Çarşamba, Temmuz 30, 2008

"I'm praying to be in a generous mode, the kindness kind, t h e k i n d n e s s k i n d, share me quietly ecstatic"

Eskiden, birkaç sene önce bir hikaye duymuştum. Bu hikaye, yanyana iki kapı pervazına oturup, üstlerindeki cam tavandan ayı izleyen iki kişiye aitti. Uyanırlardı. Uyanır uyanmaz yerlerini alırlardı. Ellerinde kitaplar, arada birbirlerine bakar, geri kalan zamanlarında da gökyüzünü izlerlerdi. Öyle güzel bir hikayeydi ki eşi benzeri olmadığının bilincindelerdi yaşadıkları hiçbir şeyin. Güzel plaklardan güzel şarkılar dinlerlerdi; gecenin bir yarısı uyanır sokaklarda dolanırlardı. Durmadan konuşurlardı. Akıllarının işleyişi o kadar uyumluydu ki birbirine, biri bir kelime söylediğinde o kelimeye ait söyleyenin evrenindeki yerler dinleyeninkiyle tıpatıp aynıydı. Açıklama ihtiyacı hissetmezlerdi hiçbir sözün ardını o yüzden. Birbirlerinden başka kimsenin onları daha iyi anlayamayacağını bilen iki kişilerdi onlar. Hala varlar ama o zamanlar ona o kadar inanırlardı ki, olan biten her şey bu inancın yüzeyinde on kat daha büyük yaşanırdı. Aslında aynı inanç onların sonlarını da hazırlamıştı diye düşünmüştüm sonraları. Çünkü şu gösterdiği objeleri olağan hallerinden on kat daha büyük gösteren aynaların yanılsamasının bir türüydü bir yandan o inanç. O inanç olmasaydı o kadar pırıltılı yaşayamazlardı hiçbir şeyi belki ama aynı inançla da ilerlemeleri imkansızdı. Mutlaka objenin kendisiyle tanışacak ve gördükleri onları şaşırtacak ve hayalkırıklığına uğratacaktı. Hikayenin sonunda hayalkırıklığına uğramışlardı zaten tam dediğim gibi. Birbirlerine olan benzerlikleri onları birbirlerinden ayrılamaz kılmıştı ama aynı benzerlikler gerçeklerle yüzleşme anlarında birbirlerinden ayırmıştı büyük bir hızla. Onları bir arada tutan o çekim artık aynı kuvvetle onları zıt yönlere itelemişti. Sonra büyüyüp tekrardan karşılaştıklarında, uzunca bir aradan ve hayalkırıklığının ağızda bıraktığı paslı tadı geride bıraktıktan veya artık umursamamaya başladıktan hemen sonra, karşılıklı duydukları sevginin hiç tükenmemiş olduğunu, hala ilk zamanki gibi sapasağlam durduğunu görmüşler ve paramparça olmasından tek bir rahatsızlık bile duymadıkları inançları ve aksine onları gerçeğe daha da yakın kılan inançsızlıklarıyla ilişkilerine devam etmişlerdi sonsuza dek. Her şey hep olması gereken yerdeydi çünkü. Mutlulardı.

Bugün tekrar bu hikayedeki karakterlerden biri olup olamayacağımı düşündüm ara ara. İnanç hakikaten de sağlıksız bir şey diye sayıkladım kendi kendime. İnsanı, olmayan demeyelim de olan ama aslında onun ışığında daha büyük görünen bazı şeylere nasıl da bağlıyor dedim. Bir şeylere delice bağlanmanın ön koşulu inanç ise, hayatında tek bir şeye inanmayıp da başına yıllar sonra gelen en güzel şeye olması gerekenden daha fazla değer vererek hayatının deneyimini kazanmış ve uzun vadede geri dönüp baktığında değer verilen bu şeyin hayatlarındaki bu en sevdikleri hatayı (bkz: my favourite mistake) yine olsa yine yapacağını bilen ama yapacağını hissettiği anda birdenbire korkudan afallayan, ne yapacağını şaşıran benim gibi kaç insan vardır diye düşündüğümde, sadece etrafımdaki insanlardan edindiğim sonuçlardan hiç de yalnız olmadığımı anladım.

Bu sefer "This time I'm gonna keep me all to myself" diyen Björk'ün sözünü dinleyeceğim sanırım -ki kendisi şöyle de diyebiliyor bazen
"undo : if you're bleeding
undo : if you're sweating
undo : if you're crying".

Hayatıma korkak adımlarla devam etmenin bedeli nefes aldığım halde yaşamıyormuş gibi hissetmek halbuki ama beni bu adımlardan vazgeçirecek kadar gerçek ve o haliyle bile kocaman bir şey çıkana kadar zaman öldüreceğim Thom'un dediği gibi. Arada Björk izlerken yaşıyor olduğumu hissetmek istiyorum. Bu da bana bir süre yeter sanırım.

Çok sevip bir o kadar da sinir olduğum bir anane-babanne lafını alıntılayarak bitirmek istiyorum bu yazıyı:

"Hayırlısı..."

Pazartesi, Temmuz 28, 2008

"I will take the sun in my mouth and leap into the ripe air with closed eyes"

Hiçbir şey yaşamadığım ama çok şahane yaşıyor gibi yaptığım zamanlarımdan birindeyim yine. Hayatım işten eve evden işe ve hatta alışveriş mekanlarından birkaç mekana gidip gelmekle geçiyor. Eve geliyorum bir şeyler okuyorum güya. Aklım almıyor. Aklım almıyor mu yoksa artık bir aklım hala var mı onu bile bilmiyorum bazen.

Geçen Cuma The Dark Knight'a gittik anlık bir istekle. D. çok istiyordu zaten. Ben de gaza geldim, yapacak daha iyi bir şey yokken gidelim dedim. Öyle çok super kahraman hikayeleri sevmem ben. Fantastik kitaplardan, filmlerden pek hoşlanmam. Bilim kurguyu ise severek okumam ama izlerim her nasılsa. Ama Batman'in yeri apayrıydı. Küçükken bir akşam vakti anne babamın beni götürdüğü Batman filmini anımsadım. Girişte nasıl da heyecanlıydım böyle bi süper kahraman izleyeceğim diye. Halbuki cidden de sevmezdim Superman denen adamı da. Madem bu kadar güçlüsün ve yüzbin tane süper marifetin var, ne diye koca buz kütlelerini yerinden koparıp Afrika'ya atmazsın da ufak tefek gerizekalı New York hikayeleriyle uğraşır durursun diye hayıflanırdım da bol bol. Sonradan birilerinde de aynen bu düşüncelerin olduğunu görmüştüm. Çok şaşırmıştım sanki o zamanlar düşündüğüm şeyler çok özel ve herkesin düşünemeyeceği şeylermiş gibi. Salakmışım.

Her neyse konumuza dönelim. Batman'i Michael Keaton'la, Joker'i de Jack Nicholson'la sevmiştim ben. Hatta heyecn yapıp tekrardan gitmiştim filme mutlu mutlu. SOnraki Batman'lere ise sevmediğim süper kahraman muamelesi yaptığımdan hayatım boyunca tek Batman filmi izlemiş ve süper kahraman kotasını doldurmuş olarak devam etmiştim geçen Cuma'ya kadar. Bu filmi sevmiş olmamın sebebiyse aslında filmin açık seçik Batman değil Joker filmi olmuş olmasıydı gözümde herhalde diye düşünüyorum Jack Nicholson'dan bile kat kat daha iyi, derinlikli bir Joker vardı karşımızda. Siyah-beyaz moronik melodrama karakterler de daha azalmıştı bir de. Gidiniz ve Heath Ledger denen rahmetlinin ne kadar harika bir iş çıkardığını, Christian Bale'ın ise (kendisi benim evrenimde Patrick Bateman olarak anılıyor) Batman kostümü içinde nasıl sinir bozucu bir ses tonuna ve korkunç görünen dudaklara sahip olduğunu görünüz diyorum ben.

Onun dışında, İstanbul'a biletimi aldım geçen gün artık klasikleşmiş, ders sonrası Starbucks'ta Kahve ve Gazete adlı en sevdiğim arkadaşlarımla geçirdiğim birkaç saatten sonra. Yoktu aklımda ama bir anda Varan yazısını görünce karşıda, girdim ve aldım bir çırpıda. Cumartesi akşamı orada olacağım plana göre. Geçen sene de Ağustos'ta gitmiştim İstanbul'a hatırlanırsa. Bugün de kardeşim G. ile Tunus'tan aşağıya doğru inerken, gözümün önüne geçen sene tam da bu aralarda bilet aldığım vakit tam o caddeden yine kardeşim G. ile aşağıya doğru inerken biriyle yaptığım telefon konuşması geldi. O zamanki heyecanlanmalarımı düşündükçe garipsiyorum. O zamanda yaşayan sanki ben değilmişim gibi geliyor ve evet nasılsa aklıma geldi ama hala ellerime bakıyorum sabah uyandığımda ilk iş olarak (tam şu anda da Björk "He offers a handshake, crooked five fingers, they form a pattern, yet to be matched" diyor). Neyse.

Tüm bunlar olurken, Pink Elephant'ımın sonuncusunu konserde içmek üzere saklama kararı aldım. Çok erdemli bir karar bu tabii. herkes bu kadar kolay ve rahatça alamıyor böyle ciddi kararları.

Björk kadar güzel kendimi fiade edebilseydim, hayatımda başka ihtiyaçlarımı umursamayabilirdim gibi geliyor kendisinin Vespertine'ini dinlerken. Sonra kendimden utanıyorum beni benden daha iyi anlatabilen biri olduğu için. Halbuki güya, en iyi yaptığım şey buydu bir zamanlar. Yine sustuğum zamanlardayım herhalde. O halde Björk yazsın benim yerime:

iwillwadeouttillmythighsaresteepedinburningflowers
iwilltakethesuninmymouthandleapintotheripeairalivewithclosedeyes

todashagainstdarkness
inthesleepingcurvesofmybody

ishallenterf i n g e r sofsmoothmasterywithchastenessofsea-girls
willicompletethemysteryofmyfleshwillicompletethemysteryofmyflesh
myflesh

la la la la la la la la la la la la la

Çarşamba, Temmuz 23, 2008

"see myself sing..."

Her şeyin ne gerektiği ne de gerekmediği gibi gittiği bir günün sonunda evin sokağında eve doğru yürürken, karşıma çıkan üç şey günün anlamsız tadını alabildi.

Biri bana doğru koşan minik bir kediydi. Kendisinden büyük kulakları ve uzun tüyleri vardı. Onu severken epeyce gülümsedim, mutlu oldum. Kediler harika yaratıklar zaten. En berbat zamanlarımda bile, herhangi bir kedinin hareketlerini izleyerek gülümseyebiliyorum mesela. Bu bile onları harika olarak nitelemeye yeter.

Sonraysa bizim sokakta sahibiyle sabah yürüyüşlerine arada sırada tanıklık ettiğim ve bugün adının Venüs olduğunu öğrendiğim bir adet husky vardı; onnu gördüm sahibiyle yine. Bu sefer akşam yürüyüşüne çıkmışlardı. Venüs hanımefendi pek bir mağrurdu ama adını söyleyince üstüme atlamaktan kendini alamadı. Huskylerin yüzündeki o donuk ifadeye rağmen, nasıl bu kadar çocuk gibi sevimli görünebildiklerine hep şaşırmışımdır. Tabii bir de sahiplerinin sıcak yaz günlerinde soğuğa programlanmış bir köpekleri aldıklarından dolayı vicdan azabı çekip çekmediğini sorgularım hemen akabinde. Yazık çünkü bu sıcakta ben üstümde minik bir elbiseyle bu kadar bunalıyorken, eksi derecelerde korunmak için kendilerinde varolan o tüylerden nasıl bunalmıyorlar? Bunalıyorlar tabii işte... Yazık o yüzden.

Kedicikten sonra bir de Venüs hanımefendiyle hoşbeş ettim ve yüzümde komik bir gülümsemeyle yoluma devam ederken, birkaç adım sonra 7-8 yaşlarındaki bir kız çocuğunun elinde ufak bir top gördüm. Avuçlarının içinde tuttuğu bu topu mıncıklayıp, karşısında duran 10-11 yaşlarındaki erkek çocuğuna bir şeyler söylüyordu. Şöyle dedi tam ben aralarından geçerken kısık gözler ve korkutucu olmak için garip bir şekle soktuğu sesiyle:

"Bu topla seni çöpe fırlatacağım. Çok canın yanacakkk!"

O an bu cümleler bana o kadar sevimli ve komik gelmiş olmalı ki, kıza dönüp istemsizce, gözlerimi kısarak "Uuuuuuu çok korkuuunç!" dedim yine gülümseyerek. İki çocuk da bana baktılar kocaman güldüler. Süper hiper hissettim bir anda. O mutlulukla 15-20 adımda apartmanın kapısına vardım. O 15-20 adımda ise uzun süredir kulaklarımda müziğim olmadan dışarda adım atmadığımı ve aslında hayatın ben yürürken etrafımda olan biten kısmını kaçırdığımı farkettim. O kadar kendime dönmüşüm ki, yanımda birisi yokken tek başıma etrafta dolanmaya çıktığımda veya bir yerden bir yere giderken en az yürümemi sağlayan ayaklarım kadar normal bir uzvum haline gelmiş kulaklıklarım. Daha dış dünyaya adımımı atmadan kocaman çantalarımdan kulaklığımı ve iPod'umu bulma çalışmalarına başlıyor, sonra onları istediğim konuma getirmeden dış mekanlara çıkmıyormuşum. Çıkınca da kocaman bir köpük baloncuğun içinde hayatı film tadında, fon müzikleriyle algılıyormuşum. Ama bunu yaparken tamamen kurguladıklarım varmış algıladığım. Aslında algıladıklarım kurgularımmış ve gerçekle kurgularımın alakası yokmuş. Hayat gerçekte, adım başı gülümsetebilen bir şey olabiliyormuş arada sırada. Mutlu oldum kendimle ilgili bunu keşfedince. Bundan sonra kulaklarımı içime değil dış dünyaya kabartacağım sanırım bir süre daha.

Kontrollü ve şartlı değil de rastgele gülümseyeyim biraz da. Hem Sigur Ròs ne demiş bir şarkısında:

"the peace was gone
balance leaks out
i fall down
slide forward
through my head
i always return to the same place
total silence
no answer
(but) the best thing god has created
is a new day"

Tam olarak şu şarkısında hatta.

Pazartesi, Temmuz 21, 2008

"There with your hands in the air, waiting to finally be caught..."

Bir de şöyle bir şey oldu az önce:

Madeleine Peyroux yorumuyla Between the Bars başladı bir anda playlistimden şarkı dinlerken last.fm'de. Bu şarkıyı geçen yaz bu aralar ne çok dinliyordum diye bir zaman yolculuğuna çıktım. Bu yorumu her yorumun üzerinde tuttuğumu da belirtmek istiyorum bu arada da. Neyse... Çok yorulmuşum; onu farkettim. Farkında bile değilmişim bu denli yorulduğumun. Bana bu şarkıyı söyleyebilecek tek kişi bile istemiyorum. Gerek duyulmasın çünkü. Ne ben birini düşüneyim dinlerken ne de düşünüleyim istiyorum. Sadece şarkı olsun ve çıkılan zaman yolculukları sonsuza kadar tükensin. Yaşadığım hiçbir şey bu şarkının bana zamanında hissettirdikleri ve düşündürdüklerini anımsatmasın.

Siz yine de dinleyin. Çok güzel!

"When there's nothing left to burn, you have to set yourself on fire."

Son yazdığımdan beri neler yaptım neler! (!)

Değişiklik yapıp(!) Nada'ya gittik Cuma gecesi D. ile. Sonra Muzo ve arkadaşı D. de katıldı bize. Mystery Boy edindik kendimize bir tane. Bol bol stalkerlık yaptık. Devendra Banhart'ı seven Natalie Portman'la empati kurduğuma sevindim. Nihayet anlayabiliyorum kadının adamda neyi sevdiğini. Dansettik mansettik. Muzo'ya sinir oldum "You used to be alright what happened?" yazılı t-shirt'ü yüzünden. Ben de alacağım! Ha tabii bir de hala çıkarmadığı Rock Werchter bilekliği var. Her bakışımda Radiohead ve Sigur Ròs gözümün önüne geldi, gece gece asabım bozuldu.

Sonrası ise Cumartesi günü, bol pizza ve trailerlı bir öğleden sonrayı Mamma Mia ile bitirmek ve sonra Cepa'da alışveriş turuna çıkmakla devam etti. Mamma Mia müzikal olduğunu bilmeden gittiğim bir filmdi. D. gidelim deyince, yapacak daha iyi bir alternatif planı olmayan ben, hemen "oluuur" dedim. Müzikallerden nefret ederim. Öyle ki Moulin Rouge'a gitmiştim en son, yarısında çıkmıştım salondan beni fırlatmışlar gibi. Ama bu seferki çok tadındaydı Meryl Streep'ten midir, yoksa içimi açacak görüntüleri ne zamandır göremeyişimden midir bilmiyorum ama filmi epeyce beğendim. Özellikle bir sahnede bir grup Yunan insanı dönüp birilerine gülüyordu ve tam o anda içimden geçen "Türk işte ya" tepkisinin yansımasını önümde oturanlardan "Türk style" olarak duyunca keyiflendim. Sonra filmdeki karakterlerden biri, bu insanlara dönüp "It's very Greek!" dediğinde de katlandı tabii bu keyif. Epeyce güldük. Arada gözlerim bile doldu bazı sahnelerde. Coşkulu bir film; yazın iç açıcı bir şeyler izlemek ve keyiflenmek için birebirmiş. Tavsiye ediyorum.

Pazar günüm ise, U. ile oradan oraya savrulmakla geçti denebilir. Ama keyifliydi. Alışveriş yapmak için binbir zorlukla gidilmiş alışveriş merkezinden sadece pembe bir allık alarak çıktım. Mutlu ve gururluyum zira artık birilerinin alışveriş hususunda beni durdurması lazım.

Sonra dün harika bir haber aldım. Eğer olursa ve dahil edilirsem, buradan mutlu mutlu ilan edeceğim bu güzel şeyin ne olduğunu. Bu sene hiçbir şeyi bu akdar çok istemmeiştim ama; şimdilik böyle diyeyim...

Yarına hayatımda farklılık yaratacak bir şeyle ilgili yaşanacaklar ve konuşulacaklar var. O bile Björk'le ilgili beklentiyi geçemiyor.

Buraya yazacak o kadar çok şey biriktirmiştim ama ve fakat ve lakin hepsi birer birer uçtu gitti aklımdan. Şimdilik bu post dursun burada; geri döneceğim zaten.

Cuma, Temmuz 18, 2008

"I wanna fly, never come down..."

Bugün H. ile konuşurken, last.fm'in yeni arayüzünden bahsettik. Bok gibi olmuş bence dedim. O sevdi. Bense bir kere her fasiliteyi parça parça ayırmanın, ortalığı lunaparka çevirip, tüm konsepti mıncık mıncık yapıp oyuncağa çevirmenin bir anlamı yok dedim. o ise tüm bunları alışkanlıktan söylediğimi halbuki her şeyin çok güzel göründüğünü söyledi. Bense hala alışkanlıktan değil, hakikaten kötü tasarım olduğun düşündüğümden böyle dedim ve hala da diyorum. Hep derim hatta!

O sırada kendisinin Amerika dönüşünde ne kadar değiştiğinden bahsetmeye başladı bana. İnsanlarla ilişkilerini bikaç aydır saçma sapan hale getirdiğini söyledi. Başkalarının "H. sana ne oldu?" şeklindeki şaşkın tepkilerini anlattı. Ama uğraşıyormuş düzeltmek için de. Ona yeni last.fm gibi olduğunu söyledim. Ben de benim durumumum da çok benzer olduğunu ve fakat benim durumu düzeltmek için zerre kadar kımıldamadığımı da ekledim. Sanırım müziği öne çıkarmak için yapılmış yenilikler dışında tasarımına hiç dokunmamış bir last.fm'e benziyorum ben de diye düşündüm.

Bugün eve dönerken güzel şeyler düşünmeye çalıştım. Son birkaç günü kazasız belasız atlattım derken, yine gereksiz huysuzluklar yaptım. Ona buna laf attım, dalga geçtim. Yoktan yere anlamsız cevaplar verdim. Tüm günün sonunda o günü çiğneyip posasını buraya saçmalayarak tükürdüm. Bugün onun attığı mail olmasaydı kendime gelmeyecektim herhalde.

Bir ay içinde güzel yazılar yazmayı planlıyorum. Hakikaten güzel yazılar. Zaten Dream beyefendi ile yapılacak projeler var bizi bekleyen taa İngilterelerden. Birkaç gerekli maildan sonra o iş için kolları sıvamak lazım. Bu aralarki negatif tüm enerjimi kanalize edebileceğim kadar pozitifliğine güvenebildiğim bir kaynağım var artık gibi düşünmekteyim.

Ağustos ayının ilk günlerinde İstanbul'u ziyaret etme planlarım var tabii uzun süredir. Björk sağolsun konsere geliyor zaten kendisini izleyeyim diye. Bugün Hidden Place çalmaya başlayınca kulağımda, kendisinin ne kadar benden olduğunu tekrardan hissettim. Sanırım Björk kadar iyi olan başka bir kadın sanatçı yok benim dünyamda. Kendisi gibi güçlü ve bu kadar doğru ifadelerle kendimi anlatabilseydim, nasıl bir noktada olurdum şimdi bilemiyorum. Bilmeye çalıştığımda yetenek yoksunu anlamsız bir insanım ben deyip köşeme çekiliyorum içimde apayrı bir sinirle. 3 Ağustos'ta hasetimden çatlayacağım ama neyse ki alacağım zevk o ya da bu şekilde çatlamış yerlerimi yapıştıracak, kırıklarım yerlerine oturup pürüzsüzce kaynayacak. Mutlu oluyorum şimdiden bunu bildiğimi farkettikçe.

Daha çok mutlu olmak istiyorum. İyi hissetmek istiyorum. Ha bir de "turnusol kağıdı" lafının doğru yerde kullanımından bıktım; yanlış ve alakasız bir yerde gördüğümdeyse "salak" deyip geçiyorum. Bunun yerine başka bir kelime türetilsin istiyorum ve şu sözlerle bitiriyorum bu yazıyı da:

"I wanna live life, never be cruel,
I wanna live life, be good to you."

Perşembe, Temmuz 17, 2008

tespit

hayat ikizler burcu 
evet.

Finally We Are No One

İki gündür hayalet gibi gezinmem dışında, arada yaşıyor gibi hissettiğim vakitler de olmadı değil. Spor yaparken insan oldum mesela. Bugün Ayça'yı dinlerken insan olabildim. "Gay Parade"de giyilebilecek bir kıyafetle ilgili yorum yaparken iyi hissetmiştim. H. beni aradığında insan oldum sanırım bir de her seferinde. Sanırım kendimi unutmam lazım normal halde yaşayabilmem için.

Mùm dinliyorum. Tüm gece Mogwai döndü durdu. Mùm'un başlıktaki albümü ise zamanında "temmuz gecelerini kışa, yalnızlığı beraberliklere bağlayan albüm" olarak değerlendirilmiş tarafımdan. Açtım ben de bir umut ama dördüncü şarkıdayım, hala bir hayrını göremedim. Kendine kalsın tüm hayrı zaten aslında.

Bazen inanamıyorum zamanın nasıl geçtiğine...

Uyandırsın birileri beni lütfen yoksa iyiye gitmiyorum sanırım.

Salı, Temmuz 15, 2008

15 Temmuz

Tüm 15 Temmuzları bir torbaya koyup bir yerlere fırlatasım var. Suratımdaki sevimsiz ifade başka türlü yok olmayabilir bugün; ondan diyorum.

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

"I can't feel my hand anymore, it's alright, sleep still"



Hala ellerime bakıyorum uyandığımda. Bunun bir anlamı olmalı mı diye düşünmeye başladım artık cidden de. iTunes'da "Hands" yazıp müzik listemde aratıyorum. Çıkan şarkılardan Mùm dikkatimi çekiyor. Geçen sene bu hafta ne çok dinlenmişti bu albüm diye iç geçiriyorum ve artık uyumaya gidiyorum.

Pazar, Temmuz 13, 2008

"First Snow"

Clint Mansell'in beni geçen sene Temmuz 25'te izlediğimden beri ara ara vuran The Fountain'a yaptığı soundtrack albümü dinliyorum. Yazacak pek bir şey yok. Müzikleri dinledikçe üşüşüyor sesler, görüntüler. Nasıl bazı şeyleri yoktan varedebildiğime şaşırıyorum bazen. Bu yeteneğimi daha doğru şeylere harcasaydım bir The Fountain da ben çekebilridim belki. Ama nerde...

Odamda oturup güzel düşler kurabildiğim zamanları çok özlüyorum ben bunu yapmak yerine. Özleme eyleminin hakkını nadiren verebildiğim bazı şeyler var hayatımda. O şeyleri hayatımdan çıkarmak ve sonsuza kadar da özleme eylemine dair herhangi bir referans noktası bulmamayı diliyorum. Çünkü özlem duyduğum her an özümden bir şeyler kaybettiğimi düşünüyorum. Artık kendimden bir şeyler kaybetmeye tahammülüm yok.

Pembe sigaralarım, "Pink Elephant"larım bitmek üzere. Son iki üç taneyi de nerede ne zaman içeceğim merak ediyorum. Bulmak lazım onlardan.

Önümüzdeki sene, İzlanda'ya gitmek için epeyce kararlıyım. Tek başıma gitmek ve keşfetmek istediğim bu adayı gördükten sonra buralara nasıl dönerim bilmiyorum. Hayat beni öyle saçma sapan bir hale getirdi ki, artık gittğim yolların dönüşlerinden korktuğum için, olduğum yere çivilenmiş gibi hissediyorum desem yalan olmaz sanırım. Ayrıca hangi ara bu kadar kötümser oldum ben, nasıl bu kadar korkaklaştım hayatımla ilgili kararlar alma konusunda, merak etmeden duramıyorum. Kendime iliştirdiğim tüm bu saçma sapan özelliklerden sıyrılabilmeyi ve gitmek istediğim yerlere gitmeyi, hayıflanmadan tek başıma yaşamayı, eski iyimser halime geri dönebilmeyi, bana azıcık yaklaşabilen insanları kılıç kalkan ekibiyle karşılamamayı, daha cesaretli olmayı; ama en çok da dinlediğim müzikleri, söylenmiş, söylenen ve söylenecek sözleri, gidilmiş, gidilen ve gidilecek olan yerleri temize çekmeyi istiyorum.

Tabii tüm bunlar Clint Mansell'in Xibalba'sı eşliğinde olmuyor; hiç olmadı ve hiç olmayacaktır eminim. Ve bu yazıya başlama sebebimi soracak olursanız -ki en başta yazacak hiçbir şeyin olmadığını söylemiştim hatırlanırsa, o sırada ekrandan bir an gözümü kaçırdığımda gözüme çarpan Neutrogena'nın Deep Clean'inin bende yarattığı çağrışımlardı. Derinden temizleyen bir tek Neutrogena olmasaymış keşke dedim ve yazdım tüm bunları. Kendimi o kadar kirli hissediyorum ki, sanırım beni ne Deep Clean, ne yazmak, ne de Ganj Nehri temizleyebilir.

Belki Hugh Jackman'ın yaptığı gibi The Fountain'da, sadece hayatımın böyle geçeceğini kabullenmem lazım. Arada bir karla kaplanmış bir yeri de ziyaret etmek lazım ki ziyaret vakti yaklaşıyor; ölen bir şeyi canlandırmak onu insan yiyen bir zombiden başka bir şey yapmıyor. Pet Cemetary'den öğrenmiş olmalıydım. Akılsız ben...

Cumartesi, Temmuz 12, 2008

"... Was it something like this i wished for?"

Hiçbir şeyin olmadığı, her şeyin olağan hızında ilerlediği bir gün daha. Sabah uyuyacağımı düşünürken, anne telefonuyla uyanıp, yapılması gerekilenleri dinledim kendisinden. Kardeşim onların yanına gidiyodu. O yüzden bana da bir kaç iş düştü. O kadar da güzel rüyalar görüyordum ki, hatırlıyorum da annem bana direktifler verirken, hala o rüyaları sürdürmeye çalışıyordum. Ama sağolsun, kendisinin telefonu olmasaydı o güzel rüyalardan hayata uyanırken çok canım yanacaktı. O direktifler sayesinde zaten her şeyin böyle olması gerekiyor gibi bir ruh haline bürünüp, rüyanın ayrıntılarını irdelemedim bile ki uyanır uyanmaz rüyalarımı yorumlamaz ve hatırlamaya çalışmazsam o rüyanın o günkü etkisini en aza indirgemiş oluyorum. Ama ne zaman ki gözümü açtığımda rüyamı hatırlamaya çalışıyorum ve hatta hatırlayacağım kadar sorgulama yapabileceğim zamanım oluyor, o günüm yoğun olarak o rüyanın etkisinde geçip gidiyor. Güzel bir rüyaysa, hayatımın o kadar güzel olmaması ve gelecekte de öyle bir ihtimalinin bulunmadığına olan inancım yüzünden koca bir günde yapılan tüm aktiviteler yavan ve hatta anlamsız, boş, gereksiz ve can sıkıcı hale geliyor. Bu mantığa göre, rüya kötüyse, hayatımın o kadar kötü olmadığı sonucundan tüm günümü şükederek geçirdiğim gibi bir varsayım yapılabilir ama yapılmamalı çünkü işler öyle değil. Rüyamın kötü olması durumunda, sadece uyandığım an her şeyin geçip gittiğini anladığım o bir anda şükrediyorum Nefes alıyorum kocaman. Sonra uyandığım hayatıma döndüğümde, o kötü rüyanın tortusu o gün yaşadığım her şeyin bende yarattığı anlamsız hisleri birkaç katına çıkarıyor, dörtle beşle çarpıyor. Çıkan sonuç o rüyanın oluşturduğu hisler bütününden farksız oluyor.

Bazen tüm hayatımın bu hisler ve düşüncelerle geçeceğini düşünüyorum ve geriye dönüp baktığımda gördüğüm manzaranın beni o yaşımda fazladan daha da mutsuz edeceğini düşünüyorum. Bunu düşününce de bir telaş kaplıyor içimi, ki kolay kolay telaşlanan bir yapım da yoktur. O telaşla, yaşamak istediğim şeyleri zaten yaşamış olduğumu ama hepsinin de umduğumdan daha kısa süreli deneyimler olduğunu farkediyorum. Onları tekrardan elde etmenin olanaksızlığıyla karşı karşıya kalıyorum ve sonra öyle bir fırsatta da hiçbirinin ilk seferki mutluluğa benzemeyeceğini bildiğimden koca bir tatminsizlik oluşuyor içimde. Ama belli de olmaz tabii... O mutlulukları yaşarken sonrasında böylesine canımın yanabileceğini öngöremediğim gibi, canım yanarken de ilerde karşıma çıkabilecek olası mutluluk anlarını öngöremeyebilirim deyip kendi kendimi rahatlatıyorum. Üzerime o telaş yüzünden giydirilen, elimi kolumu bağlayan deli gömleğini çıkarıyorum ve aynaya baktığımda kendimi bembeyaz hafif yaz kıyafetleriyle görüyorum. Elim kolum açıkta, rüzgarı hissediyorum. Eteklerim uçuşuyor hatta...

Arada, panikten daha iyi başka bir şey yaratamayacağımı düşünüyorum.

Wanderlust açılıyor bir anda tam yazının sonuna gelmişken. Şarkının tümü benim ağzımdan çıkmış gibi ama şu sözler daha da bir kulağıma çalınıyor. Diyor ki:

"Wanderlust! Relentlessly craving
Wanderlust! Peel off the layers
Until we get to the core"

Daha gelememişim demek ki oraya.

"... while the user is browsing the web site..."


Bazı şarkılardan etiket temizleme işini cookie silmeye benzettim az önce. Keşke öyle bir program çıksa da absürd absürd yerlere ve kişilere iliştirilmiş tüm bilgileri silse bizi uğraştırmadan. O sırada gezindiğim sayfanın cookie'sini zaman geçtikten sonra ne yapayım değil mi? Hem her şey her seferinde yeni baştan deneyimlenmeli.

Hm.

Cuma, Temmuz 11, 2008

The Dance of the Hours

Bu gece The Clientele'nin en güzellerinden The Dance of the Hours'u dinlerken, bugün yaptığım saçmalıkları ve absürdlükleri düşünüyorum. Kendime gelmek istiyorum en kısa vakitte. Bu ben değilim gibi geliyor bazen.

Fısıltılarla subliminal mesajlar yollayıp birilerini yanına çağırmak için yapılmış bu şarkı sanki. Dinledikçe o sırada düşünülen insanlar bir anda yanı başınızda beliriverecek gibi oluyor. Dinledikçe dinliyor insan, 40 defa dinlersem belki bir şey olur diye.

Björk üç tane konserini geçen ay sonu ve bu ay başı itibariyle iptal etti üstüste. 10 Ağustos'a kadar doktor tavsiyesiyle sesini kullanmaması gerekiyormuşmuş, o da iptal edip insanlara paralarını iade ediyormuşmuş. Keşke iade etmese de "biletler sizde dursun, bir ara bozdurursunuz konserime girerken" deseymiş diye düşünüyorum zira 3 Ağustos'taki İstanbul konserinin de akıbetinin böyle olmamasını diliyorum. Hayatımın yarısında kendisini çok insana gerçek gelemeyecek kadar fazla olan duygularımın İzlanda'lı elçisi seçmiş olmamın bu dilekte payı büyük tabii.

Bomboşum. Birileri alnıma "Fill in the blanks" yazsa ve birileri bu yönlendirmeye uyacak olsa, ne kadar zamanda tüm boşluklar doldurulur bilmiyorum. İçimde yüklemleri, nesneleri, özneleri bilinmeyen onca cümleye kelime bulunabilir mi, onu da pek kestiremiyorum. İyisi mi ben yatayım, rüyalardan uyanmak istemeyeyim. Sabah kalkınca yüzümü yıkayayım, güne güzel bir şarkıyla başlayayım.

Çarşamba, Temmuz 09, 2008

"Put down all your weapons, Let me in through your open wounds”

Bugün değişik bir şeyler yapasım var. Eğer uğraşmayı tercih edersem, ki uğraşmaya tercih edebileceğim başka bir aktivite de yok ama benim aklım belli olmaz, buraya değişik bir şeyler post edebilirim. Saçma bir video çekerim belki odamda. Beni Red Sea söylerken izleyip, komikliğime gülebilirsiniz. Veya belki de sesli bir post hazırlarım. Böylece klavyede yazacağıma konuşurum rahat rahat. Siz de okumak zorunda kalma dinlersiniz beni. Öyle samalıklar var aklımda işte.

Yazarların yaratım sürecini yazarken çeşitli dil oyunlarıyla, laf cambazlıklarıyla okuyucusuna yansıtması diye bir şey var ya hani. Bunu daha materyalize etseler keşke. Yani yazar, çalışma masasına oturduğu andan itibaren bir ses kayıt cihazıyla kaydetse sesleri. Hiç ses çıkarmayabilir. Kağıt kalem veya klavye sesi de olabilir sadece bu kayıtlarda. Sonra kitapla beraber bu kayıtlar da cd olarak satılsa ve hatta cd'nin ve kitabın içinde yönlendirmeler olsa. Dil öğrenirken kulanılan çalışma kitaplarının cdleri gibi, dosyalara ayrılsa ve nerede hangisinin dinleneceği satır aralarında belirtilse.... Böylece ailesiyle, arkadaşlarıyla, karısıyla, kocasıyla, sevgilisiyle, kardeşiyle yaptıkları saçma sapan "Yemek hazır bırak artık şu yazıyı" şeklindeki diyaloglarını bile duyabilsek. Yazarın bizim gibi biri olduğunu kitabı okurken dahi hissedebilsek. Böylelikle belki de daha anlaşılabilir kılabilir insanlar kitaplarını diye düşünmekteyim. Saçmalıyor da olabilirim bugün sürekli yaptığım gibi tabii...

Son Lux diye bir proje var. New York'lu Ryan Lott'un projesiymiş bu. A. geçenlerde geldi ve Glissando dinlediğim bir ara "bunu da dinle" dedi. İyi ki demiş. Dinlediğim anda en azılı dinleyicilerinden biri olabileceğimi gözümde canlandırabildim. Bu adamı araştırırken az önce kendisinin blogger profiline rastladım: Ryan Lott. Kendisine ait iki tane de blog var. Hemen girip bakabilirsiniz. Ben baktım ve lottmusic adlı sitesinin içeriği kendi projelerinin tanıtımı için ayrılmış gibi daha çok. Arada da "bu aralar bunları şunları dinliyorum yapıyorum" diye günlük tadında yazılar var, benimkinden daha günlük olmasın. Bir de dj doc isimli biriyle yazdıkları ayrı bir blog var. Onun adı da 2% milk. Şöyle bir şey yazmışlar ilk post olarak:

"Thursday, April 20, 2006
What is in the fridge?

Friends, family, fellow musicians and everyone else. We got some 2%. What is that? The combinations of the collective coolness and collaborations of two unique individuals. There will always be some freshness here. Check it out."

Ve fakat taa o zamandan bu zamana kadar seneler geçmiş olmasına rağmen, hala 6-7 post'la duruyorlar. En sonuncu post yine 2006'da hatta. Evet sayın okuyucular, gün geçmiyor ki bir blog daha kaderine terkedilmesin...

Velhasıl At War With Walls & Mazes diye güzel bir albümle Son Lux'la tanıştım ben. Ama sırf deneysel olacağız diye işin suyunu çıkarmamış Ryan bey. 6 yaşından beri bir aile geleneği olarak aldığı derslerin hakkını verircesine piyanolarla sakin sakin ilerleyen, ambient tadı yakalayan müziğinde bir anda Kronos Quartet'i aratmayan yaylılar iki büklüm oturduğunuz sandalyenizde size "dik otur bakiym" diyen bir teyze gibi söz dinletiyor. Hip-hop beatleri ve elektronik iniş çıkışlarıyla fazlasıyla dinlenilebilir müziklerine Last.fm'de birilerinin uygun gördüğü başka bir tag ise "ethereal". Katılıyorum çokça. Bazı şarkılarını myspace'ten de indirebiliyorsunuz. Oradakilerin yarısı remix olduğundan -ki epeyce güzel hepsi de ayrı ayrı, özellikle Son Lux şarkıları olan Throw, Pieces ve Break'e kulak veriniz diyorum ben.

Pazartesi, Temmuz 07, 2008

The Test

Her zaman bu klibi ve bu şarkıyı çok sevmişimdir. Bugünümün iyi geçmesini sağladı kendisi ve klibi. Bugün sporda neredeyse bir saat aralıksız ve yorulmadan koşabilmemi sağlayan şarkı budur:

Pazar, Temmuz 06, 2008

Floods

Yine odamda oturduğum zamanlara hızlı bir dönüş yaşadım birkaç gündür. İyi mi oldu bilememekteyim tabii. Son postların iç karartıcılığını düşündükçe, pek iyi gibi gelmiyor bana ama içimdeki kazı çalışmaları açısından oldukça başarılı.

Bugün birisi geldi ve bana fısıldadığı güzel albümler yüzünden kendini biraz suçlu hissettiğini söyledi son postları okumuş olmanın onda yarattığı hüzünle. Halbuki durum hiç de öyle değil. Yaşadığımı mutluluk anlarında değil, canım yanarken hissediyorum belli dönemlerde. Bu dönemlerde bana fon müziği tedarik etmesi açısından limbo-pillow sahibine ne kadar teşekkür etsem az diye düşünmekteyim.

Dün akşam yine Tribeca ve Nada arasında mekik dokuduk U. ve benimle aynı gün doğduğunu öğrendiğim arkadaşıyla. Arkadaşı benimle ilgili ilginç sıfatlar kullandı ki ruh halimle olabilecek en zıt sıfatlardı bunlar. O dakika anladım ki gerçekten bazen Oscarlık performans sergileyebiliyorum yaşarken. En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ı verilseydi gerçek hayattaki performanslara dayanarak, bu ödülü benim almam kaçınılmaz olabilirmiş.

Epeyce içtikten sonra eve geldiğimde ilk işim Rock Werchter'de beni fiziksel olarak temsil eden Muzo'yu aramak oldu. Sigur Ròs'un konserine başladığı haberini vermişti bana mesajla. Ben de aradım ve son albümlerinden bir şarkıyı dinledim ki son albümlerini başarısız bulmuş olmama rağmen (farkındaysanız bu kadar seviyor olmama rağmen grubu, hala bir yazı yazmadım albüm hakkında) yine de bir garip hissettim. Tek şarkılık telefonda Sigur Ròs dinleme faslından sonra biraz Glissando, biraz da Marchè La Void dinledim. Hatta dinlerken her nasıl olduysa Radiohead konserini o sıralarda izliyor olan Muzo'yu aramayı bile unuttum. İki grubun albümleri de ifade edilmeyecek düzeyde güzel ve epik. Şiddetle dinleyiniz diyorum ve sizi az önce bana bu güzel müzikleri tanıştıran insanın üstte verdiğim linkine davet ediyorum ki siz de dinleyin...

Dün geceki bu ikili benim için pek hayırlı olmadı tabii. Ayça ile konuştuk, konuştuk... Geldiğinde ilginç seanslar yapmak üzere sözleştik. Bugün sabahsa fiziksel ve ruhsal tüm oryantasyonumu yitirmiş bir şekilde dışarı çıktığımda, iPod'umun güzel müziklerle beni güne başlatması biraz olsun beni hayata döndürdü. Kendisine müteşekkirim. Sonrası ise eve dönüşle beraber bir aydır K. ile sürdürdüğümüz sessizliğe ara vermek ve kocaman tartışmakla özetlenebilir belki. Hayatımda önem verdiğim insanların buharlaşmasına öyle alışmışım ki artık buharlaşmadan atıyor bedenim ve ruhum bu insanları. Aynı şey gerçekleşti. Uzlaşma noktası aramaya bile girişmeden birini daha kolayca hayatımdan saldım. O da aynını yaptı sanırım. K. artık yok.

Sonra şimdi bir elimde kola bir elimde sigara (hangi elimle yazıyorum bunları acaba?) oturuyorum Glissando dinleyerek. Her şeyin ne kadar çabuk geçip gittiğine ama geçip giderken de insana ne çok çektirdiğine şaşırıyorum. Bir sene önce şu anki ruh halimin 983247893748923748927 km uzağında, yaşadıklarıma bakıyorum. Şu anda yaşadığım hayat daha anlamlı geliyor ve düşüncelerimin, hislerimin önüne kocaman bariyerlerden ekliyorum yine. Daha fazla ne kadar ekleyebilirim diye düşündükçe aklıma bir cevap gelmiyor. Sanırım sonsuza kadar bile yapabilirim bunu. Sonrası ne olur düşünmek de istemiyorum tabii. Zamanında, çok eskiden, 2 hafta boyunca hiçbir şey yemediğim, masif şekilde sigara tükettiğim -ki o zamanlar içmezdim sigara, o dönemin hiçbir zaman tekrarlanmayacağına inanıyorum. Ama bu sefer de ne kadar hissizleştiğimi görünce hayretler içinde kalakalıyorum. Yine öyle bir dönem geçirsem de beni acıtan her yolun ve her şeyin bana dokunan ucunda sigara söndürsem, tüm bağlantıları koparsam ne kadar harika olur diyorum ve bu iç karartıcı yazıya son veriyorum.

Cumartesi, Temmuz 05, 2008

Fortified Emptiness

Bugün canım yanıyor biraz. Tüm günün hafif huysuzluğuyla eve geldiğimde sinir küpü olmuş haldeydim. Nedenini bilmiyorum. Biliyorum da bilmiyorum veya bilemiyorum...

Yeni bir şeyler dinlemeye çalıştım, ona buna sataştım, yine de geçmedi bu halim. Gelirken de akşam eve, yeni ay varmış onu gördüm. C. de dedi zaten yeni ay var diye. Yeni olan ay dışında hiçbir şeyin yeni olmaması çok canımı sıkmış olmalı ki, az önce çamaşırları sererken dinlediğim müziğin de etkisiyle bir anda ağlamaya başladım. Sonra Paul miyavladı, ben buradayım der gibi. Durdum bir anda. Ona bakıp gülümsemeye başladım. İyi ki var.

Pek iyi olmayacağım sanırım bu aralar. Hayatımı gitgide daha da darlaşan bir çemberin içine hapsetmiş oluğumu düşünüyorum. Her şeyi yalnız başıma planlıyorum. Her şeyi hep böyle olacakmışım gibi düşünüp, ayarlıyorum. Bazen hayatımı gereğinden fazla tek başına yaşanılacak bir hale getiriyorum sanırım. Her şeyi gereğinden fazla mı yapmak zorundayım diyorum hatta. Hayatıma aldığım ne varsa onları gereğiden fazla seviyorum, gereğinden fazla önemsiyorum, gereğinden fazla nefret ediyorum, gereğinden fazla hep işte... Gereği nedir ne kadardır onu kestiremiyorum. Bilen varsa söylesin lütfen.

Önümde I'm Not There yazan bir cd görüyorum sonra. Keşke orada olmasaydım dediğim zamanlar geliyor gözümün önüne. Bugün sabah aklıma gelen şeyleri düşünüyorum. Önceki ilişkilerinden kalan korkularıyla başedemeden başkalarını hayatına dahil eden insanların hastalıkları onlara da bulaşabilir noktasındaki düşüncesizliğini Aids olduğunu bile bile karısıyla yatan adamlarınkine; sonra da karşısındakinin korkularını bile bile yaraları sarabilmek ve daha da mutlu olabilmek için ellerindeki sevgiye güvenen ve tutunan insanların aptallığını da "Bize bir şey olmaz" diyerek hastalıklı kadınlarla yatıp kalkan adamlarınkine benzetiyorum. Her iki tarafa da ayrı ayrı sinirlenerek, geceyi kapatayım diyorum.

"Oradaydım maalesef ama beni daha da endişelendiren ve üzen şey burada olamamam."

Cuma, Temmuz 04, 2008

“put your hand close to her face so she can feel the warmth.”

Ölmüş olan bir şeyin doğumgünü kutlanır mı acaba? Yaklaşıyor da ondan soruyorum.

Geçen hafta Glissando diye bir grup tavsiye edildi bana limbo pillow sahibi tarafından. Onu dinlemekteyim ara ara geçen haftadan beri. Nasıl oluyorsa destansı bir hüzne sahip olan bu grubu şu yaz günlerinde bu ruh halindeyken daha fazla dinlersem nasıl bir insan olurum çok merak ediyorum.

Zamanında yatağıma giderken, hayatımda güzel olan şeylerin hayalini kurmamak için kendimi çabucak uyumaya veya hayatımdaki kötü giden şeyleri düşünmeye zorlardım. Çünkü inanıyordum ki (hala inanıyorum) iyi şeyleri düşlediğimde, gerçekleşmesi kesin olanlar bile gerçekleşmiyorlar. Uzunca bir süredir de öyle bir derdim kalmamıştı. O yüzden birkaç ay boyunca, yatağıma uzanacağım zamanlar gün içinde aklıma geldiğinde mutlu oluyor ve yastıkların arasında yatağıma gömülüp (yastıksız uyuyorum halbuki) mezarından yaşayamadıklarını artık kaybedecek bir şey kalmayan biri gibi kuruyordum kafamda. O kurgunun içinde uykuya dalıyordum. Uzunca bir süredir de günde 7-8 saat uyumaya başladım ki bu benim için ciddi bir süre. Normalde 4-5 saat gayet yeterli olurken ve 3-4 saat arası ideal uyku süremken, daha fazla yatakta kalayım, daha çok rüya göreyim veya uyandığımda yatakta daha fazla oraya buraya dönüp, gözlerim kapalı halde düşlerin arasında kaybolayım diye gidilecek yerlere gitmem gerektiğini düşündüğüm zamanlardan çalıyordum. Nasılsa düşlerim arasında gerçekleşecek bir tek şey bile yok diye keyfini sürüyordum.

Ama durumlar değişti. Şimdi, yaklaşık bir aydır, bomboş bir kafayla yatağıma yatıyorum. Kötü veya iyi hiçbir şeyi düşünmüyorum ve düşlemiyorum. Açık olan penceremden dışarıyı izlemeye başlıyorum. Her seferinde The Shins'in "A Comet Appears"ının yine öyle bir anda harika bir zamanlamayla kulağıma çalındığı an aklıma geliyor ama o an o kadar hızlı geçiyor ki üzerine tek bir nanosaniye düşünmüyorum bile. Hissi sadece benim içimden geçiyor ve belki sonra başkalarına uğruyor. Sonraysa uyuyorum. Garip rüyalar görüyorum her zamanki gibi.

Sonra uyanıyorum ve gözlerimi açtığım anda ilk yaptığım şey anlam veremediğim bir şekilde ellerimi açıp izlemek oluyor. The Chemical Brothers'ın Hey Boy hey Girl klibinde vardı böyle bir sahne. Kız bir gece kulübünde danseden insanların ortasında ellerini inceliyordu. O kemiklerini görüyordu ve o kafada olsam herhalde ben de iskeletimi görürdüm. Bense ellerimi izliyorum öyle havada açıp sonuna kadar. Neden yaptığımı kesinlikle anlamıyorum ama uyanır uyanmaz ilk gördüğüm şeyin ellerim olması nasıl oluyorsa hoşuma gidiyor. Ellerin izlenmesinin ardından apar topar kalkıyorum yataktan sanki bir yerlere yetişmem gerekiyormuş gibi. Sonunda gitmem gereken yere hep daha erken, hatta çok daha erken varıyorum. Bekliyorum ve beklemekten hiç hoşlanmıyorum. Ama yatakta kalmak için iki neden vardır bana göre: biri sevgiliyle beraber, diğeriyse düşlerle keyif yapmak. Her ikisinden de elimizde kalmadığından, geceleri geç saatte eve gelip evini pansiyon olarak kullandıklarından ailelerinden azar işiten çocuklar gibi yatağımı epeyce işlevsel kullanıyorum bir süredir. Diyorum ki düş kurabileceğim tek bir şey bile kalmamış hayatımda; tebrikediyorum kendimi.

Şimdi de uyumak dışında hiçbir işlevi kalmamış yatağıma gitmek için kalkayım diyorum.
Kalkıyorum.

Perşembe, Temmuz 03, 2008

The Sun Smells Too Loud

Mogwai'yi ne kadar sevdiğim biliniyordur herhalde burayı okuyan birkaç insan tarafından. Yeni bir şarkılarını dinledim az önce. Eylül-Ekim gibi zaten albümlerinin çıkacağını okumuştum bir yerlerde. Şarkı ilk başladığında "bu mu Mogwai?" diyor insan ama Sigur Ròs'tan (ismini her seferinde üşenip yazamadığım son albümlerinden bahsediyorum) daha başarılı bir iş çıkaracaklarına dair bir inanç oluşuyor insanın içinde bu şarkıyı dinledikten sonra. Her zamankinden daha çok olumlu hisler yaratan, zevkli bir şarkı. Böyle bir The Album Leaf havası sezmedim değil ama tabii ki yine her zamanki gibi yunik munik, çok güzel bir Mogwai şarkısı The Sun Smells Too Loud.

Dinleyinnn!

Çarşamba, Temmuz 02, 2008

?

Facebook'ta Shakespeare fan'ı olan insanlar varmış!?!

Yorum yapmayacağım.