasıl rahatlıyor (!) anlatamam.

"A giant step each day..."

Bu aralar bir şeyler için şükretmem gerektiğinde, gözlerimi kapıyorum, şiddetli bir deprem hayal ediyorum. Artık sonu gelmeyeceğinden emin olduğum, bitmesini beklemediğim bir deprem yaratıyorum kendi kendime. Sonra gözlerimi açtığımda her şeyin yerli yerinde olduğunu gördüğümde mutlu oluyorum. Yalancı kendi yalanına kendisi de inanır ya sonunda, ben de kendi kurguma inanıp, hayata döndüğümde mutlu olma oyunları oynuyorum kendi başıma. O halde yeni yıl dileğim belli: "Wii"! Oyunlara ihtiyacım var belli ki ne yapayım.

Yılbaşı için birilerini buraya gelmeye razı etmeye çalışıyorum. Umarım gelirler de, kendilerini güzel güzel ağırlarım ben de zevkle. Magnum'un bu dark chocolate'ı pek güzelmiş. Şarabın yanına bile iyi gidiyor. Kahveyle falan siz düşünün artık. Starbucks da yapmalı böyle güzel bir çikolata. Americano'yla pek leziz bir ikili oluştururlar artık.

Pace Is the Trick'e geldi sıra. Bu şarkıyı telefondan canlı canlı dinlediğim bir anı anımsadım hemen tabii; hiç kaçmaz. Telefonum sayesinde dinlediğim grupların, şarkıcıların bir listesini çıkaracağım yakında zaten. Kendisi benim pek değerli "Hermes"im. Bana kişisel Olimpos'umdaki tanrılardan haberler getiriyor. Bir kanatlı sandaletleri eksik. O da olmayıversin canım.

Ne zamandır dinlemekten imtina ettiğim şarkıları dinliyorum bugün sırayla. Playlist'imle gurur duydum bugün bir kez daha. Ne güzel şarkılar eklemişim öyle. Hem hepsini temize çekiyorum. "Getting strong today, a giant step each day" hem. Aferin bana.

Colorquiz ve çılgın yorumları 2

Zamanı gelmişti. Hemen yaptım. Şöyle dedi:

"Your Existing Situation
Exercises initiative in overcoming obstacles and difficulties. Either holds, or wishes to achieve, a position of authority in which control can be exerted over events.

Your Stress Sources
Unfulfilled hopes have led to uncertainty and apprehension. Needs to feel secure and to avoid any further disappointment, and fears being passed over or losing standings and prestige. Doubts that things will be any better in the future and this negative attitude leads her to make exaggerated demands and to refuse to make reasonable compromises.

Your Restrained Characteristics
Able to achieve satisfaction through sexual activity but is inclined to be emotionally withdrawn, which prevents her from becoming deeply involved.

Egocentric and therefore quick to take offense. Sensitive and sentimental, but conceals this from all except those very close to her.

Your Desired Objective
Feels the situation is hopeless. Strongly resists things which she finds disagreeable. Tries to shield herself from anything which might irritate her or make her feel more depressed.

Your Actual Problem
Disappointment and the fear that there is no point in formulating fresh goals have led to anxiety, emptiness, and an unadmitted self-contempt. Her refusal to admit this leads to her adopting a headstrong and defiant attitude."

Hmmmmmm...

Baykuş

Dün zevkli bir gece geçirdikten sonra çılgın bir duygu patlaması yaşadım. Tam da bunun orta yerinde bir sallandık ki sormayın. Dünya benim etrafımda dönüyor ya (Ayça, senden bir tane daha var artık :) ), depremi bile kendime bağladım. Şimdi baykuş gibi bekliyorum gelecek sarsıntıları.

Bireyselliğimin keyfini çıkarmaya başladım nihayet. Aklımda başka biri olmadan hayata yeniden tutunmak zevkli bir şeymiş. Ayn Rand kişisini takdir ediyorum bu bağlamda :)

Bugün yeni yıla girme eşiğinde, içsel ve dışsal sarsıntıların ortasında bir çam ağacı aldım. Aslında gerçek değil, imitasyon bir ağaç. Ama olsun, çok sevdik; evimizin baş tacı yaptık. Yarına süsleyeceğiz kendisini. Pek heyecanlıyız. Bakalım...

Bugünün güzel bir yanı güzel bir yemek yedim. Güzel sohbetler ettim. Güzel haberler aldım. Birileri geliyor. Uzun süredir görmek istediğim iki insan haftasonu burada olacaklarmış. Ayrı ayrı aldım haberlerini.

Artık daha fazla sarsılmayalım istiyorum. Ne taa derinlerden ne de yer kabuğunun bilmem kaç kilometre dibinden. Uyumak istiyorum sakince, yatağımın bir kısmına kıvrılmadan. Başka birini beklemeden. O yatakta sadece "ben" yatıyorum diye mutlu olayım ki dünden beri içsel olarak epey bir değişim geçirdim. Sadece deprem kaldı. O da bir durulsun, nasıl rahatlayacağımı bir ben biliyorum.

Dark side konusunda da evet, sanırım geçiyorum yavaş yavaş. "Hahahaha" diye gülümsüyorum. Hatta Caner'in deyimiyle "Nıhahaha" şeklinde hain hain gülümsüyorum. Bu durumun ilk fiziksel emaresi de gözümde belirdi dün gece. Gözümde belirgin bir kızarıklık var ve sanki hep orada duracakmış gibi geliyor. Durmaz tabii ama olsun. Ben çok eğleniyorum artık kırmızı bir gözün ortasında siyah bir gözbebeğine sahip olmamla. Herkes eğlensin istiyorum.

Dans etmek istiyorum bir de dünkü gibi haftanın belli günlerinde. Gelecek vaadediyorum sanırım bu konuda. Hareket vakti geldi de geçti sanırım benim için. Arayı kapatmak lazım derim ben.

Baykuş da ne süper bir yaratıktır. İçinde bir kedi, bir baykuş, bir de koala barındıran bir hikaye yazayım ben en iyisi.

İyi geceler.

Perşembe, Aralık 27, 2007

Nefret

Hiç kimseden bu kadar nefret etmemiştim sanırım. Bu çok ilginç bir durum çünkü normalde kimseye veya hiçbir şeye karşı böyle yüksek şiddette bir his beslememiştim. Buna sevgi de dahil. İçimde hissettiğim şey zaten soğuk olan ellerimi buz gibi yaptı. Üzerime battaniyemi aldım, kalın bir şeyler giyindim ama hala üşüyorum. Bu buz gibi bir hismiş. Soğuk değil, buz. Dünya üzerinde böyle bir soğuk var mıdır onu da bilmiyorum.

Birinin başka birine karşı hissettiği bir nefret, kin, garez vardı, bana anlatırdı. Sen o içindeki hissi al onu çarp aklına gelen en büyük sayıyla, o bile yetmez içimde sana karşı olan nefreti anlatmaya . Kendimi nefret hissinden dolayı dark side'a geçmiş olan Anakin gibi hissediyorum. Bu hisle insan başa çıkamıyor. Tüm benliğini kaplıyor. Bu aralar bana bulaşmasın o yüzden kimse. Hiç sağlıklı değilim. Dark side'a geçtim haberiniz olsun.

Sonum hayır olsun.

Çarşamba, Aralık 26, 2007

Champagne Supernova

Bu şarkı benim kıymetlim. Liseden bu zamana getirdiğim, bu kadar sevip, sevdiğimi sevdiklerimle paylaşma isteğime rağmen içimde kimsenin dokunmasına izin vermediğim şarkılardan biridir. Bebek'te bir yerlerde unutamayacağım, bir anıyla içini olumsuzluklarla dolduramayacağım, çok aşık olsam da çok sevsem de o kişiyle paylaşmayacağım şarkımdır. Öyle ki benden daha büyük. Nokta.

Gerçek

Paul Auster'la ilgili bir yazı gördüm az önce sözlükte. Mustefid nickli bir yazar yazmış. "Gerçek onu nasıl algıladığınıza bağlı bir şeydir" demiş kedimin isim babalarından biri olan Auster. Auster bunu böyle anlatıyor güzel. Ama hayatın kendisiyle karşılaşan Daniel Quinn, onlarca karaktere sahipken iki adamı aynı anda takip edemeyeceğini anladığı anda farkediyor bir şeyleri. Evet yüzlerce karakterin olabilir. "Gerçek" skalan her rengi barındırıyor olabilir ama hayatın gerçeği öyle bir şey değil. Tek bedene sahipsin. Bir şeyleri seçerek onu yönlendirmen gerekiyor. Seçtiğin öznel gerçekliğini hayatın gerçeği ile uyumlu hale getirmezsen, bir yerde duraksıyorsun. Duraksama, tıkanıp kalmışlık, hareket edememe hali olarak anlamlandırılan "inertia" kelimesini hem fonetik hem de anlamıyla olan uyumu açısından çok sevmişimdir hep. İşte o "inertia" yakalıyor insanı ummadık anda. Neden bu kadar panik atak vakası var sorusuna bir cevap da bu olabilir. Öznel gerçekliğinin hayatın gerçeğiyle uyumsuzluğunu farkettiği anda insanın içini kaplayan huzursuzluk, "inertia", tıpkı bir Massive Attack şarkısı gibi (bkz: Inertia Creeps) insanı süründürüyor. Sonra gelsin kalp krizi paranoyaları, gelsin nefes tıkanmaları, dışarı adım bile atamamalar...

"Gerçek" öyle kolay kolay algılanabilir bir şey değil yani. Yazının başında sözlükte okuduğumu söylediğim o cümle her ne kadar şık da olsa, o kadar dümdüz ve o kadar ayrıntısız ki, eksikliğinden ötürü insanın reddedesi geliyor.

"Yirtilmis, islevini (islatmamak) kaybetmis semsiyeye niye semsiye, hadi en fazla bozuk semsiye deriz ki?" diye bir kısmı da hemen yazıvermiş bir sözlükçü (nikiforov) Cam Kent başlığına. Her şeyi birincillerden alarak kurduğumuz yaşamda alternatiflere verdiğimiz adlar ve isimler ilklere refere ederek verilmiştir ya ondandır herhalde. Bu noktada hemen "Şekersiz şeker" "kafeinsiz kahve", "kakaosuz çikolata" gibi kavramlardan, süregiden her şeyin içindeki boşalmaya değinen Zizek'e bir selam yollamak isterim ki kendisi şu odada yazıyor olsa, önceki yazdıklarımdan nasıl bir aptal olduğumun analizini yapsaydı diye de içimden geçirmiyor da değilim. Neyse kendisi farklı bir yazının konusu olsun, nasılsa yazmaktan daha iyi gelen başka bir şey yok şu anda hayatımda.

Zizek beyefendi de eğer rastgelirse bu yazıya ona da şu cümleyi yazıp gönlünü alayım: "Mr. Zizek, come and save us!"

"I felt free and I felt lonely..."

Akşama bir partiye çağrıldım. Altuğ da dans edecekmiş; onu da izleyeceğim bu partide. Murphy's diye bir bar vardı hep duyardım ama genelde dansşinas insanların gittiği bir bar olduğundan mıdır nedir, bir kez bile gidip göreyim istemedim. Bugüne kısmetmiş.

Dans edebilen insanların hepsinin içlerinde bomboş bir oda olduğunu, o odanın içine hiçbir şeyi dahil etmediklerini ve dans ederken kendilerini binlerce insanın arasında olsalar bile o odanın içine attıklarını hayal etmişimdir hep. Dans edemeyenlerin içlerindeki her odanın ise, tıkabasa ayrıntılarla doldurulmuş olduğunu, duvarlarının o insanların benliklerini oluşturan tüm parçaların çılgın bir karışımından oluşan alacalı bulacalı renklerle boyandığını düşünürüm. O yüzdendir sanki onların hareketlerindeki tutukluk, utangaçlık. Yaptıkları her hareket kontrolsüz gelecek o odadaki her şeye. "Bu sen değilsin, ne yapıyorsun?" diye soracak o duvarlar korkusuyla adım atamazlar. İnsanın dans etmesi için boş bir odaya sahip olması, insanların arasında kontrolsüzce elini kolunu, ayağını bacağını oraya buraya salması ne büyük şans diye düşünür dururum ben.

Aynı şeyi insanın kendini ifade ettiği her yola uyguluyorum çokça. Birisi harika yazı yazıyorsa, o insanın tüm kimliğinden sıyrıldığı ve içinde utanmadan sıkılmadan istediği gibi yazabildiği bir odaya sahip olduğunu düşünürüm mesela. Seviyorum bu metaforu sanırım.

Benim içinde utanmadan bir şeyler yaptığım odalarım yok mu peki? Var tabii her insanda olduğu gibi. Bu oda mesela benim çocukça zırlamalarımı, mızıldanmalarımı, üzüntümü, sıkıntımı ve hatta son zamanlarda hiç olmasa da mutluluklarımı -bir zamanlar mutluydum ben, okuyan insanlar olduğunu bildiğim halde yazdığım bir oda. Burası aynı dans eden insanın odasında yaşadığı meditasyonumsu deneyimlere benzer şeyler yaşatıyor bana. I Heart Imagine Room demek istiyorum o halde.

Yaz boyunca dinlediğim ve absurd etiketlerle şimdilerde kendime cehennem ettiğim bazı şarkıları geri dönüşümden çıkarıp yeniden canlandırma çalışmalarım başladı. The American Analog Set ilk adım. "A" ile başlamak lazım tabii.

Yeniden yapılanma için, yapı bozumuna gitmek, tam da İpek'in dün benimle ilgili yaptığı bir tespite uygun olarak, benden başka bir tek Woody Allen'a yakışıyor. (hatırlayınız: Deconstructing Harry) Bir şeyler bozulduğunda, sıfır noktasına inmeden, o deneyimin üzerine bir kat daha çıkamıyorum. Önce sıfır, sonra kat. Önce fiş, sonra alışveriş. Orijinali "önce alışveriş sonra fiş"; biliyorum bunu pek uyanık veya yeni uyanmış okuyucu ama ters bir insanım ya hani. Onu vurguladım. Dikkatinizi çekerim: Yazar burada okuyucuya sesleniyor.

Öyle işte.

I know...

... tüm cevapları.

Bomboş bir sayfa arıyorum şimdi. Her şeyi o sayfaya yerleştirmek istiyorum. Sayfada "benim" dediğim hiçbir şey olmasın. Olmasın ki gittiklerinde üzülmeyeyim. Bir sabah kalktığımda onları orada görmediğimde hiçbir şey hissetmeyeyim.

His aldırmak gibi bir cerrahi operasyon olsaydı keşke. Sıranın başındaki ben olurdum eminim.

Unravel



Bazen diyorum ki Björk benim yerime böyle durumlarda Imagine Room'a girsin. Beni ifade etsin. Boğazımda düğümlenen sözleri şiir gibi yazsın buraya. Sayesinde bazen Akrep olduğumu düşünüyorum.

Ay lav yu yutub.

Salı, Aralık 25, 2007

C.S.S.

Tam da gökyüzündeki patlamalar diye bir şeyi arıyordum ki, gördüğüm bir şey beni alıkoydu.

Sonra devam ettim Carissa's Wierd ile. Haavi bunu öyle bir zamanlamayla bana aşıladı ki, bu kadar olur.

Sonunda takıldım kaldım. Şimdi Woke Up New zamanıymış. Onu dinlemeden uyumak yokmuş. Kendisi öyle dedi. Hala birileriyle müzikleşiyor olmak insanı rahatlatıyor.

Bu arada başlık da CSS oldu ama Cansei de Ser Sexy değil kesinlikle. Arada noktalar var. Bilen bilir benim encryption hastalığımı. Öyle bir şey işte.

Cardinal Melon buldum dün. Hem de bizim cadde üzerindeki bir markette. Kıvanç inanabiliyor musun?! Burada dibimde buldum kendisini. Üç şişenin birini aldım. Diğerlerini de başkalarına derhal satmalarını sıkı sıkıya tembihledim market sahibine. Adam kulağımdaki müziği duyduğundan mıdır nedir, hiçbir şey sormadı bu cümlemle ilgili. Gülümsedi geçti. İçinden acıdı mı nedir? Garip hissettim. Neyse Melon günlerine devam diyoruz bu durumda.

Bugün beraber yaratıp oynadığımız eski bir hikayedeki başrol oyuncusundan, tam da sabah sabah Ayça'yla buluşmamızda ondan uzun süre bahsetmişken, bir telefon aldım. Çok seviyorum seni dedi. Ben de onu çok seviyorum. Söyledim de. Artık içimden gelerek rahatça, başka hiçbir anının peşine takılmadan bu sözü ona söyleyebiliyor olmak bana verilmiş en büyük hediyelerden biri bu sene. 1 Ocak 2007'yi sadece bu yüzden iyi bir yıl olarak hatırlayabilirim. Ayça, seni de çok seviyorum. İsmini telefonumda değiştirdim; seninkiyle uyumlandı artık :)

Kendimi zamanında birinin anlattığı bir hikayenin yer aldığı ufak köyde gibi hissediyorum son zamanlarda. Hikaye çukur bir ovada geçiyor. Bu ovada, küçük bir yerleşim alanında herkes o kadar dumanaltı vaziyette ki arkadaşım, biraz da işin içine mübalağa katarak, nefes almak için bir tepeye çıkıp, başını sis tabakasından çıkarmak zorunda kaldığını söylemişti. Gülüp geçmiştik. Hindistan işte daha ne bekliyorsun demiştik bir de, evet. Mekan olarak öyle olmasa da, zaman olarak öyle bir yerdeyim hayatımda sanırım bu son bir aydır. Artık bir tepe bulsam da, başımı o tepeden yukarılara uzatıp, nefes alsam diyorum.

Gecenin kapanış sözü şu olsun istedim. Muzaffer'den geliyor:
"Peh. Sıkıcı yaşlı. :)"

"hit the bottom and escape"

Ben normalde böyle biri değilim.

Böyle biri hiç değilim. Rahatım, sakinim, kimseye karışmam, bulaşmam. kimseye böylesine hayalkırıklıkları için kızmam çünkü kimseyi hayatımda hayallerimi kıracakları noktalara koymam. Onlarla ilişkilerimi hep doğru yerlere koyarım. En azından öyleydim birkaç ay öncesine kadar.

Sonra ne olduysa bir şeyler oldu. Böyle kapkaranlık bir oda haline geldi burası da içim gibi. Mesela ben bu kadar içmezdim. Hiçbir şeyi bu kadar da beni dağıtacak yerlere koymamam gerektiğini öğrenmiştim bir şekilde. Şimdi iyileşmem lazım acilen diyorum ama acilen yapılan hiçbir işi sevmiyorum. Attığım her adımdan korktuğum bu zamanlarda ise iyisinden bir arınma programına sokmam lazım kendimi. Hem bedenen hem de manen... Çok yordum kendimi. Ona buna üzül derken dinlediğim her müzik hüzün olmuş. Ufacık sevgi sözcüklerinden arkama bakmadan kaçar hale gelmişim. Burası "Imagine Room"du... Ona en çok üzülüyorum.

Kedim bile bu durumdan o kadar rahatsız ki, son bir aydır kendisine fırlatılmış tek bir oyuncak yok. Yattığım yerde onu yanıma alıp mıncıklamaktan, yatarken "Hadi Paul, yatıyoruz" diyip onu yumuşak karnından yukarı doğru çekmekten başka hiçbir şey yapmıyorum onunla. Halbuki en çok oyuna ihtiyaç duyduğu zamanlar onun... Kendim de dahil herkesi her şeyi boşlamışım.

Geçen yaz dinlediğim müzikler gibi eğlenceli ve umut verici başka şeyler dinlemekten korkuyorum. Diyorum ki yine içimden en derin neredeyse oralara bir ulaşayım. Yetmiyor daha da derine inmeliyim diyorum anlamsızca. Nereye kadar ama değil mi? Sorarlar böyle bir gün.

Weird Fishes/Arpeggi için bir şeyler yazmışım Ekim ayında. Nereye kadar diyince aklıma ilk gelen şey bu şarkı oldu. Hatta sözlüğe de yazmışım bir şeyler, sınırlarla ilgili. Buraya da geçireyim istedim:

"in rainbows'un ilk seferden kendine aşık eden şarkısı bu olsa gerek diye düşünüyorum. önceden kayıtlarını dinlemiş olmanın verdiği bir aşinalıkla demiyorum bunu. ilk dinlediğimde de en az şu anda bilmemkaçıncı kez dinlediğimdeki kadar zevk alarak dinlemiştim. öyle bir şarkı ki bu, başından "i get eaten by the worms and we're fishes" kısmına kadar enstrümanlar ve sözler hep bir arada dinleyeni denizin derinliklerine batıyor hissine sokuyor. tam o anda ise sanki hala devam ediyor olan bu dibe doğru inişin ortasında bir anlık pause tuşuna basılıyor, her şey yavaşlıyor... slow motion bir film karesi gibi, büyük bir kargaşanın arasındaki farkındalık anı gibi... sonra her şey kaldığı yerden devam ediyor. daha da derini varmış onu görüyoruz. birilerinin peşinden nereye kadar gidebilirsiniz gibi bir soruya şarkının bu anında gözünüzde canlanan yerle cevap veriyorsunuz. işte orası birisi için gidebildiğiniz en derin yer sanırım...

şarkıyı her dinlediğimde ise

"i'd be crazy not to follow
follow where you lead"

kısmında bu grubu ne çok sevdiğim aklıma geliyor. her seferinde de o sözleri kendilerine armağan ediyorum mırıldanıp..."

Ben bu entryi yazarken bu kadar derin olacağını düşünmezdim okyanusun derinliklerindeki dehlizlerin. Girdapların bu kadar derine indiğini de tahayyül edememişim. Meğerse baya derinmiş her şey. Birinin peşinden, onun gözlerini görmeden bile takılıp gidebiliyormuş insan.

"i'll hit the bottom
hit the bottom and escape
escape"

Şşşşş...

Pazar, Aralık 23, 2007

"May, June, July, I count the time..."

"i don't wanna go on with these pieces of paper
that you left behind"

diyor şarkı. Doğru söylüyor sanırım... Kim sırtında koca bir anı yüküyle hayatına devam etmek ister ki? Birisi kendini çok iyi tanıyan diğerini, diğeri ise en çok sevdiği o birisini kaybetmenin üzüntüsü içinde yollarını ayırdılar. Artık içi boş konuşmaların olmadığı, birbirlerinden tek bir sözcük bile duyamayacaklarını bildikleri bir dünyaya adımlarını attılar. Artık fikrini değiştirip geri döner diye kağıt parçalarını saklamayacağını bilen diğeri ve bir şeyleri bilmemekte kararlı olan birisi belki de son birbirlerini gördükleri anın üzüntüsünü aylar sonra atacaklar.

Canım sıkkın. Birileri gidiyor, başkaları gelmesin deniliyor. 9 ay dedi... 9 ay ne çok zaman... Birikmiş ne çok kağıt parçası var kitaplığımın üzerinde. Birikmiş ne çok resim ve konuşma var bilgisayarımda. Hangi birinden başlayacağım, hangisini atmaya kıyacağım, hangisini silmeye cesaret edebileceğim bilmiyorum. Şarkı "so just in case you change your mind and come back, i've kept everything safe" diyor oysa ki...

Artık "Bilmiyorum" deme sırasının bana geçtiğini düşünüyorum. Bir süre her şeye "Bilmiyorum" diyip bu sözcüğü hayatımda bir daha kullanmak istemeyene kadar tüketmek istiyorum.

İçimdeki korkunç duygu çöplüğüne bir bomba lazım en etkilisinden. Birisi bütün hayatımı bu hale getiren kalbime kamikaze yapmalı artık.

Tarot

Ayça yapmış, ben de değişiklik arıyordum. Buldum o siteyi. Hemen yazıyorum tarot yorumumu.

The card at the top left represents how you see yourself. The High Priestess: A pure, exalted and gracious influence. Education, knowledge, wisdom, and esoteric teachings. The forces of nature. Intuition, foresight, and spiritual revelation of the most mysterious and arcane sort.

The card at the top right represents how you see your partner. The Fool, when reversed: Apathy, negligence, and dangerous carelessness. Unquenchable wanderlust. Obsession with someone or something. Losing all sense of proportion. Foolhardy adventuring and lack of interest in critical matters. Immature or unrealistic ideals. Strange impulses and desires coming from unexpected sources. Vanity, delirium, folly, and oblivion.

The card in the center left represents how you feel about your partner. Eight of Cups (Indolence), when reversed: The realization that a matter thought to be important was actually of little consequence. Moving on from something in which you had invested great love and devotion. The start of an inner journey to find higher aspects of life. Reflection on what is truly fulfilling in life.

The card in the center right represents what stands between you and your partner. Five of Cups (Disappointment): Suffering a loss and wishing for what might have been. Being crippled by sadness, grief, and vain regret. Indecision brought on by the feeling that you made the wrong choice. Ignoring what you still have. May suggest a broken relationship or tragedy. May also suggest a gift, inheritance, opportunity, partnership, or marriage, but one that falls below expectations.

The card in the lower left represents how your partner sees you. Knight of Cups: The essence of water behaving as fire, such as a rushing river: A passionate romantic, full of charm and beauty, but prone to extremes. Forceful idealism blended with gentle kindness. An eager and intense person, forward with their emotions and tender in their support of others.

The card in the lower right represents what your partner feels about you. The World, when reversed: Incompleteness and shoddy design. A great work betrayed. Insecurity, fear of change, and the failure to reach goals. Regret and disappointment.

The card in the center represents the present status or challenge of the relationship. The Hermit, when reversed: Detachment based on fear, irresponsibility or naiveté. Self-imposed isolation from friends and loved ones. Listening to the wrong advice or ignoring good counsel. Concealment, disguise, and unreasoned caution.

Sileceğim gidecekler...

Karmaşık bir rüyadan çıkmış sabah sabah kedimin fotoğraflarını çekerken, neredeyse kedimi de eski bir hikayeye kurban ediyormuşum da haberim yokmuş, onu farkettim. Sevdim Paul'u ve uyandım. Fotoğraflarını bile çektim hatta.

Sonra her zamanki gibi mutfağa uğrayıp suyumu içtim. Yüzümü yıkadım. Geçtim salona. Laptopımı açtım. Günlük baktığım ve takip ettiğim sitelere bir bir göz gezdirmeye çalıştım. Bugün her şey iyi olacak umarım diye içimden geçirirken, yine bir yerlerde bir şeyler okudum. Artık tamamen kırılmış unufak olmuş içim, bu sefer tuzla buz oldu. İçimde kalanlar bölünebilecek en ufak parçalara ayrıldılar. Çok şey söylemek istedim. Bir nokta olarak bahsedildiğimi farkedip ne desem boş dedim. Sustum.

Blogumu açtım yazmaya başladım. Artık kırılmayacağım ne güzel derken, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmediğim bir zamanda olduğumu farkettim. Yazıyorum ve hala rahatlamıyorum.

Zamanında yaşanmış bir şeylerin, kişisel seçimlerin yanlışlığı olarak nitelendirilmesi -keşke o zaman güvenmeseydim ona- kadar can yakan br şey olabilir mi acaba? Evet, bir yanlış yaptım. Çok sevdim. Yine çok sevdim. Ben sevmemem, bu kadar sevmemem gerektiğini bile bile çok sevdim. Maalesef durduramadım kendimi. O kadar güzel bir mutluluk yumağıydı ki içinde olmamak için çok aklı başında olmak gerekiyordu. Ama maalesef bu mutluluk hali paket olarak sunuluyor önünüze. O paketi almak için "sevmek, istemek" gibi önkoşulları kabul etmek gerekiyor çünkü o kadar iyi hissedeceğinizi biliyorsunuz ki ona sahip olduğunuzda... Her neyse. Anladım ki zamanında "beni istediğim şeyden koru" diye dualar ederdim. Yeterince edememişim. Çok isteyip yine o istediğim şeyin beni hayat içinde böyle kıstırıp her bir tarafıma bir iğne batırmasına neden oldum. Çok istenen her şeyde bir saçmalık vardır. Sendeki eksikliği onda gördüğün için o şeyi istersin halbuki kendi eksikliğini başka bir şeyde olanla kapatamazsın. Kendi içinden çıkarman lazım. En sağlıklısı bu. Bunu o kadar çok kendime tekrarlamıştım ki... Derslerime iyi çalışmıştım ben tıpkı bir Temmuz post'unda dediğim gibi... Meğerse olmamış.

Kişisel miladımdan hemen önceki bir haftada başlayan bu olaylarla beraber, birilerinin başka birilerini unutamaması -kimse unutamaz zaten- hayatımdaki belirsizliklerin kat kat artması, üzüntüler, ağlayıp zırlamalar, artık "lanet olası" şeklinde bahsetmek istediğim birinin varlığı... Her şey canımı sıkıyor, her şey kötü. Bir yerlerde beni bekleyen iyi bir şey olmasın artık diyorum tüm bunları tekrar tekrar yaşadıktan sonra bile. İyi olanların hepsi sonunda kötü bir sürpriz yaşatıyor insana. O sürprizi görmemek için iyi olan hiçbir şey almayayım. Eski "dengee dengeeeee" diyen günlerime geri döneyim en çabuğundan. Birileriyle görüşmeyelim artık. Yüzünü bile görmeyeyim. Onun olduğu her yerden ayrılıp gideyim...

Senin için yazdıklarımı (2) çöpten çıkardım; sonsuza yolladım. Artık yoklar. Unutmanın birinci koşulu silmek diye öğretildi çünkü bize. Sildim gitti. Sileceğim, gidecekler.

Cumartesi, Aralık 22, 2007

"You were a wise one then..."

İyi bir sütlü türk kahvesi yapsam da bir kendime gelsem sakinleşsem...

Her gün bir yerde, bir şekilde, birileriyle içmekten bıktım bir haftada. Hala "We Can Have It" çalıyor. Şarkının ismi "We Can't Have It" olsa daha makul olabilir gibi geliyor bana ama emin değilim. Bu halimle saçmalıyorum zaten büyük ihtimalle.

Hayatta kaçırmadığım Curb your Enthusiasm varken, bilgisayar ekranımı bacaklarımın üzerine öyle bir yerleştirdim ki ekranı görmüyorum. TV'nin sesi kapalı. Televisioning yapıyorum kendi çapımda. Kendi kendimi her konuda süper aldatabiliyor olduğumu farkettiğim bu son zamanlarımda bu durumu da aynı özelliğimin uzantısı olarak görebilirim herhalde. Birileri bunları izleyip bu aralar içimden hiç de gelmeyen gülme eylemini gerçekleştiriyor şu anda diye düşünmek o kandırıkçı tarafımın öyle işine geliyor ki. Bir yandan eski fotoğraflar var önümde... Bu fotoğrafları ve bilumum arşiv dosyasını silmenin bir yolu olsa. Belki de birinin benim bilgisayarımı çalması lazımdır onun başına geldiği gibi. İyi fikir.

İstiyorum ki gözümü açıp bu son bir ayı yaşamamış olduğumu göreyim. Her seferinde bunun için uyuyorum, bunun için sarhoş olmaya çalışıyorum sanırım. Sinirim bozuluyor artık kendime. Düzelmek istiyorum.

My Funny Valentine'ı söyledim dün yine Minna's denen minik karaoke barda. Bu şarkıyı boşluğa söylemek istiyorum artık. Bir hayalete değil. Saçlarını benim için değiştirmesin istediğim, hareketlerindeki inceliğe aşık olduğum bir adama veya... Ama artık kime veya neye nasıl aşık olacağımı bilmiyorum. Sanki zamanında sahip olduğum bir özelliği artık kaybetmişim de "aşk-engelli" biri haline gelmişim gibi geliyor. Dün gece insanların yüzlerine uzun uzun baktığımı farkettiğimde aklımdan geçerken yakaladığım en son düşünce buydu.

Kürşat Başar'ın Aşkı Bulmanın ve Korumanın Yolları'nı okuma vaktim yine gelmiş sanırım çünkü ne zaman canım yansa, o kitaptan alıntılar yapıyorum gibi geliyor kendi içimde kurduğum cümlelerde. Çok sevip zamanında aşık olduğum Nevit karakterinin her seferinde gerçek hayatta bir şekilde yansımasını bulduğum için üzülüyorum artık. 10 sene önceki bana sorsanız sevincinden zıp zıp zıplardı bunu duyunca. Yük olmadan daha kolay zıplanır ya...

Bir zaman boyunca çektiğim acının bir "beş" günlük "macera" için yine yeniden canlanması benim hala okuduklarını, öğrendiklerini ve deneyimlediklerini özümseyememiş bir salak olduğumu anımsatıyor. Kendimi ifade etmekten nefret eder oldum. Bu şekilde devam edersem Türkçe'ye aynı anlamlara gelen yüzlerce kelime daha katmak durumunda kalabilirim dediklerimi tekrarlamamak için. Bu da işin iyi tarafı. Yıllar sonra Türkçe'ye katkılarımdan ötürü benimle yapılan bir röportajda "Aşık oldukça acı çektim; acı çektikçe kelime türettim" diye demeçler veririm. pek karizmatik ama nasıl da şapşal değil mi?

Bugün birisinin The Fountain adlı filme faltaşı gibi açılmış gözlerime baka baka defalarca "iğrenç" demesi bile içimdeki savaşçı canavarı ortaya çıkaramadı. Herkes bu yorumlardan sonra beni izledi ve biliyorum ki hepsi benden ateşli bir tepki bekliyordu - "Evet, şimdi atom bombası etkisinde sözler gelecek Özge'den, sus bence" gibi, ama o tepkileri bile veremedim. Bu kadar çok sevdiğim bir şeye tekrar tekrar bana inat edercesine laf söylenmesi karşısında içimdeki "laf yedirme canavarı" suskun kaldı. Sadece gözlerim kocaman açıldılar. Bir süre boyunca hiçbir şey yapmadan öyle oturdum. Tek kelime etmedim. Gözlerimle bir şeyleri anlatabildiysem mutluyum. Anlayan insan için mutlu olduğumu söyleyemeyeceğim öyle bir durumda. Bunun için bile gücüm kalmadıysa ve artık yine suskunluğu seçtiğim bir döneme giriyorsam beni David Aames'e yaptıkları gibi bir süre dondursalar, zaman geçse, her şey yokolsa ve uyansam. Tıpkı çocukluğumda kurduğum bir hayal gibi... Koca dünyada tek yaşayan ben olsam. Böylece bir çok şeyi yapmamam için bir neden bulamazdım, yaptığım her şey meşrulaşırdı.

"sometimes when i paint the picture
it's easier just to remember
the awful things you said
and what you chose to do with legitimate need"

diyor şarkı...

Cuma, Aralık 21, 2007

7-6

Aramızdaki 7 saat var ya. 6 saate indi o.

Ama bu sefer zaman değil, mesafe cinsinden.

Bu sefer her zamankinden daha uzağız sanırım.

"and what we want most is no where to be found"

Uyuyamıyorum. Artık "o" son değil bir çok şeyle ilgili. Saçma bir oyuna kurban edilmiş bir çok anı var. Bu gece çok şeyin saçma bir şekilde nasıl harcandığını, aynı oyunla bir çok şeyin "en son"unun değişebileceğinin kanıtıydı yine. Bunun aynını seneler önce yaşamıştım.

Sonra ama bir şarkı giriyor... Bu son birkaç günüme damgasını vurmuş olan şarkı. İçim yine sıkılıyor. Bu iç sıkılganlığı nereye kadar böyle devam edecek diyorum içimden hep... Geçmiyor. Manevi sonlar bedensel sonlara inat hala aynı. Bir türlü düzelemiyorum. Ne arkadaşlar, ne sarhoş edici bir etkiye sahip herhangi bir şey, ne günler, ne de zaman...

It won't ever be what we want derken bu şarkı gerçek olmayan bir şey kalmasın istiyorum . Bedenen sonlanan şeyler manevi olarak da sonlansın istiyorum.

Sennheiser px200üme kavuştum. Artık daha çok duyuyorum. Daha fazla canımın acıması demek bu da... Acısın. Ne de olsa kaçmak huyum değil. Eskileri bu kadar yadetmemin nedeni de bu sanırım. Artık acıyacak bir yerim kalmayana kadar acısın istiyorum hatırlayarak... Ancak öyle adım atabilirim diyorum ama bitmiyor. Her tarafta ayrı bir ayrıntı. "Sadece beş gün"ün bu kadar her yanıma dağıldığı, her tarafımı srdığı hiç olmamıştı. Sanırım sadece beş gün değildi o benim için. Ondan...

Depremler oluyor. Şaşırmıyorum. Sakin olun diyorum. İçimde daha çok sallanıyorum sanırım. Kaale almıyorum dış dünyanın sarsıntılarını. Nasılsa geçecek diyorum. Ama içimdeki geçmiyor.

"You're not alone" diyor şarkı... "It's all wrong"...
"It won't ever be what we want" diyor sonra.. "It's all right"...

yorumsuz

The card at the top left represents how you see yourself. Judgement: A swift and conclusive decision. The resolution of a matter long unanswered. A change in point of view, most frequently towards greater enlightenment. Final balancing of karma.

The card at the top right represents how you see your partner. The Hermit, when reversed: Detachment based on fear, irresponsibility or naiveté. Self-imposed isolation from friends and loved ones. Listening to the wrong advice or ignoring good counsel. Concealment, disguise, and unreasoned caution.

The card in the center left represents how you feel about your partner. The World, when reversed: Incompleteness and shoddy design. A great work betrayed. Insecurity, fear of change, and the failure to reach goals. Regret and disappointment.

The card in the center right represents what stands between you and your partner. Queen of Coins: The essence of earth behaving as water, such as a hot spring: A warm and generous host, providing shelter and comfort for all who would seek it. A person steadfast, practical, and domestic, able to create opulence and stability in any setting. The qualities of maturity and sensibility, coupled with an innate appreciation for nature and the material world.

The card in the lower left represents how your partner sees you. The Empress: The essence of femininity and matriarchy. Creativity, productivity, and the foundation of civilization. Initiative and practical actions that promote prosperity, comfort and luxury. Fruitfulness and motherhood.

The card in the lower right represents what your partner feels about you. The Chariot: Victory through might. Advancement through bold action. Change through force. Order established through vigilance. A trying situation mastered by balancing opposing forces against each other. Discipline, individual effort and endurance will turn the tide.

The card in the center represents the present status or challenge of the relationship. Page of Wands: The essence of fire behaving as earth, such as wood or coal: The surprising appearance of a new passion. An adventurer who blazes through life, acting as a catalyst that others may harness. The intense enthusiasm and childlike imagination that fuels any new venture, needing only the application of mind and material to make it a success. Inner fire that can drive away fear and replace it with fury. Can represent a person of some timidity, but whose innate passion can be easily ignited. May indicate the birth of a child.

Perşembe, Aralık 20, 2007

45:33

Sallandığımız bir günün ilk saatlerinde LCD Soundsystem'dan bir şarkı iliştireyim istedim. Sound of Silver hakikaten de bu senenin en iyilerinden. Bu ise ismiyle müsemma 45:33lük bir şarkı. Sevmemek ve pause tuşuna basmak neredeyse imkansız.

LCD Soundsystem45:33

Çarşamba, Aralık 19, 2007

"it hurts it kills"

İçimin bu kadar acıyacağını tahmin bile etmezdim herhalde.
Bundan sonra bir süre günlerin nasıl geçeceğini bilmiyorum.
O kadar imtina etmiştim bugünü hatırlamamak için. Dediği gibi günler anlamadan geçivermiş.

you never said i will...

Salı, Aralık 18, 2007

I Will

Çok kötü bir şey oldu, birileri bana bir grubu tanıştırdı. Bir şarkıları var, daha ilk şarkı bu albümdeki. Öyle bir şarkıymış ki, diğerlerine geçmeye korkuyorum eğer ilk şarkıdan böyleyse bu albüm diyerek. Tam hazırlanırken dinlemeye koyuldum. Keşke dinlemese miydim bilmiyorum. Diyor ki bir yerde bu şarkı:

and you never said i'd see you again
you never said i will
you never said i'd see you again
you never said i will
i will
i will
i will
my love

Hissizleşmiş olduğumu düşünüyordum. Sen nasır tutmak için bir yol bulabildin mi?

Last.fm haftalık listeden ruh hali analizi

Last.fm'de bu hafta ne dinlemişim diye bir baktım. İlginç bir liste karşıma çıktı ama gülümsedim kendi kendime. Acıdım da bu hafta kendime. Benden başka kimse bana acımasın ayrıca, baştan söyleyeyim, istemiyorum. Bu konuda anlaştıysak listeyi geçireyim şuraya.

Top Artists this Week (see more)
9 Dec 2007 – 16 Dec 2007

1 Radiohead 172
2 French Teen Idol 30
3 Amy Winehouse 29
4 Carissa's Wierd 26
5 Pillow 19
6 The Cure 13
6 Air 13
8 Balmorhea 12
9 Beach House 11
10 Ella Fitzgerald 10

Şimdi hemen kısa bir analize başlayayım. Listenin birinci sırasındaki Radiohead ve altındaki French Teen Idol'ın beni içine soktuğu ruh halini yok etmek için bol miktarda Amy Winehouse dinlemişim. Bu tür müzikleri evimde birileri varken dinlerim genelde. Bu da demek oluyor ki evime 30 kez Amy Winehouse dinletecek kadar çok kişi gelmiş. Bu da demek oluyor ki çok da sağlıklı bir ruh halinde değilmişim zira çok kişiyle görüştüğüm zamanlar aklımdakileri dağıtmak için istemsizce başkalarına yakalandığım, onları etrafıma topladığım dönemler olmuştur hep. Neyse konumuza dönelim. Bir yandan dördüncü sıradaki Carissa's Wierd ise "bana kalsın" dediğim bir grup olmasıyla canımın sıkkın olduğu zamanları temsil ediyor yine listede. Pillow ise uzun ve bunaltıcı şarkılarıyla hayatıma bir giriş yaptı. Kimse bir seferden sonra kolay kolay cesaret edemiyor dinlemeye ama ben 19 defa başarmışım bunu; tebrik ederim.

Arada bir de The Cure var. O tek şarkıyla "13" sayısına ulaşanlardan. Trust. Teşekkürler Medea.

Hemen ardından Air'ı görüyoruz, listelerde çıkışta olan :) Bu da yine insanların evimde olduğu ve benim winamp'te djlik yapmaktan sıkılıp, iTunes'u açarak ilk gördüğüm sakin grup olan Air'ı seçmemle gerçekleşebilecek bir durum. Balmorhea zaten yağmuru duyamayan insanlara maruz kalan başkaları için yapılmış bir müzik gibi. İnsan bu güzel yağmuru nasıl göremez, duyamaz diye diye başkaları için üzülen aptallardan biri olabilirim belki. Ella Fitzgerald ve Beach House'u da listenin sürprizleri olarak değerlendirebiliriz. Ne kadar acı bazı şeyleri görebilmek çok önceden.

Velhasıl anladım ki Radiohead, French Teen Idol, Carissa's Wierd, The Cure (Trust) ve Balmorhea dinlenen bir haftada arada aperatif bir şeyler almaya ihtiyaç duyuyormuşum. Winamp'i manuel kullanırken, iTunes'u otomatik pilota bağlıyormuşum. Sonradan listeye bakıp bir önceki haftanın acıklı ruh halini görünce yüzümde oluşan aptal bir gülümsemeyle içimdeki anlamsız burkulmayı birbiriyle karıştırıp "dışarıda yapacak işlerim var, yeter artık yazmayayım." diyormuşum.

Cidden var.

"It's been seven hours and fifteen days..."

Harcanmış şeylerin hepsinin başında mutluluk olması, öforiye tutulmuş insanların onları nasıl da çılgınca bir hızla ve iştahla tükettiklerine bakın sadece.

O kadar mutluydum işte harcanmış hissiyatı veren şeyleri harcarken ben de. Harcayacak bir şey olmadığında ise hayatımın kedim Paul'un hayatından farksız olduğunu ve ufak saçma sapan yün yumaklarının peşinden koşmuş olduğumu görüyorum bazen. Sırf vakit geçsin diye yapılmış şeylerden zevk alamıyorum. Ama Guinness şahane bir şey. Geçende bir arkadaşıma Guinness'in Harry Potter serisindeki kaymak birasına hem tad hem görüntü olarak nasıl da uygun olduğundan bahsettim. O da şaşkınlıkla nasıl bu zamana kadar bunu düşünmemiş olduğunu farketti. Kaymak birası ise harika bir çeviri sanırım. Fonetikle akıldaki imge uyumunun hazzı, signified (kaymak birası imgesi) ile sign ("kaymak birası" sözcüğü) arasındaki boşluğun yok olduğu anda signifier'ın (Guinness) fiziksel teması... Seviyorum böyle rastlantıların farkedildiği zamanları.

Geceyi Guinness ile geçirdim -Muzaffer, kulakların çınlasın istediğimden o güzel iphone'una bir mesaj yolladım. Arkadaşlarımlaydım. Güzeldi. Sonunda birkaç kez üst üste Nothing Compares 2 U dinledim. Benim suçum değil, iPod'umun... Sözleri üzerine epey konuşabilirdim taksiciyle. Ama gecenin bir yarısı susmayı tercih ettim. İyi yaptım sanırım.

Arkadaşıma üst üste aynı şarkıyı yollamaya çalışırken, "kafam iyi sanırım, aynı şarkıyı yolluyorsun sandım" dediğini görüp, kendimin daha sarhoş olduğunu farkettim: Ben aynı şarkıyı yolluyormuşum aslında.

Bugün güzel bir gündü. Sabahtan beri Ankara'nın muhtelif yerlerinde bir orada bir burada oturup bir şeyler yedim, içtim. Arkadaşlarımla sohbet ettim. Yeni insanlar, yeni konular...

Aklıma zamanında çok değer vermiş olduğum insanlar geliyor da... Sonradan nasıl olup da bir anda görünen ama aslında çok çok uzun düşünceler sonrasında onlardan kopmuş olduğum. Hiçbirini nedensiz çıkarmadığımı bilmek içimi rahatlatıyor. Onlara bu nedenleri söylememiş olmak ise arada canımı sıkıyorsa da çok düşünmüyorum bunu. Bazı şeylerin söylenmesi gerekmiyor başkasına; söylenmediği zaman daha iyi anlaşılıyorlar zira.

Bu aralar istediğim tek şey ise şu en son geçen Temmuz'da birkaç gece boyunca açık duran renkli lambalarımı açmak için bir sebep... Bulduğumda ise renkli lambaları açmadan bir kenara fırlatıp yeni ritüeller bulacağım kendime o sebeple ilgili. Hayat bir döngü. Durup durup aynı şeyleri yapıyoruz; yüzler, sesler, renkler ve mekanların farklılığından farkedemiyoruz yaşarken. Yaşarken farketsek yaşamazdık zaten herhalde.

İyiyim; daha iyi olacağım... Yatağımın etrafındaki melekler yerine üstündeki Paul'le takılacağım. Ha bir de yatağımın üzerinde LCD Soundsystem dinleyerek zıplayacağım; Go Slowly ve Last Flowers ile sakinleşeceğim. Belki bir olasılık, La Ritournelle dinleyebilecek hale geleceğim (bu şarkıyı seninle özdeşleştirmemiş olmam, en büyük kişisel başarılarımdan biri sanırım; ilerde bu soru sorulursa, hemen cevabı yapıştıracağım). Belki bu sefer "doğru" biri olur da -ne demekse doğru, o zaman kendiliğinden yapışıp kalır bu şarkı ona. Hopefully ben de...

O zamana kadar kendimi sağlam tutmam lazım. Saklamam sakınmam lazım...

Pazartesi, Aralık 17, 2007

183

Bu buradaki 183. yazı. Birini sakladım ben biri görmesin diye zamanında. Hala görmesin diyorum yine de.

182 ise öyle ilginç bir rakamdı ki zamanında... Bir şeyleri sayıyorduk. Sonra 182'de tıkanıp kalmıştı (okuyorsan hatırlasın belki :) ). İyi de olmuştu tıkanıp kalmakla. Ama o zamanlar daha fazla nasıl nefes alabilirim bu şekilde diye ilk kez düşünmeye başladığım bir dönemdi ve kimse için iyi şeyler olmamıştı. Olsundu ama, her şey böyle daha iyi oldu. 182 uğurlu bir rakamdı. Yabancı bir posta gitmedi; iyi oldu.

Zamanında canını acıtan ve hatta belki de onun kadar kimsenin acıtmadığını bildiğiniz bir insanla şimdi birbirinize koşulsuz ve paranoyakça düşüncelerin ve hislerin peşine takılmadan "Seni seviyorum" demek ne kadar mümkün diye düşünseydim o zamanlar kendi kendime "Hadi ordan! Ne zırvalıyorsun" diye ayar verirdim. Şimdiyse oluyormuş meğerse onu görüyorum.

Bana geçende bu kişi -The Big? :)- bir ilişki checklist'i olduğundan bahsetti. Herkesin vardır zaten farkında veya olmadan sanırım. Benimle yaptığı her şeyi o listeye koyduğunu ve benden sonra yaşadığı şeylerin o listeye uyduğunu gördüğünde mutlu olduğunu söyledi. So do i demekten başka bir şey elimden gelmedi. Hala aynıyız; bunu bilmek o kadar güven verici ki... Hayatımda beni en iyi anladığını düşündüğüm insanın, beni bir dönem öldürmekten beter etmiş sebepleri hayatıma sokan adamın şimdi içimde hala bu kadar sağlam bir yerde olmasına delicesine seviniyorum sanırım. So does he zaten.

Bazı alışkanlıklarımı köreltmem gerekiyor madem böyle güçlü hissediyorum. Gece gece karanlık noktalara sürüklemeyen, içimdeki ufacık üzüntü parçalarını aramayacak şarkıların, görüntülerin ve yazıların peşinden gitmeliyim. Yoksa büyüttükçe büyüteceğim yine içimde bir şeyleri. Bunları hep gece farkediyor olmak ne kötü. Gün ışığında her şey daha loş sanırım dediğin gibi.

"Up on the ladder"

Bugün bir rüya gördüm ben. Tam da dün o eski rüyadan bahsetmişken. Tam da tüm sıkıntılarımın ortasında. Bu öyle bir rüya oldu ki, tertemiz yaptı beni. Hemen rüyaya geçiyorum.

Birilerinin okuluna gidiyorum. O birilerinin içimde yarattığı son zamanlardaki tüm sıkıntıyı o okuldan dönerken, sol bacağımda hissediyorum. Hani olur ya başınız ağrıdığında şakaklarınızda hissedersiniz nabzınızı; tam olarak öyle işte... Sonra ufacık bir kızarıklık görüyorum ve hemen sıkmaya başlıyorum sivilce sıkar gibi. Ben sıktıkça o kızarıklık büyüyor, gittikçe daha kocaman oluyor ve sonunda içinden beyaz renkte iğrenç bir kurt çıkıyor ve hatta hızımı alamıyorum daha da sıkıyorum içimde hala sıkıntılar olduğunu bildiğimden. Oradayken değiştirdiği kabuğu da çıkıveriyor bir anda. Koca bir çukur kalıyor geriye. umursamıyorum bile. Rahatlıyorum...

Uyandığımda sol bacağımda aynı yerdedelice bir ağrı ve acı vardı. Baktım hiçbir şey yoktu. Bugün üzerimdeki tüm yükü ve sıkıntıyı atmış olarak hayatıma geri döndüm anlaşıldığı üzere. Bir de ne iz kaldı bacağımda ne bir şey... Bu da işin başka iyi bir tarafı. Aklıma gün boyunca canımı acıtacağını düşündüğüm tüm düşünceleri getirdim. Umursamadım. Onun yerine rahatlığın verdiği kocaman bir gülümseme yerleşti yüzüme her seferinde. Bilincimin yapamadığı şeyi bilinçaltım yaptı. Bilinçaltımı seveyim demek istiyorum.

İyiyim ben. Her şey net ve berrak. Yalın ve sade. Bilinmedik bir şey yok. Bulanıklık yok. Karışıklıktan eser kalmadı. Hepsi içimde kabuğunu atıp değişmiş ama bir türlü atamadığım bir kurtçuktan ibaretmiş meğerse. Örnek alın bu rüyayı bence.

Devam ediyorum yani her şeye. Hem de sadece restart değil, format atarak kendime. Bu iyiye işaret, değil mi? :)

Pazar, Aralık 16, 2007

Beklemez O

Ünlü bir İngiliz filozofu, "I'm not living, I'm just killing time" dememiş miydi?

"Fond but not in love"

Radiohead'i duymayanımız kalmamıştır herhalde. :)

Saçmalamadan daha fazla hemen konuya gireyim. Bu ikinci cdyi pek bir sevdim ben. İçimdeki hiçbir hissin peşine takılmadan savrulmak isteyen "divina"ya pek uygunmuş. Bugün ve hatta bir önceki yazı için yapılmış bir yorumun ardından ben de bir şeyler eklerken farkettim bunu.

Yüksek bir gökdelenin tepesinde, kenarlara doğru adım atmadan koşturmaya benzettim albümün bende bıraktığı tadı. Kenarlardan korkarım bilirsin(iz belki). Pizzanın da kenarlarını da yemem zaten -yine de "Little Caesar's"ın nefis kenarları bu durumdan muaf tutulmuştur hep.

Yorgun argın bitirilmiş bir günün sonunda, içindeki üzüntülerle uğraşmaya yeltenmemek için yeteri kadar sebebi kendinde gören bir bünyenin dinleyebileceği en iyi albüm sanırım bu aralar bu ikinci "In Rainbows". Orta düzeylerde seyreden hayatın aşağılara çeken o uzak durulası ayrıntılarına karşı en iyi savunma yöntemi belki de.

Ayrıca bu ikinci cdyi iyi ki de sonraya saklamışlar; yoksa kişisel etiket çöplüğümde yer alacaklardı birinci cd gibi... Böylesi daha temiz şimdi. Hiçkimseye yapıştırdığım bir şarkı olmaksızın, tüm önyargısızlığımda tüketiyorum tüm şarkıları tek tek. Yukarıya veya aşağıya doğru herhangi bir sıçrayış veya düşüş yok. "At a better pace, slower and more calculated"...

Hep böyle kalayım olur mu?

Cumartesi, Aralık 15, 2007

"Sallanıyor, düşecek gibi..."

Hissizleştim. Hastayım diyor insanlar, konuşmanın sonuna geliyoruz o zaman farkediyorum hastayım dediğini onların... Sonra farketsem de tek bir şey söylemiyorum durumla ilgili. İyi bir şey değil bu ama öyleyim.

Sonraaaa bir günde 10 saat ders veriyorum. Buna ne demeli?

Ha bir de bomboş yazıyorum. Bu da iyiye işaret belki bilmiyorum.

Telefonumun açık olup olmadığını kontrol bile etmiyorum tabii bu arada. İlginç bir ayrıntı olarak bunu da yazayım. Hiçbir mesaj veya telefon beklemiyor oluşum da aylar sonra garip gelen bir şey.

Her şeyi yiyorum. Ne bulursam ağzıma tıkıyorum. Oral dönemini aşamamış bir insan görüntüsü çizmekteyim. Tükettiğim sigara miktarından bahsetmeyeceğim bile.

Acaip müzikler dinliyorum. Mor bir şey aldım kendime. "Şey" diyorum kendisine çünkü adı nedir bilmiyorum. Şu kulaklar üşümesin diye takılan zımbırtılardan işte... Neden aldığıma gelince, dışarıda müzik dinlerken bir nebze olsun dış sesleri azaltıyor bu "şey". Sevdim kendisini. Evet ayrıca, bir adet Sennheiser alma vaktim gelmiş de geçiyor.

Geçen gün gördüğüm bir rüyayı bir arkadaşıma bir şey anlatırken anımsadım. Geçen gün dediğim de bir ay önce falan. Rüyamda alt taraftaki ön dişlerimden birinin arasına kaçan kılçık diye tanımlanabilecek bir şeyi çıkarmaya çalışırken, dişim çıkacak gibi oluyordu. Sonra bunu farkedip dişime dokunuyorum. Sallanıyor düşecek gibi. İşimi gücümü bitirip dişçiye gideyim diyorum. İşim gücüm bitince kendisini yokladığımda yerine oturmuş olduğunu ve artık kanamadığını farkedip rahatlıyorum.

Tam bugün bu rüyayı bir ay önce anlattığım arkadaşımla konuşurken, onun bana dedikleri ve bu rüyam geldi aklıma işte. O bu rüyayı çok sevdiğim biriyle yaşayacağım ayrılık olarak yorumlamıştı. Çok sevdiğim biriyle ayrıldık. Artık iletişim bile kurmamayı yeğliyoruz son zamanlarda hatta. Ama bir şeyler daha eklemişti kendisi. Olumlu yorumlar olduklarından buraya yazmıyorum. Hayatımın bu döneminde olumlu olabilecek tek bir şeyin kalmadığını düşündüğümden olsa gerek.

Yaşlı bir kadın bildiğim bir dilde TV'de konuşmakta ve ben birinin tavuklu makarnasını yerken oturduğu yerde oturmaktayım. Bir daha kimseye tavuklu makarna yapmak istemiyorum. Bunun gibi türlü zırvalıklarla hayatımı daha ne kadar saçma bir hale getiririm düşünmek bile istemiyorum.

Cuma, Aralık 14, 2007

but you're not here to put me back together again...



...

Son Zamanların En Anlamsız Yazısı




Az önce bu klibi ilk izlediğim ana gitmiş olduğumu unutmamak için buraya eklemek istedim bu yazıyı...

İlginç gelişmeler de olmuyor değil bu aralar hayatımda. Bir şeyleri değiştirmek için canla başla uğraşıyorum da. Eskiden hayata böyle durumlarda, böyle hissediyorken asılamazken, bakıyorum da durum değişmiş şimdi. Olduğum yerden uzaklara gitmek için elimden geleni ardıma koymuyorum. Bir şeyler değişsin istiyorum; belki onlar değişirse, ben de değişirim umuduyla sanırım...

Salih sırf iyi hissedeyim diye bana harika şarkılar hazırlamış. Onları iPod'uma atıp eve getirmiştim. Şimdi dinlemek nasip oldu. Teşekkür ederim ona yine buradan da :)

İsimsiz yorumlar yazılıyor blogumda. Seviyorum burayı takip eden, okuyan, seven ve hatta sevmemek için nedenleri olan insanları gördükçe burada... Ama isimlerini bilseydik bir de daha da mutlu olabilirdim belki.

Tarot kartlarında "The High Priestess" olarak bilinen şahane bir kart var. Türkçesi "Azize". Kendisi tarot kartlarını ilk elime aldığım zamandan beri en sevdiğim kart olmakla beraber, bir şekilde benimle bağlantısı olduğuna beni inandırmayı hep başardı. Onun fotoğrafını koyup bu yazıyı bitiriyorum. Bu bendeki kendisini Astro'dan tanıdığımız Liz Greene'in Juliette Sharman-Burke ile beraber hazırladığı Mythic Tarot destesindeki hali. Yani bildiğiniz Persephone...

Anahtar

Anahtar diye bir öyküm vardı. Onu yazmayacağım.

Bir arkadaşımla birbirimize müzikler yollarken -"müzikleşmek" dedim ben buna az önce, aklıma geldi de, uyumlu müzik zevklerinin olması ne güzel insanların. Sonra o insanların birbirlerini bulması daha da güzel. Hiçbir zaman aynı olmayacak yorumlar bir anda birbiriyle örtüşüyor, sarmaşık misali içiçe geçiyor, yepyeni tamamlanmış ifadelere dönüşüyor. Belki hiçbir zaman tamamlanmıyor ama olsun, yavaş yavaş çözülen bir puzzle gibi, parçalar yerine oturdukça mutlu hissediyor insan kendini hayatın bütün zırvalıklarının sırtına yüklediği olumsuzlukların arasında bile olsa.

Müzik delisi iki kişinin müzik zevki birbiriyle uyuştuğu zaman, birbirlerine farkında olmadan içindeyken hayatta en büyük zevki yaşadıkları odaların anahtarlarını veriyorlar sanki. Ara ara o odalara sürpriz bir şekilde dalıp, oraya buraya hediyeler bırakıyorlar diğeri heyecanla açsın ve mutlu olsun diye. Tek bir karşılık beklemeden diğerinin çok seveceğini bildiği şarkıları oraya buraya saçıyorlar. Jerry Seinfeld'in evi gibi birbirlerine uyumlu olan bu insanlar birbirlerinin odalarına ellerindeki anahtarlarla fütursuzca girip çıkıyorlar ve tek istedikleri diğerini mutlu etmek, eksik olan parçalarını kendilerindeki parçalarla bütüne ulaştırmak için ufak adımlar atmak...

Birisi vardı. Anahtarlarımız vardı bizim de böyle. Sanırım o Hudson Nehri'ne bense burada Gölbaşı'na falan attık anahtarlarımızı. Şimdi başka anahtarlar ediniyorum kendime. Başkalarına veriyorum kendi anahtarlardan arada farkında bile olmadan. Daha temkinliyim ama, orası kesin. Artık hediyeleri kimseye etiketlemiyorum ki sonradan o hediyeleri tekrar tekrar açtığımda karşıma zıplayan korkunç maskeli suratlardan çıkmasın ve onlardan alacağım hazzı kaybetmeyeyim diye.

Sanırım insan bencilce şarkıları sevmeli sadece; söyleyeniyle ilgilenmemeli. Tıpkı "You love the song, not the singer" diyen eski bir şarkıdaki gibi... Aşkın kendisi varken, insana aşık olmak niye?

Perşembe, Aralık 13, 2007

Saturn square Ascendant: Appropriate relationships

"End of November 2007 until mid August 2008: This influence signifies a time of severe testing in your relationships with others. The demands of your work or the demands of your personal life will force you to reevaluate which relationships in your life are worth keeping and which are not. If you do not face this challenge consciously, the pressure of events will force you to do so, because people who have been with you for a long time will leave against your wishes.

There is often a strong tendency to build a wall between you and others without even realizing it. The only way you will know is that suddenly you will feel alone and out of touch with everybody. You may feel that you have no support from others, even loved ones whom you have counted on in the past for love and support. This may represent a temporary state of affairs or a passing mood. Or it may represent a serious breakdown in your relationships because of misplaced priorities in the past or because of associating with people who were wrong for you in terms of your personal goals and needs.

In the case of misplaced priorities, perhaps you have paid more attention to getting ahead in life than to giving and receiving love. Or perhaps in the past, fear of your own inadequacies or fear that you are unlovable has made you withdraw from others. Now the consequences of these problems are emerging, causing you to feel alone.

In the second case, the problem is that in terms of your direction in life, the people you associate with are a distraction or are actually opposed to your interests. In this case, no matter how much you love them, walls will form between you and them, and you will have to begin a new life without them.

With this influence several significant relationships will inevitably end. But if you have a clear idea of where you are going, this will not be a great disadvantage. Whatever remorse you feel will be quickly displaced by a new sense of freedom, because you are no longer wasting energy in trying to maintain inappropriate relationships."

demiş astro'cuğum... Bir de astroloji diye bir şey yoktur derler. Hah!

Fog (Again?)

Somethings will never wash away...
Did you go bad?

Çarşamba, Aralık 12, 2007

4 months, 3 weeks, 2 days

Bu zamanlarda birinin (evet senin) gelmesine çok çok yaklaşmışken, ne kadar da mutlu ve heyecanlı olacağımı düşünüyordum bir ay öncesine kadar. 4 months, 3 weeks, 2 days diyorduk hep... 9 gün sonra burada olacak biri var 3 buçuk ay boyunca beklediğim ama artık beklemenin bir anlamı yok ve ben olumlu tek bir şey dahi hissedemiyorum bu yakınlaşmayla ilgili. 7 saat fark saymak zorunda olmayacağız diyordum, birbirimize aynı sabah için günaydın diyip, aynı zaman için iyi geceler diyeceğiz diye düşünüyordum... Birbirimizi görüp, hasta olmak pahasına yanyana oturacağız Yanılmışım. Son 4 ayın en güzel olayı bu olacaktı güya, ama artık, uslu durursa sonunda ona verilecek hediyenin verilmeyeceğini öğrenmiş küçük bir çocuğun üzüntüsü var içimde. Artık ne verilecek hediyelerin bir anlamı var ne de başka birilerine güvenmenin... Oturdum bir köşede, zaman geçiriyorum öyle birileriyle.

Kalecik karası-Shiraz denenecek bugün. Ben deneyip beğenmiştim de başkalarını bilmiyorum. Yanında birkaç çeşit peynir ve çeşitli ıvır zıvır... Bugünlük o köşede ufak çaplı bir toplantı var. İnsanlar beni köşemden çekmeye çalışıyor yine ve ben olduğum yerde durmaya inat ediyorum. Bana eski zamanları hatırlattığına göre bu hiç de iyi bir durum olmamalı...

Salı, Aralık 11, 2007

Tjú

Az önce harika bir blogdan yazma teklifi aldım. Harika bir adamdan çıkma teklifi alsaydım bu kadar sevinirdim belki de. Icelandic isimli bu blogun yaratıcısı olan Haavi ve ben artık orada soğuk ve hüzünlü şarkılarımızla kalıyoruz. İsteyenler orada da bizi ziyaret edip, kahvemizi içebilir. Ama kalın giyinmenizi tavsiye ediyorum; söylemedi demeyin.

iqecgads

"but if your life is such a big joke, why should i care?"

Evet aynen öyle... Ama bir şey aklıma takıldı: Biteceğini bile bile ilişkiyi sürdürmek mi intihar yoksa biteceğini bildiğin için yaşadığın hayatını sonlandırmak mı? Yani ikisinde de bilinçli olrak verilmiş bir son aynı anlama mı geliyor, onu çıkaramadım.

Knives Out

"I want you to know
he's not coming back
he's bloated and frozen
still there's no point in letting it go to waste"

Tam da yeniden fotoğrafların içine gömülmüştüm ki Knives Out beni bir silkeledi. Unutmayayım diye yine...

And one day I'm going to grow wings...

Burayı bugün bir Radiohead blogu yapmaya niyetlendim; evet...

Dinlediğim her Radiohead şarkısında, her seferinde ayrı ayrı bir şeyler yazmak istiyorum. Şimdiki ise zamanında bir tespitte bulunmuştum bu grupla ve kendimle ilgili. Şimdi nasılsa her şey başımıza yıkıldı, artık iki kişilik şeyleri başkalarıyla paylaşabilme rahatlığında yazacağım bunu da... Nasılsa artık iki kişilik bir şey kalmadı hani.

Neyse, efendim ben, Ok. Computer albümünü öyle çok seven biriyim ki, çok seviyorum ve bu grupla ve özellikle de bu albümleriyle ilgili sonsuza kadar saçmalama hakkını kendimde görebiliyorum bir süredir.

Ne zaman bu albümü dinlemeye başlasam Exit Music'in başlamasıyla beraber içimi bir mutluluk ve hüzün karışımı bir his sarıyor. Neden mi? Şöyle: Exit Music'in karanlık (Karanlık yazarken aklıma seni almak için havaalanına gidişim aklıma geldi, ne ilginç?! Gözlerimi kapadım bir an için ve geçti.) havasını hüzünle içime çekemiyorum ben hiçbir zaman tam olarak. Nedeni de bu şarkıdan hemen sonraki şarkının muhteşemliğidir. Ve hatta öyle bir şey var ki, taa albümü ilk dinlediğim zamanlardan beri bu şarkıyı dinleyişimin sebebi Let Down ile arasındaki geçiştir. Bu şarkıyı dinlerken hemen ardından gelen o geçiş ve Let Down'ın (bak ben de eki yanlış yazıyorum, ne var ki)akıcı güzelliği aklıma geliveriyor. Sonra şarkının hakkını veremiyorum, üzülüyorum. Ha bir de ne zaman Let Down dinlemek istesem önce Exit Music'i açıyorum. Bekliyorum... Pleasure delayer'ım ya hani...

Neyse, kısaca diyeceğim odur ki, Ok. Computer'ın en güzel yeri Exit Music ve Let Down arasındaki o kısacık köprüdür. Let Down ise albümün sanırım (hala karar veremiyorum ama olsun) en iyi şarkısıdır. Bu da böyle bilinsin.

No Surprises



Bu zamana yapılmış en iyi kliplerden biri olduğunu düşünüyorum bunun. Şarkının güzelliği bir yana, doğumgünümde verilmiş harika bir hediye olan "7 Television Commercials"ı izlerken Salih'le, o kafayla bu klibe kattığım yorumlar pek ilginçti. Doğru şey üzerine yeteri kadar inat edip, güçlü bir halde o şeyin olması için kararlıca dayanırsan, o şeyin olacağını klibin 3. dakika 12. saniyesindeki Thom'un yüzündeki zafer dolu gülümsemeden anlayabiliyorsunuz. En azından ben öyle anladım.

Just don't leave...

It's all wrong...



Bu şarkının özellikle son dakikası sanki bir insan tarafından yapılmamış gibi durmuyor mu? Böyle bütün saklanılası, yumuşacık eldivenlerle tutulası tüm hisleri bir anda birbirleriyle umarsızca çarpıştıran, hepsini bir araya getirebilecek tüm sesleri bir arada kullanan bir son bu sanki...

Ay lav yu. Evet.

Pazartesi, Aralık 10, 2007

Silently Leaving the Room, Silently Closing the Door...

Artık mızıldanmak yok. Bir yola girdiysem artık ucu sonu belli olmasa da berrak bir yol bu. Berrak olmayan, bulanık, çamur rengideki bir yoldan daha aydınlık olduğu da kesin. O halde benim buna sevinmem, böyle bir yolda ilerliyor olmanın mutluluğu içinde olmam gerekir. "Supposed to be" diye bir laf var ya; öyle işte...

Tabii her şey bu lafa göre biçimlenmiyor ama olsun... Yani insan bir şeyin farkındayken onun tam tersi şeklinde davranabiliyor. Şimdi iyi hissetmem gerekiyor. Ayakta durmam lazım.. Aklımı toparlamam, önümdeki yeni olasılıkları ve yolları görmek için ayık durmam lazım. Son zamanlardaki "opium smoker"lığımdan sıyrılmanın tam vaktinin geldiğini düşünmekteyim (evet "Şahan". Yoksa "sen" mi demeliydim?:) ). Ben kendimi iyi hissedeyim, iyi hissetmek için elimden gerekeni yapayım, "özledim, seviyorum" diye bir hayaletin peşinden gitmekten vazgeçeyim, sonra her şey kendiliğinden yoluna girecek, biliyorum... "Biliyorum"ları artık "hissediyorum"lara dönüştürmek zamanı geldi. Bu kadar şımarıklık yeter artık.

Her kelimemden, sözcüğümden su damlamasın istiyorum. Başkalarını etkilemeyeyim istiyorum. İyi veya kötü kimse benden kaynaklı hiçbir şey hissetmesin. Bir süre kimse bana dokunmasın, deri değiştireyim, hayatıma devam edeyim diyorum artık. Önümde yaşamam gereken bir hayat var hala yaşıyor olduğuma göre. O hayatın hakkını vereyim, yakın geçmişteki kötü günleri o günlerden önceki güzel günlerle beraber bir odanın içine tıkıştırıp yeni bir odaya geçeyim diyorum. Mutlu şarkılar dinleyip, yeni insanlara yeni etiketler yapıştırayım istiyorum. Ağzımdan çıkan hiçbir kelimeyi unutmayan biri olsun hayatımda; unutulmadığım için iyi hissedeyim istiyorum. Hafızası benden iyi olan insanlar olsun hayatımda, beni şaşırtsınlar istiyorum.

Kedim Paul, ben ve yanımda olan arkadaşlarımla beraber mutlu bir topluluk olarak hayatımıza devam edelim... Her günümüz güzel konulardan bahsetmekle geçsin, mızmız konuşmalarla, "kötü hissediyoruuum"larla değil de "hadi İstanbul'a kaçalım"larla dolu olsun. Birilerini görüp görmeyeceğimi düşünüp anları unufak edip cehennem gibi zamanlar geçirmek istemiyorum. Ummadık zamanlarda herkesle karşılaşabilme özgürlüğümü tekrardan kazandım az önce sanırım nasıl olduysa. O özgürlüğün değeri ki, ölçülemez.

Kısacası "Paranın satın alamayacağı şeyler var... Geri kalan her şey için Mastercard". Yaaa...

Pazar, Aralık 09, 2007

"Open your eyes"

Vanilla Sky'ı ben izlemesem, o beni buluyor... Birisi aramızda özel bir bağ olduğunu söyledi filmle ben 5 Aralık sahnesinden ve arkada çalan Agaetis Byrjun'dan bahsedince... Bir anda bu özel bağlardan ne kadar korktuğumu farkettim artık. Kimseyle özel bir bağ olmasın istiyorum aramda. Şarkılarım ve sevdiğim filmlerim dışında hiçbir şeyle bağ olmasın... Her şeyin canı cehenneme diyorum artık; nasılsa ben demesem onlar diyecekler, adım gibi biliyorum.

Korku bulaşıcı bir şey. Ben birinden kaptım, kimse benden kapmasın diye kendimi karantinaya aldım.

"You are coming inside.

But if this turns out to be a big mistake...

I do have the ability to fall out of love with you..."

Bu da günün sözü olsun. Unutmayalım. Unutmayayım.

Cumartesi, Aralık 08, 2007

They'll Only Miss You When You Leave

Sürekli yazmak istiyorum; kendimi durduramıyorum. Dün How I Met Your Mother izlemeye çalışırken sabah, bir bölümde iki eski sevgilinin zamanında yaptığı aptal ve kimse tarafından sevilmeyen esprilerinin arkadaşlıklarında nasıl devam edemediğini izledim. Sonra ama bir anda söyleyiveriyorlardı eskiden olduğu gibi aynı anda aynı şeyi... İlk cümlemden sonra "Adeta bir devrim" yazmak istedim ama yazamadım. Az önce yazdım işte evet ama zamanı değildi. İçim buruk, bir yarım alıp başımı gitmiş gibi hissediyorum. İçimde birbirleriyle kavga edip duran, ayrılan başka bir çift daha var sanki. Adam aldı başını gitti işte...

Dün gece girdiğimiz ilk yerde Love Song çalmaya başladı bir girer girmez. Buna ne diyeceksin sevgili Imagine Room? Daha ne kadar bu algıda seçicilik zırvasına tahammül edebilirim bilmiyorum ama bulunduğum her mekanda çalınmaması için fetvalar veresim var bu şarkıyla ilgili... Daha da uzun bri liste var ama şimdi burada, şu anda bunu yapmak istemiyorum.

Carissa's Wierd diye bir grup var. Var evet. O yüzden Haavi'ye sonsuz teşekkürler tekrardan.

O grubun bir şarkısı var, "September Come Take This Heart Away" diye... Daha ne diyeyim bilmem ki. Onunla Eluvium'un "Perfect Neglect in a Field of Statues"unu karıştırınca çok vurucu bir kokteyl hazırlanabiliyormuş. Şimdi farkettim. Halbuki ikinci şarkının ne güzel anıları vardı bende... Bolu'daki bir molanın ardından Red Sea'den hemen sonra dinlenen şarkıydı hep. Veya Bebek'te bir sabah kahvaltısında paylaşılan bir kulaklığın her iki tarafında çalan bir şarkıydı... Hem de senin tarafından açılmıştı hatırlar mısın bilmiyorum; ben çok iyi hatırlıyorum.

Bunu söyleyebileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi ama keşke diyorum Eternal Sunshine of the Spotless Mind'daki hayal gerçek olsaydı. Hiç düşünmezdim bu sefer. Artık kötü şekilde amacından saparak kullanılmış bir hafızanın üzerine yeni anılar ekleyemiyorum, kaydedemiyorum. Bellek read olamıyor herhalde.

Keşke mouse'umu çaktırmadan saklayan biri olsaydı burada. Elimi attığımda mouse'u bulamadığımda şaşırıp, yüzüne bakıp gülümseseydim ama artık telefondan gelen mesajlar bile gülümsetmiyor. Diyorum ya, lazım öyle bir şey; evet.

"Eğreti"

Son üç gündür ayık olduğum tek gün bugündü, o da uyku tarafından uyuşturuldu. Çok çalıştım bugün. Eve dönmeden bir arkadaşımla yemek yedik, eve geldim. Artık toplayacağımdan tamamen umudumu kestiğim dağınık odamda -evet odamdayım, salonda değil- oturuyorum. Uykum var ama uyutmayan o kadar çok düşünce var ki aklımda... Değinmek istemiyorum ama bakarsınız oralara kayar konu bilemiyorum.

Dün gece hiç ummadık bir yerde, ummadık bir insanı görüp, ummadık tepkiler verdim. Kıskandım onu çok. Belki de hayatımda en çok onu kıskandım bu zamana dek. Tüm gece içim içimi yedi, durdu. Gittiğim mekanlarda oturduğum veya durduğum yerlerde içimden geçebilirdi insanlar; o derece şeffaftım. Zaten Salih'in dediğine göre onu gördüğüm an "hayalet görmüş"e dönmüşüm. Evet dedim kendi kendime içimden, beraberinde getirdiği bir hayalet beni bu hale getirmiş olabilir. Demek ki gerçekten bu sözün bir karşılığı varmış diye gülümsedim sonra da. Aida'ya, Rory'e ve Rafi'ye rağmen gecem vasatın üstüne çıkamadı. Oysa yeni şarkılar vardı... Son şarkıyı ise My Funny Valentine'la yaptım yine. Şüphelerim vardı bunu yapmakla ilgili ama dayanamadım ve söyledim. Bu sefer gülümsetmek yerine farklı etkilerde bulundu. O kadar Cardinal Melon içersem olacağı bu tabii... Her neyse...

Yazının sonunu getiremiyorum. Madem öyle son bir söz Devics'ten gelsin, hem de Heaven Please'den...

"heaven please i've been walking
gates whose entrance i am denied
let me in let me in now"

Haavi'ye sonsuz teşekkürler... O bilir neden olduğunu.

Perşembe, Aralık 06, 2007

Just a Vacancy

Madonna küçüklüğümden beri bir şekilde herkes gibi kulağıma yapışıp da çıkmayan bir kadın. Seviyorum kendisini ve şarkılarını, zaman zaman ondan başkası durumu kurtaramıyor şimdi olduğu gibi...

Can Dündar'ın bir yazısını tesadüfen okumuştum şimdi hatırlamadığım bir vakitte. Şu anda dinlediğim Madonna şarkısı için bir şeyler yazmıştı. 1980lerin sonlarında Londra'da metro istasyonunda trenin gelmesini beklerken, kulağında walkman'i olan bir kızın istasyonun ortasında bekleyen onca insanın arasında, bu şarkıyı bağıra bağıra söyleyerek yere çöküşüne ve ağlayışına nasıl tanıklık etmiş olduğunu anlatıyordu yazıda...

Bugün çok kullanmadığım metronun bir istasyonunda treni beklerken shuffle'da olan iPod'umun bu şarkıyla beni vurması günün en beklenmedik hareketiydi. Zamanında o kız hakkında düşünmüş olduğum tüm o acınası hisler bütünü oluşturan sözlerin ve cümlelerin hepsinin nitelediği şeyin "ben" olduğunu farkettiğimde ne yapacağımı şaşırdım. Kendimi bırakıp bağırarak o kız gibi bu şarkıyı söyleyebilmeyi o kadar çok isterdim ki. Canım o kızınkinden az yanmıyordur herhalde... Ama olmadı; yapamadım. Burası Ankara; ondan sanırım. Der ki şarkı:

"love don't live here anymore
just emptiness and memories
of what we had before
you went away
found another place to stay, another home"

Etrafında Dönülemeyen Yıkık Bir Kule

27 yaşıma tam "27 yaş sendromu"na sebebiyet verecek, üstüne bir de bu sendromun geçerliliğini destekleyebilecek kadar güçlü argümanlara sahip olarak başladım. İki gündür "half-awake" - nasıl da kullanırdık di mi?- gezerek yaşamıma devam ediyorum. Arada nefes alıyorum. Üstüste aldığım kararlar domino etkisiyle birer birer devrilirken, hemen renovasyon çalışmaları başlatıyorum içimde. Dolmabahçe Sarayı gibi. Birisi bu gibi büyük yapıların renovasyonu daha bitmeden, yeniden başladığını söylemişti. Aynen öyle işte...

İçimden de diyorum ki her seferinde "pes etmemeliyim". Sonra bir an geliyor, içimden köprüler kuruluyor başka bir yerlere gidiyorum. Gittiğim yerdeki kulenin etrafında koşturmaya çalışırken her seferinde görmek istemediğim -tam da görmeye en çok ihtiyacım olduğu için- bir yüz karşıma çıkıyor. Karşıma çıkan imgenin içinden geçemiyorum. Yanından kıvrılarak dönmeye devam edeyim derken çoğalıp duruyorlar. Onlara değmeden geçilemez bir hale geliyorum sonra. Her dokunuşta farklı bir yere gidiyorum. Bir mağazadaki obsesif bir tezgahtarın paket yapmadaki aşırı titizliği, yanımda o, gülümseyerek birbirimize bakıyoruz. Aniden bir diğerine dokunuyorum, beni deniz kenarındaki bir sabah kahvaltısına, bir sonraki burnunun yanakla birleştiği yerden bu yüzü öptüğüm bir ana, oradan taksideki bir elele geçme anına, sonraki kaçırılan bir çift gözün farkediliği ilk ana, hemen ardından "o zaman dışarda yaparız biz de", sonraki ise "gidene kadar :)", beraber kurulan ve artık hiç gerçekleşemeyecek bir konser hayaline... En çok da bu acıtıyor belki de, son bakışma anından hemen sonra...

Sonrası mı?

f
r
e
e
f
a
l
l
i
n
g

complete...

Çarşamba, Aralık 05, 2007

"Mutlu Yıllar"

"Mutlu Yıllar" dedi az önce birisi bana. Tam da bu yaşımın çılgın açıklamasını yapmış ve dinlemişken, tam da her şeyin üstüme çöktüğü simsiyah bir anda. Yüzümdeki ifade ile bu yıl ne kadar "mutlu" geçecek bilmiyorum. Mutlu olmak bir yana, nefes almak bile zor bazen.

Salı, Aralık 04, 2007

wordsthatgobeyond

bazenbağırmakistiyorumolancagücümleamabeceremiyorumsanırımistiyorumkibenbağırmadanherkesnedenbağırmakistediğimibilsinsesimbanakalsınonlardamutluolsunkkedimgibigelsinleryanımdaotursunlarhepsadecebenianlasınlartekbirgözişaretindentekbirmimiğimdendinlediğimmüziktenanlaşılayımamaolmuyorsanırım.
bendeartıkbunudüşlemektenvazgeçtimartıksigarabileiçmiyorumhiçbirşeydenzevkalmadığımıdahanasılanlatabilirdimacabaonaveyabaşkalarınahiçbirşeyieskisigibisevmediğimitamsevmeyeyaklaşmışkentamyenidenseviyorumderkenelimdenuçupgitmesinenasıldahafazladayanırımbilmiyorumsözcükleriminbenimolmasınamüziğiminbenimolmasınaihtiyacımvarbakabirşeyistemiyorum.
biribenisusturanakadarkonuşmakistiyorum
amaokadaryalnızımki
susamıyorum.

Perşembe, Kasım 29, 2007

Ha bir de...

Daha az olmuyormuş hiçbir şey; her şey olduğu gibi kalıyormuş ama görülmek istendiği kadar görüldüğünde daha az üzülünüyormuş... Kendini kandırabilen var mı aramızda?

You’re the one who grows distant when I beckon you near...

... demiş birileri yine. Benim göreim de hatırlamak anımsamak bu aralar.

Imagine Room'un dolayısıyla da benim doğumgünüm yaklaştıkça bakıyorum da her zamanki gibi ağlamaklı olmuş her şey. Yine bir doğumgünü ve yine gözyaşları olarak yeni yaşıma girişimi kutlayacağım. Yeni yaşım ise çok acaip bir yaş aslında. Birçok insanın dünya üzerindeki son senesi olmuş ve hatta senesi bitmeden başka yerlere doğru yol almaya başlamışlar. Nedir yaşımız hemen öğrenelim: 27!

27'ye girme arefesinde, ben de her insan gibi huylanıyorum acaba diyorum... Dünya üzerinde hiçbir şeyin beni intihar etme düzeyine getiremeyecek olması iyi bir şey evet, ama daha da kötüsü şu ki, intihar etmesem de kendimi öldürecek düzeyde derdi, sıkıntıyı hayatımın merkezi haline getirip, acı çekebiliyorum. Böyle de yaşayabiliyorum hani ama bu sıkıntılar ve acılarla nereye kadar diye sormak istiyorum:

Nereye kadar?

Olabilecek en yakın yere kadar diye cevaplıyorum bu aralar bu soruyu. En çok da bu acıtıyor sanırım. Bir şeyi isteyip de yapamamak kadar ahmakça bir şey yoktur sanırım. Yapabilecekken yapmamayı tercih etmek cesaret bulamadığın için... Neyse... Sigarayı daha çok içer, daha çılgın bir yaşamı benimseyebilirsem eğer dualarım kabul olabilir.

Dua demişken bir an aklıma geliyor bu aralar sık sık aklıma. Zamanında çok canımın acıdığın bir zamanda, kocaman kar tarlalarının ortasındaki okulumun içerilere sığamadığım bir öğledensonrasında çıktığım çam ağaçlı bahçesinde, o ağaçların ardına saklanarak insanları izlediğim, kendimi nasıl olup da bu kadar soyutladığım, insanların nasıl olup da hayatlarına bu kadar sorunsuz devam edebildiklerini düşünüp durduğum, bunu yaparken de içimden hayatımda ilk ve tek olan o dua edişim aklıma geldi. İlk kez bu kadar çaresiz kaldığım için bu kadar yakın hissetmiştim herhalde Tanrı'yı kendime. Onunla konuşur gibi, sanki önünde diz çökmüşüm gibi yalvardım kendisine, ya o an beni öldürsün ya da bana sabır versin diye. O öğledensonrası böylelikle birçok şeyin dönüm noktası olmuştu. Buradan Tanrı'ya sesleniyorum, bu aralar öyle bir öğledensonrasına daha ihtiyacım var. Bu sefer hangisini verir bana bilmiyorum ama yine de istiyorum... Ama önce kar yağması lazım değil mi?

Çarşamba, Kasım 28, 2007

Hastalık

Hani akşamları, geceleri azar ya hastalıklar... Hep gün içinde öksürdüğünüzün toplamından daha fazla öksürürsünüz geceleri, daha çok burnunuz tıkanır, ağrıyan yeriniz daha çok ağrır, acır...

Benim de ağrıyan, kırılmış bir tarafım var.

Öyle bir şey işte.

"I have to keep it covered up with a smile..."

Bugün sabah Caner'in mesajıyla başladım güne... Dün sanki her şeyin farkındaymış gibi beni sevdiğini ifade eden bir mesaj yollamasıyla aramızdaki telepatik senkronizasyona tekrardan bu kadar zaman sonra bile şaşırmama sebep olmuşken, sözcükleri ve bugünkü telefon konuşmalarımızla, aslında sevgi denen şeyin hep aranmadık yerlerde olduğunu gösterdi. Seneler sonra hala aynı zamanlarda, tam da ihtiyacımız olduğunda bu kadar başarılı birbirimizi hissediyor oluşumuza seviniyorum. Birbirimizi üzdüğümüz koca senelerden sonra nihayet son bir senede geldiğimiz nokta beni şu halimle bile mutlu edebiliyor.

Daha az üzüldüm beklediğimden bugün. Daha çok dağılacağımı, parçalara bölünmüş halde gezeceğimi düşünürken, aslında bir süredir kendimi kandırıyor olduğumu, kandırılmak için bekleyip durduğumu gördükçe tüylerim ürperdi. Onu hala seviyorum ama tam da onun da dediği gibi "yeteri kadar". Zamanında bir yaz günü bana söylediği bu "yeteri kadar" sözüne bir gün burada kendi ağzımla hak vererek refere edebileceğim hiç aklıma gelmezdi.

Bir daha kendi içinde çöplüğe sahip olanlar hayatıma girmeyecek, belirsiz tavırlarla hareket eden, kendini bilmeyen insanlar ne şartla olursa olsun sevgimin hedefi olmayacak, "serbest zaman" olarak nitelendirilen zamanlar yer almayacak yaşamımda diye sürüp giden bir listem var ezbere bildiğim. Canımın yanmasına hayatım boyunca bu kadar dayanamayacağım yoksa; bir gün dertten, kederden çok arabesk görünse de cidden de bir şeyler gelecek başıma.

Özlemek konusunda çılgın deneyimler geçirdim. Hayatımda özlemediğim kadar çok özleyip, özlenmediğim kadar az özlendiğim, senkronizasyon bozukluğundan muzdarip günlerim geride kalmışken, bir tane daha bela alamayacak kadar yaralı ve hassasım bu aralar. Bana en az benim kadar sağlam biri lazım; ağır aksak saçma sapan hareketlerle kendini bilmeyip, başkalarını da peşinden sürükleyen insanlar değil. Niyeti hiç önemli değil zira bu tür insanlar kötü niyetli olmasalar da, zor zamanlarda karşıdakinin sevgisiyle beslendiğinden, yanıltıcı bir şekilde hep hayatınızda olacakları izlenimini veriyorlar böylece ilerdeki güzel günleri düşünerek peşlerinden gidiyorsunuz tereddüt etmeden. Onlar bile farkında olmayabilirler; bir zaman sonra kendilerine bile "evil" gelecek konuşmalar yapıyor olduklarını hem o hem de siz aynı anda farkederken, nasıl da yarı yolda bırakılıverdiğinize bir anda şaşırıp, bir daha böyle insanları hayatınıza öylesine de olsa sokmamaya yemin ediyorsunuz...

Beklemekten yorulmuşum; kendimi tutmaktan da. Evet sanırım Caner'in de dediği gibi "unique" hislerin temsilcilikleriyiz onunla. Denkliklerimizi bulmamız imkansız ama daha hakeden birileri mutlaka bir yerlerdedir.

Ama önce biraz dinleneyim, ağlayıp zırlayayım. Böylelikle içimdeki zehri, sıkıntıyı ve içinde bulunduğum kasvetli durumun tortusunu pisliğini atayım istiyorum.

Onu dünden daha az seviyorum; yarın da bugünkünden daha az seveceğim; umuyorum...

"and i'm crying all the time"

Kedim yanıma gelmiş artık uyuyalım rahat dur gibisinden sesler çıkarıyor, farkındayım. Bense yatağıma girdikten sonra 2-3 dakikalık periyodlar halinde uyuyup uyanmalar ve kalp çarpıntıları ile uğraşıyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum, istiyorum ki beni uyutsunlar, istiyorum ki öleyim hatta bir daha hiç görünmeyeyim, kaybolayım, kimsenin bulamayacağı kendimi bilmediğim yerlerde durayım. Artık geçmişimi tamamen unutayım, bu andan sonra bir an öncesiyle ilgili hiçbir şey hatırlamayayım... Geçtiğimiz yaz olmasın, son altı ayı hatırlamak istemiyorum. Her şey yok olsun artık.

Her mutluluğumun ardından beni bekleyen aynı orandaki üzüntü yüzünden hiçbir şey yaşamak istemiyorum artık. Bu seferki ise tam korktuğum gibi, tepetaklak düşmeme sebep oldu yine. Uyumaya çalışıyorum. Dalıyorum... Birkaç dakika içinde kalp çarpıntısıyla beraber boğulurcasına uyanıyorum. Lanet olsun ki o kalp çarpıntılarını durduramıyorum. Kırıla kırıla artık unufak olmuş kalbim hala nasıl çarpabiliyor ona şaşıyorum. Nedir bu yaşam isteği. İçimde zerre kadar kalmadı artık o istekten. Bir yandan da bu kalp çarpıntılarıyla uğraşmak saçma geliyor o yüzden.

I'm not living,
I'm just killing time

demişti Thom daha birkaç gün önce dinledim. Bu hale gelmekten korkuyordum. Geldim herhalde sonunda. O yüzden bu aralar Tanrı'dan tek istediğim en kolayından ve çabuğundan bir yok oluş. Uyuyamıyorum bile, o nasıl olacak bilemiyorum...

Son zamanlarımı yaşıyor olmak istiyorum artık buralarda... Canımın daha fazla yanmasına katlanamıyorum artık. Zamanında zar zor kurtarabildiğim o küçük kıza hediye ettiğim bir arkadaş vardı. O da artık yok. Yine darmadağın bir halde, her tarafı yara bere içinde oturuyor kendi köşesinde, bu duyduğum benim değil onun kalp çarpıntıları... Aklımda ise yine beni boğan ayrıntılar, anılar, kısacık bakış anları, rengarenk ışıkların aydınlattığı bir gece. Bir de fonda her daim çalan "Broken Heart". Üzgünüm, çok üzgünüm. Ne yapacağımı bilemiyorum.

Uyuyamıyorum bu yüzden işte.

"I've gotta drink you right off of my mind"

Pazar, Kasım 25, 2007

Friends...

"Coltrane and wine" is good fun!

Cumartesi, Kasım 24, 2007

This is my heart and it's broken



Klibi izlemeden müziği dinleyiniz...

İnsanın hiçbir derdi olmasa bile, bu şarkıyı dinlerken hüngür hüngür ağlayası geliyor. Hatta bazen düşünüyorum, bedenim henüz işlevini yitirmemişken, yani ben yaşarken, bir şeyler içimde öldüyse o da kalbimdir diyorum... Bugün bir arkadaşıma, bir gün yakın bir zamanda ölürsem, ne Sigur Rós ne de başka bir şey, bu şarkıyı çalın dedim... Güne bu şarkıyla başlayıp, bu şarkıyla uyumaya çalışırken, kendimi orada burada buluyorum. Bir yerlerde bir şeyler içiyorum; yarım kalıyor her şey. Her şey ama... Hiçbir şey daha iyiye gitmiyor. Hiçbir şey yarım kalan içki bardaklarına dolu tarafından bakmama yardımcı olamıyor... Hep bu şarkı ve hep bu sözler var içimde bir yerlerde.

Aklımdakileri dağıtmak için, bu şarkıyı duymamak için gittiğim yerlerde ise Love Song çalıyor inadıma. You Don't Fool Me çalıyor... Her kapının ardından da bu şarkı çıkıyor sonunda. Sonra daha çok bağlanıyorum bu sözlere... İçimi delik deşik etseler de, parçalanmamış tek bir yer bırakmasalar bile, daha çok seviyorum her seferinde, her dinleyişte.

Cuma, Kasım 23, 2007

Dear Sigur Rós



Böyle sade bir coverla, bu şarkıyı böyle çıplak dinlemek ne büyük bir zevktir diye düşünüyorum her dinleyişimde bu şarkıyı bu haliyle...

Bu grubu şu alttaki filmi izlerken bulmuştum (Vanilla Sky). Hatta David Aames'in 5 Aralık günü dünyaya yeniden adım atışını izlerken arkada çalanlar onlardı. O sahne ile aklıma yazılıverdiler bir anda. O zaman bu zaman, en sevdiğim, en en en en grubumdur Sigur Rós. Hayatta durabilme nedenim ama aynı anda hayata küsme sebebim... Her an duymak istediğim, tüketmek istediğim; öve öve bitiremediğim sevgilim gibi. Bana verdiği acıyla kıvrandıran ağzından nadiren çıkan tek bir sözüyle mutluluktan havalara uçurandır hatta...

Seviyorum.

Çarşamba, Kasım 21, 2007

Menomena

Ne kadar güzelmiş başlıktaki grup diye içimden geçiredurayım, pek değerli ekşi sözlük yazarlarımızdan yatağının etrafında 13 tane meleğin nöbet tutuyor olanı taaa 2004 senesinden bulmuş da yazmış grubun başlığı altına bir şeyler. Ben de müziğimi paylaşmaktan çok memnun olduğum kendisine bu grubu heyecanla söyleyeyim diye aradaki yedi saati hesaplamaya çalışıyordum. Dinleyiniz, dinletiniz...

MenomenaWater

Salı, Kasım 20, 2007

Minimal Saçmalık Denemeleri I

O kadar mutluyum ki üzüntüden anlatamıyorum. ?!?

Pazar, Kasım 18, 2007

Consequences...

- It was she who somehow knew you best...
and like you, she never forgot that one night...

where true love seemed possible.
Consequences, David.
It's the little things.
- The little things.
There's nothing bigger,is there?

Salı, Kasım 13, 2007

Ladies and Gentlemen, We Are Floating in Space...

"all i want in life's a little bit of love to take the pain away
getting strong today, a giant step each day"

demiş Spiritualized adlı güzel grup bu şarkıda. Kendi kendime sevgi vermek, zor zamanlarda kendimin yanında olmak gibi bir özelliğim vardı benim; onu yeniden keşfediyorum bugün bu şarkı fonda 3721897389379. kez çalarken. Bugün uyanır uyanmaz, birkaç gündür olan biten ne varsa düşündüm. Hayatımın kısa dönemli bir değerlendirmesini yaptım. Eksiler artılar, gitmesi gerekenler kalması gerekenler... Kaldırabildiklerim, tahammül etmem gerekenler, kaldıramadıklarım ve bunlara karşı almam gereken önlemler, ilgili insanlara söylemem gerekenler... Her şeyi şöyle bir gözden geçirdim. Bir yandan sabırlı olmak ve pleasure delayerlık denen şeyi yüceltirken, bir yandan da sabırsızlığın ve düşünmeden hareket etmenin hayata kattığı spontan heyecanların varlığından haberdar olmak beni iki farklı uç arasında tenis topuna çevirdi. Böyle garip dalgalanmalarla dengemi buluyor olmak iyi bir şey tabii.

Velhasıl (bu kelimeyi seviyorum ben), geldik bugünün saat 16:40ına. Özet olarak kimsenin sevgisine ve ilgisine ihtiyacım olmadığı acaip bir zamana giriş yaptığımı düşünüyorum. Kendi içimdekilere eşit olabilecek hislere sahip başka bir insan tanıdığımı düşünmüyorum bu zamana kadar hayatımda. O yüzden en güzel, en değerli, en olması gereken "sevgi" benimki. Başkalarına bol bol o sevgiden dağıtırken ne salakmışım ki uzun süredir kendime kanalize etmemişim aynı kaynağı ihtiyacım olan yerlere. Tabii bunu görebilmek için gün içinde bir kez yine dibe vurmuş olmam da ayrı bir ironi... Hayatım boyunca bi adım yükseğe çıkmak için en dibe vurmaya çalışmam, bunun için debelenip kendimi parça parça etmem ve sonra da başladığım yerin bir üstüne büyük bir hızla çıkmam zaman kaybettirecek bana biliyorum; ama ben de böyleyim... Naapalım... Acı çekmeden, acının derinine, ortasındaki çekirdeğe dokunup parmak uçlarımı yakmadan anlamıyorum edindiğim deneyimlerden hiçbir şey. Bugün de odamda yanık kokusu vardı anlaşıldığı üzere. Evi bir havalandırayım da öyle gelin yani; onu diyorum.

Bir arkadaşım birisiyle ilgili olarak "senin için uzay boşluğunda gibi yani" demişti. O andı sanırım bu son zamanlardaki her şeyin başlangıcı. Şimdi de bu şarkı "hangimiz değiliz ki uzay boşluğunda salınan" dedirtti bana. O zaman veremediğim cevabı bugün verdim yani.

George Costanza mıyım neyim?


Pazartesi, Kasım 12, 2007

ona/buna/kendime post-it

en obviouslajtiran şeyleri buraya yazmaya başladım
kendi obviouslajtirim muzik kutusu, dönme dolap, sirk çadırı, şeker dükkanı, çarlinin çukusu oldu.

madem öle kendi kendime bi post it yazmak istiyorum, bunun divinaya da faydası olur belki hem, alır o post-itten bi tane kopyalar o da yapıştırır bi yerlere

insan içindeki olumlu herşeyi korumak için elinden geleni yapmalı, savaş öncesi un, şeker, pirinç biriktirir gibi biriktirmeli elinden geldiğince ve sığnaktayken idareli kullanmalı. ve güneşi tekrar göreceği mevsimi beklerken zorlandığı anlarda kendine aynen şöyle demeli: seneler sonra, bütün bunların üstünden delicesine zaman geçtiğinde, herşey göz açıp kapama klişesine uygun bir biçimde "kısacık"mış gibi görünücek gözümüze, "geçme" ve "bitme" hızına şaşırıp kalıcaz. ve muhtelif koltuklarda mutlu-huzurlu-kahveli-pastalı otururken sadece en güzel anları hatırlıyor olucaz, çünkü insan beyni çakal bişi işine gelmeyenleri hemen siliveriyor. o yüzden yapılabilicek belki tek uğraş o "güzel anlar"ın en zengin, en çeşitli, en laylay, en kahkahalandırıcı olmasi için olan uğraş olcak.

tavuk suyuna saçmalıklar kitapları gibi tiksinç cümleler kurmuşum bak şimdi. ama insan cheesy olmadan böle post-itler yazamıyomuş.

ozman quotelarla süsleyelim

''keyt: bana neden elbise giydirdin neden bana kahvalti verdin ey pis adır
böcek surat bencamin: keyt güzelim, elbise giydirdim ki hatun gibi hisset, güzel kahvaltı verdim ki kendini iyi hisset, deniz kenarına getirdim ki arkadaşlarım da bu denize bakıyo de oh de, bütün bunlari yaptim ki elinde tutunucak iyi bişiler olsun çünkü önümüzdeki iki hafta ben ve adız adız arkadaşlarım ağzınıza sıçıcaz keh keh keh''
imza
lost 3üncü sezon başları

Perşembe, Kasım 08, 2007

"Pencereden Uzanıp Bir El Sallasalar Keşke..."

Kablonet'in ve bozulan modemimin beni çıldırttığı bir beş günden sonra, nihayet internete kavuştum derken, aslında hiç de istemediğimi anladım interneti hayatımda. Son 5 saattir bağlıyım internete ve ne kadar abuk, kendimi üzecek şey varsa hepsini yaptım ettim. Mutluyum. Yaptıklarımı ettiklerimi sormayın ama yakın zamanda sağ tarafta verdiğim linklerin arasında duran "Post Secret" adlı blog'da her an görebilirsiniz canımı sıkan gizemli günahlarımı. Evet sanırım bunu yapmanın vakti geldi.

Bugün hayatımda ilk defa bu kadar kendime olan güvenimi yitirmiş hissediyorum. Nedenlerini yazmayacağım yine her zamanki gibi ama yapmak istediğim, olmasını istediğim hiçbir şey kalmadı an itibariyle. Olmayacağını ve yapmayacağımı biliyorum. Biliyorum, evet.

Parmak uçlarımda yürüyerek ilerlediğim, tedirgin bir yolun orta yerinde bu yolun beni bir yere götürmediğini görmek, sonra geri dönüş için çok geç kalmış olduğunu hissetmek... Hepsi ayrı bir yerden saldırıyor bana sanki. Son bir saattir hissettiğim başka bir şey yok. Gülümsemeyi bıraktım, gülümseme öncesindeki abukluktan bile eser yok. Her şey o kadar gerçek ve gözümün önünde ki, keşke "opium smoker" vizyonuma sahip olduğum bir ana geri dönebilsem de ucudan azıcık da olsa bir şey beni öne doğru itse belli belirsiz. Ama ı-ıh.

Hayırlısı...

Cumartesi, Kasım 03, 2007

Hayatın Sürtünme Kuvveti

"Acının tat olarak pek sevildiği bir yerden gelmemden midir nedir, tat olanını sevmesem de his olanını bazen özellikle sokabiliyorum hayatıma. Acı dediğimiz şey hayatın bireysel yaşamla olan sürtünmesinden kaynaklanıyorsa -ki fiziksel acı dediğimiz şey de bedenimizin algıladığı ona uygulanan başka bir objenin yarattığı bir hisse eğer, insan hayata dokunuyor sanırım her acı çektiğinde.

Mutluyken dünyadan ve hayattan kopuk yaşadığımız, parmaklarımızın ucunun bile yere değmediği zamanların yavanlığı ve geçiciliği üzerimize çökünce, yere çıplak ayaklarla tam olarak basıyor olmak zorunluluğu, kendimizi bize acı veren şeyleri düşünmeye mi itiyor acaba acaba? Yaşadığımızı hissetmek için mi yani tüm bu acısevicilik?"

diye düşündüm.

Söyleyin bir şeyler kafanıza göre lüffen.

"ff"

Hayat...

... ne garip, weird fishes falan...

P..... P.....

Bazen kendi kendime bir oyun oynayıp, başımı çeviriyorum veya gözümü kapıyorum. Bakalım başımı geri çevirdiğimde veya gözlerimi açtığımda istediğim şey gerçekleşecek mi görmek için...

Olunca her şey daha iyi gidiyor. Bazen oluyor.

Olmayınca, üzülüyorum. Sonra gözlerimi ovuşturup yatağıma gidiyorum çünkü yatağımdayken beklediğim her şey gerçekleşiyor. Öyle ki uykuya dalmak istemiyorum çoğu zaman. Son zamanlara dair güzel olan her şeyin zihnimde anı olarak canlanabildiği tek yer olan yatağım, gözümü kapadığımda uyumama gerek kalmadan beni çılgın bir zaman yolculuğuna çıkarabiliyor...

Uçan halılar vardır ya masallarda... Benim de zaman makinesi bir yatağım var. Üstünde de kedim ve ben... Geziniyoruz oradan oraya.

Bir de bir şarkı var... Fonda hep o çalıyor. Tek bir kelimeyi iki defa tekrarlayınca akla geliyor kendisi... Akla gelmesiyle "uzak yıldızlara" doğru yolculuk edip, bu zaman yolculuğunu mümkün kılan dünya üzerindeki tek şeye (bu benim sırrım; söylemem) minnettar kalıyorum.

Salı, Ekim 30, 2007

Sigur Rós

Bazen diyorum ki kendi kendime, bu grubun müziğini sadece kulaklarla algılayabiliyor olmak bile yeteri kadar aciz hissettiriyor ve insanı "engelli" hale getiriyor.

İstiyorum ki onların müzikleri kadar güzel bir tat olsun, onları dinlerken tadayım...

İstiyorum ki onların müzikleri kadar büyüleyici bir resim olsun, onları tadarken ve dinlerken izleyeyim...

İstiyorum ki onların müzikleri kadar kaliteli bir kumaş olsun, o kumaştan elbiseler dikeyim kendime, bir yandan yiyeyim, bir yandan izleyeyim bir yandan tenimde hissedebileyim...

İstiyorum ki onların müzikleri kadar sürükleyici bir koku olsun, o kokuyu her gün baştan aşağıya sıkayım, bir yandan onları yiyeyim, bir yandan giyeyim, bir yandan izleyeyim, bir yandan da koklayayım...