Pazar, Kasım 30, 2008

Kederli şarkılar senfonisi



Bu bir haftadır ara ara hayatımı işgal eden Henryk Górecki'nin Symphony of Sorrowful Songs'unun ilk movement'ının yarısı. 25 dakika civarında bir şey aslında tamamı bu movement'ın. Ama bu kısmı başlangıçtan bu ana kadar gelip de eserin çıkışını yaptığı an. O ana kadarki her şey yaşam gibi. Sonra yaşamla ölüm arasındaki "limbo" veya "araf" olarak tabir edilen, öleceğini bilerek yaşamanın verdiği hüzünlü hatta acılı kabulleniş gibi. Yazıyı okuma gibi bir niyetiniz varsa da yoksa da, bunu dinleyin. Okuyacaksanız birkaç defa dinleyin. Ben yazarken öyle yapıyorum.

Bugün iğrenç bir rüyadan uyandım. Hatırlamıyorum rüyayı, o an da hatırlamıyordum. Uzun süredir beni rahatsız etmeyen bir iki şeyle alakalıydı sanırım rüya. Kalktığımda ağzımda korkunç bir tat bıraktığı kesin olan rüyadan başımı kaldırıp dışarı çıktım. Geçen sene tam bu zamanlarda kiralanan bir evin önünden geçtim. İki yaz önce orası yine kiralıkken yine geçmiştim önünden. Yalnız değildim, yanımda orada asılı isimle adaş biri vardı. Sonra kiralandı. Hayatım değişti. Sonra yine boşaldı bir ay önce. Yine aynı emlakçının kağıdı asıldı. Sonra geçen hafta o kağıdın söküldüğünü farkettim. yeni kiracıları gelecekti belli ki. Sabah sabah temizlik yapılıyordu evde. Benimle ve hayatımda en uyumlu olan şeyin o ev olması ve başka birinin veya başka bir şeyin o ev kadar bile uyumlu olamaması ilginç.

Bugün yine beni sabah ilk gören birkaç kişi, taa eskilerden kalma yüz ifadeleriyle, muhtemelen eskiden kalma yüz ifademi görüp, yine eskiden kalma "İyi misin"lerle dolu sorular sordular. İyiyim dedim. Kulaklarımda müziğim vardı. Dudaklarını okudum. İlk konuştuğum kişiler onlardı ama bugün sesimi benden önce onlar duydular.

Büyük bir memnuniyetsizlik dalgası ara ara vuruyor bugün. Yaptığım her işin içinde bir anda beni olduğum yerde dimdik hale getiriyor. Ne işim varsa bırakıyorum. Dalganın boyumu aşıp gitmemesi için setler kuruyorum hatta. İşe yarıyor aslında. Arada ufak sızıntılar rüya olarak kurcalıyor beni. Acaba drama queenlik mi yapıyorum yine bir doğumgünü arefesi diyorum, ama ı-ıh. Biliyorum yapmadığımı. Cidden biliyorum.

Bazı şeyler çok korkutuyor. Bazı şeyler canımı sıkıyor. Hep aynı şeyler, aynı sözler, aynı gülümseyişler... Çok sıkıldım sanırım. Hayatımın kaç yarım saati daha bunu dinleyerek geçecek diye düşünürken bir kez daha mı dinlesem diyorum umarsızca. Nasılsa, neyse ki ve maalesef yetişeceğim bir yer yok. Minik, aptal adımlara devam.

Edit: Geçen sene "b"lerden nasıl nefret ettiğimizi yazmıştık lanet olası 2007'i bırakıp 2008'e giriş yaptığımız günde. Tüm post'un paragraflarının başında "B"ler varmış. Etrafı sarmışlar. Onu farkettim. Editleyeyim istedim.

Cumartesi, Kasım 29, 2008

Au

Tertemiz bir müzik dinlemek isteyenleri buraya davet etmek istiyorum. Sevmiyorum aslında bu tür müzikleri ama nasıl olduysa bu noktaya getirmiş hayat beni (kahkaha attım bu cümleden sonra). Au denen Portland menşeili Luke Wyland projesinden söz etmek isterdim daha fazla ama uykum var. Issız Adam'a gittim. Arak marak feci halde evet, ama olsun fena değilmiş. Sonunda duygulanmamak zordu. Ağlamadım. Gibi oldum. Durdum bir anda ama. Neyse eve geldim bir kaç tavsiye mailı almıştım. Onları kontrol ettikten sonra, birkaç kişiye bu grubun All Myself'ini yolladım tencereleri boş göndermemek için. Evet, kabul etmeliyim ki, bazı şarkılarında tahammül edemediğim noktalar var ve bunlar genelde şarkıları söyleyen insanların ellerinde tamtamlarla absürd sesler çıkarıp, çırılçıplak dansettiği yeni bir Sigur Ròs klibi vakasının gözümün önüne geldiği anlar oluyor. Her gün Gizmodo ve envai teknoloji sitesini takip eden biri olarak hoşuma gitmiyor bu tür bir ilkellik sanırım. Ama All Myself en sevdiğim Au şarkısı oldu. Hatta ilk dinleyişten çok çok sevdim. Animal Collective'den hiç hazzedemeyen biri olarak, Au'nun benim tarzıma daha uygun bir deneysellik sunabildiği, yeni abidik gubdik janrlardan freak folk denen zımbırtıyı daha bana göre yaptığını söyleyebilirim. Tabii hemen akıllarda şu soru beliriyor: Bana göreyse size ne değil mi? Zaten böyle müzik yazısı da olmaz olsun mümkünse ama gecenin bu saatinde, şu halimle başka türlüsü elimden gelmedi maalesef. Neyse kısa kesiyorum(!). Bu All Myself, bu da gecenin konuğu Au'nun videosu; tepe tepe tüketin:


AU - RR vs. D from Rainbow Dropshadow on Vimeo.

Perşembe, Kasım 27, 2008

Spangle call Lilli line - Roam in Octave

Uzak bir şehirden uzak durmuş olduğum ve çok uzundur iletişmediğim biri bana bu grubu tanıttı. İyi etti.

Gün içinde anlık sinir stres anlarını bastırabilecek, insanı kendine getirecek huzurlu bir oda içinde yapılmış gibi duran bir müziği var Spangle call Lilli line'ın. Japonik mucizeler iyi olabiliyor en az İzlandikler kadar.

roam in octave /ISOLATION

Çarşamba, Kasım 26, 2008

Tilki - Kürkçü Dükkanı Metaforu Üzerine

Dün akşam 12. Ankara Uluslararası Caz Festivali kapsamında düzenlenmiş iki konser vardı, onları izlemeye gittik D. ve B. ile. Sonra E. ve şu anda ismini hatırlayamadığım için buraya ismini diğer çete mensubu arkadaşlar kadar yazamadığım biri daha vardı ama onların da konsere geldiğini orada öğrendim. Her neyse.

Konserlerin ilki Letonya'dan Maris Briezkalns Quartet'e aitti. Sevimli insanlar bilindik caz ritimleriyle bizi eğlendirmeyi başardılar. Yalnız vokalistlerine çok şey borçlular; kendisi olmasaydı kuru kuruya evde arka planda çalan mainstream bir caz müziği dinleyecektik neredeyse. Festival kitapçığında kendileri için "bop öncesi ve latin müziğinden etkilenmiş olan caz formundaki kompozisyonları ile dikkat çekiyor" diyor. Öyle.

Sonraki grup ise Cyminology adındaki Alman dörtlüydü. Vokalistleri İran'lı Cymin Samawaite'nin bir araya getirdiği insanlaran oluşan bir grup bu da. Ben şahsen ilk grubun klasik caz standartlarından sonra bu grubun İskandinav soğuk caz ritmlerini tercih ettim. Hatta ilk başladıklarında yanımda oturan B.'a dönüp "iyi ki gelmişiz" bile dedim ve fakat Cymin Hanım sahneye Türk Sanat Müziği korosu kıyafetlerini andıran korkunç kadife gece elbisesiyle soldan soldan yavaşça girişini yaptıktan sonra şiin rengi biraz da olsa değişti. Evet müzik pek bir gelecek vaadetmekteydi fakat vokalin sesini tamamen kapatmak gerekiyorduyaptıkları müzikten zevk alabilmek için. Hatta arada sesleri ayarlayan amcanın yanına gidip "ya şu kadının sesini bir kapatsan keşke" diyesim bile geldi. Sesiyle ilgili problemim sanırım, o sesin caz için uygun olmamasıyla alakalı. Evet fusion musion bir şeyler yapılabilir ki zaten öyle olmuş. Şarkı sözleri Hayyam'dan, Rumi'den, teyzemiz arada şarkı sözlerimi Farsça okuyor sonra İngilizce'ye çeviriyor. Ama caz müziğin en azından yaptıkları müziğin hızına yetişmiyor ve Cymin Hanım'ın sesi biraz ağır kaçıyor. Ara ara operaya gelmiş olduğumuzu bile hissettik.

Tabii bu arada sahnedeki piyanist Benedikt'ten gözlerimi alamıyorum. Fransızmış aslında ama orada doğup iki sene kaldıktan sonra ailesi Almanya'ya taşınınca o da taşınmış sayılmış. Piyano başındaki dik oturuşu, hakikaten de ustalıkla çaldığı piyanosunun tuşlarına dokunan uzun parmakları, gözlüğünün yüzündeki narin ve nazik duruşu, minimal ve ani hareketleri sevebileceğim türde bir erkeğin özellikleri gibi geldi durdu tüm gece. Çok başarılı bir piyanist olduğunu söylemiş miydim? :)

Kontrbasçıları Ralf'ın ise her halinden sıkı bir post-rock dinleyicisi olduğu belliydi. Ben D.'ya bazı anlarda A Silver Mount Zion titreşimleri aldığımı söyledim, D. da bana Mogwai dedi. Kendisinin pek spektaküler duruşu olmasa da, tüm müziği tamamlayışı açısından başarılıydı oldukça. Nitekim sonradan Cymin üyeleri tanıtırken bizlere, "Benimle tanışana kadar caz nedir bilmezdi, ağır bir rock dinleyicisiydi" sözleri bizi haklı da çıkardı. Kalıbımı basarım post-rock delisi olduğuna kendisinin.

Gelelim grubun en can alıcı noktası olan davulcumuza. Grubun Hint asıllı Ketan adındaki davulcuları tüm gece dudaklarımı kemirmeme neden olurken, Cymin'in güzel olduğu ama yaptıkları müziğe uygun olmadığı kesin olan sesini duymazlıktan gelmeme yardımcı olabildi. Hayatımda gördüğüm en başarılı davulculardan biri olarak sayabilirim gönül rahatlığıyla kendisini, zira attığı soloların benim gibi piyano, trompet ve bas aşığı olup da vurmalı çalgılarla pek arası olmayan birinin ayağa kalkıp arada da bağırarak alkışlamasına neden oldu konser boyunca. Onun da çok iyi bir post-rock dinleyicisi olduğunu düşünmekteyim.

Gecenin sonunda her caz dinleyişim esnasında ve sonrasında olduğu gibi cazın olabilecek en güzel aletlerle çalınan harika bir müzik olduğu fikri yankılanıp durdu zihnimde. Sonrasında ise açtım Mogwai'mi, Sigur Ròs'umu, mutlu mutlu en sevdiim müziği dinledim. Kendime geldim. "Caz maz bir yere kadar" bile dedim; o derece. O absürd ve afilli gibi görünen başlık da burada devreye giriyor ama yazı bitiyor.

"I guess it's just the person that I am"



10 sene geçsin ve Portishead bana o yaşımın müziğini yapsın istiyorum. Başlığı o zaman doğru atmış olurum belki.

Salı, Kasım 25, 2008

Beach House - Used To Be

Justice Interview - Pitchfork.tv



Fransız aksanlı İngilizce bile sevimli gelmekte onlar konuşunca. Buraya gelin artık bi!!!

Pazar, Kasım 23, 2008

"Olduğun gibi kal."


1
Originally uploaded by robdobi
Dışarıda birkaç saattir ciddi bir fırtına var. Camlara vuruyor rüzgar. Sokaktaki ağaçların hışırtıları Asobi Seksu'yu da geçiyor. Pek mutluyum. Olduğum gibi kalıyorum birinin dediği gibi.

Tam bu sırada az önce stumble'dan rastgele bir site talep ediyorum. Çıka çıka bu fotoğrafın sahibinin de bulunduğu bir site geliyor şansıma. Yine rastgeleliğe inandığımdan, aklımda "fırtına" ile ilgili bir kaç şey söylemek isterken, bakalım nereye gideceğim diyorum ve bu adrese düşüyorum. Bu fotoğrafın sahibi şehirdeki terkedilmiş, görmezden gelinen bazı mekanları aramış, bulmuş.Albümleri ziyaret edilesi, fotoğrafları kesinlikle görülesi. Neo Dada'cıların ruhları şad olsun; bu fotoğrafların bazıları o döneme ait resimleri anımsatıyor. Üstelik fırça darbelerine gerek yok, kendiliğinden, doğada hazır halde bulunmaktalar.

http://flickr.com/photos/robdobi/

İyi uykular!

Cumartesi, Kasım 22, 2008

Sigourney Rose

Madem söz Sigur Ròs'tan açıldı, bir iki laf daha edeyim istedim.

Yalan Rüzgarı tipindeki dizileri bilirsiniz. Ayda bir defa izleseniz hiçbir şey kaçırmazsınız zira her bölüm bir öncekinin bir dakika sonrasını anlatır. Karakter çokluğu ve senaryo yokluğu içinde ancak bu şekilde bu hızda ilerleyebilirler. Şimdi ne alaka tabii Yalan Rüzgarı ve Sigur Ròs ama şöyle bir alaka. Burayı da bu diziler gibi ayda bir takip ettiyseniz bile son Sigur Ròs albümünden ne kadar hoşlanmadığımı bilirsiniz. En sevdiğim şeylerden biri de sağ elle kafamın üstünden sol kulağıma dokunmaktır tabii.

Neyse, az önce Deerhoof diye Deerhunter dinleyip bana gelip "Ne kadar değişmişler bunlar yaa?!?!"diyen bir arkadaşımla Sigur Ròs'tan bahsederken bu albümden öncesini düşündüm. Grubun şimdiki halini düşünürken "The Curious Case of Benjamin Button" diye bir filmin Aralık'ta gösterime gireceği aklıma gldi. Tam o sırada ne alaka diyordu ayık olan tarafım ama cevabı yapıştırıverdi bilinçaltım. Filmin konusu yaşlı doğan ve zaman geçtikçe gençleşen Benjamin karakteri aslında.

O dakika bu çağrışımın Sigur Ròs'la alakasını tabii ki çözüverdim. Benjamin Button gibi bu grup da sanki yaşlı doğmuş. Grubun albümlerini ters kronolojiye göre dizmek ve incelemek gerekiyor büyüdüklerini görebilmek için ve işin kötüsü şu ki şu anda bebeklik hallerindeler. Dileğim artık düz kronolojiye dönüp 30 yıl atlamaları ve Àgætis Byrjun veya ( ) zamanlarına geri dönmeleri şeklinde...

Cuma, Kasım 21, 2008

Eric Lerner - Gong


[][][][] / "Sigur ros - Gong" / Eric Lerner from Eric Lerner on Vimeo.

Az önce ürpererek izlediğim bu kısa filmi buraya koymak istedim. Sigur Ròs'un tekrardan böyle şarkılar yapabilmesini öyle çok isterdim ki... Bir de tabii böyle videoları olsun ve şarkıları kafamıza kafamıza vursun Gong etkisi yaratarak...

Sevgili Yutub...

Yukarıda her yazıdan önce "Saçmalayan divina" yazıyor ya hani. Bu sefer ben değil başkası saçmalıyor. Ben de yazıyorum.

Bu saatte ayaktayım. Ayça ile konuşuyoruz. NTV açık. Gördüğüm bir haber beni epeyce güldürüyor. Ayça'ya söylüyorum o da bilmemkaçbin km öteden gülüyor. Sinirleniyoruz ve gülüyoruz. Haber şöyle:

Gazeteciler Recep Tayyip Erdoğan'a CHP'nin son çarşaflı kadın görüntüleriyle ilgili neler düşündüğünü soruyorlar. Erdoğan da "Yutub'a girin bakın bu partiyle ilgili ne görüntüler var" şeklinde dumur edici bir cevap veriyor. Gazeteciler tabii hemen "Biz yutub'a giremiyoruz, siz dolaylı yollardan mı giriyorsunuz?" diye soruyor. O da durumu sempati puanı toplama şeklinde kotarmaya çalışıyor sanırım ve "Ben öyle yapıyorum, siz de yapın. Zaten çalışmalarımız sürüyor onunla ilgili de." diyor.

Bu ülkenin başbakanı bile kendi kendilerine kapattıkları yutub'a tünel kazarak girebiliyor ve başkalarına da bunu tavsiye edebiliyor. Tam bu noktada aklıma gelen şey kazıklanmamak için yapılan pazarlık sırasında son bir hamleyle az da olsa müşteriyi kazıklamak için kendini acındırmaya çalışan satıcının son çabaları gözümün önüne geliyor: "Bize bu kadara geliyor abla"...

İmam tünel kazıyorsa biz cemaat olarak ne yapmalıyız bilemiyorum.

Perşembe, Kasım 20, 2008

"These are a few of my favorite things..."



Bugün Paul Bey'in veteriner günü. Birbirimizle böyle bakışıyoruz kendisiyle arada. Ben onun hastasıyım, o da benim hastam sanırım. Arada bir anda girdiği deliklerden çıkıp koşarak yanıma geliyor ve burnumu yalamak için üzerime atlıyor. Bu onun sevgisini belli etme yolu. Bir de mırlayarak mutluluğunu paylaşması o sırada ne kadar sinir sıkıntısı varsa insanın yok ediyor, sevimlilikte sınır tanımıyor.

Bunun dışında Little Joy adlı güzel de bir grup dinliyorum bu birkaç gündür G. Bey sağolsun. Naif bir havaları var. Bilindik Indie Pop havalarında, isimleri gibi ufak zevkli zaman kırıntıları sunuyorlar. Bazen Audrey Hepburn filmlerinin arkasında güzel durabilecek şarkılar duyuyorsunuz hatta; müzikte sevimlilik üzerine iyi bir örnek teşkil etmekte albüm bu bağlamda. Öğrendiğime göre Strokes'un davulcusu boş vaktinde benim gibi blog yazmak yerine grup kurmuş da çıkmış bu grup ortaya. Herkes boş işler peşinde değil benim gibi tabii. Aynı adlı albümlerinden Play The Part'a tıktık ediniz ve aşağıdaki videoyu izleyiniz.

Salı, Kasım 18, 2008

Iminlovewiths

Sağ tarafta hemen Imaginers'ın altında, en en sevip de elimden geldiğince bulabildiğim şarkılardan bir liste var... Dinleyin diye. :)

"used to be..."

Önce bu yazıyı okumayı bitirene kadar şunların çaresine bakınız: Beach House - Used To Be ve Apple Orchard. Bana soracak olursanız ikisi birbirinden güzel ama Apple Orchard bir elma sapı mesafesiyle daha güzel olarak bitiriyor yarışı. Tamam şimdi oldu.

Evdeyim, ev temizlenmeyi bekliyor. Temizlikten sonra belki U.'u çağıracağım, belki de iki cadde ötemdeki Starbucks'a oturacağım ve kitabıma başlayacağım.

Sigara içmiyorum birkaç gündür. Daha doğrusu günde belki bir taneye indirdim. Sabah kalktığımda akciğerimin üzerinde bir sis bulutu varmış da, ben yataktan kalkarken, o o buluta takılıp yatağımda kalıyormuş hissi yavaş yavaş geçiyor. Burnum kokuları daha keskin alıyor. Aklımın bu aralar ulaştığı netlik derecesine eşit temizlikte bir akciğere sahip olmak için her şeyi yaparım.

Bu haftaiçi İstanbul'a gitme gibi planlar yapayım diyordum. Bu hafta olmayacak gibi bu ama haftaya orada olabilirim. Rüüü!

Low dinlemeye başladım. Epey eskiden Herman'ın bana hazırladığı onlarca dvd'lik müziğin içinden seçip dinlemiştim bir gün oturup. O günden beri kulak vermemiştim kendilerine. Beğendiğimi anımsıyordum ama o kadardı. O kadar da çok yeni isim vardı ki o dvd'lerde, hangisine bakacağımı şaşırmıştım o dönem. Sonra birkaç kişi "dinleee" diye üsteleyince dün gece bu duruma bir el attım ve başladım. Durum iç açıcı. Çok sevdiğim sevgilimi onu görmediğim bir sürenin sonunda gittiği yerden karşılarken alabileceğim o dingin ama heyecanlı mutluluk doluştu içimde. Yazarım ara ara onlarla ilgili.

Hava çok güzel. Odaya kahverengi bir ton hakim. Toprak kokusu kapalı camların, pencerelerin ardından bile alınıyor. Seviyorum.

Pazartesi, Kasım 17, 2008

"Tidying Up Art"

A. bana şahane bir video yollamış. Teşekkür ederim kendisine zira Gtalk'tan yetişemedim. Bu adamcağıza Tracy Emin'in My Bed'ini göstermek lazım. İki dakikada toplayıverir. Sanatı toplayan düzenleyen bu obsesif adamı izleyin, kırılın gülmekten.

Pazar, Kasım 16, 2008

"Yerçekimi"


Çok eğleniyorum bazen. Bazı insanların yapmaya çalıştığı şeyleri görmek ve üstüne kahkaha atmak pek keyifli oluyor özellikle de hayatımda hiçbir şeyin bana değmediği bugünlerde.

"-Keşke daha hızlı koşmayı öğrenebilsen. Hep seni beklemek zorunda kalıyorum.
Dagny neşeyle, "Bekleyecek misin beni?" diye sordu.
O da gülümseyerek "Her zaman," diye karşılık verdi."

Ayn Rand okumaya başladığım andan itibaren kendimi, her şeyin pek neden-sonuç ilişkisi (iki sözcük arasındaki o çizgi onların birbirleriyle olan bağını ne kadar güzel açıklamakta) içinde göründüğü, saf rasyonel olduğum, fonksiyonu olmayan hiçbir şeyin hayatıma giremediği adeta bir Bauhaus öğrencisi tadında yaşadığım birkaç (5-6) yıl öncesindeki halimle kıyaslıyorum. Karakterlerin birbirleriyle yaşadığı diyaloglar, özellikle de Dagny'nin buzlar kraliçesi görüntüsü ve metalik keskin tonlara sahip davranışlarındaki sadeliği, sonrasında yukarıda alıntıladığım zamanlardaki tavırları ve daha sonra yaşadığı hayalkırıklığı o zamanlardaki ben ile o kadar örtüşüyor ki, demek ki bir süre daha o şekilde yaşasaymışım öyle bir kadın olup çıkacakmışım diyorum. İyi veya kötü mü olurdu diye düşünmüyorum bile; "kendiliğinden ve doğal" görünüyor çünkü her şey bana.

Bir de bu kadar zaman kurgu okumadan yaşayıp, hatta kurgu okumayı tam o dönemde bırakıp bu zamana kadar beklemiş olmam ve bu bekleyiş esnasında o rasyonel halimi hayatımda eskisi kadar pratiğe dökmüyor oluşum sonrasında da tam artık hayatta her şeyin olabileceğine inancım tamken, herkese çok rahat bir koltuktan, kenarsız köşesiz ve her sözümün bir öncekini erittiği ahkamlar(!) keserken bu kitapla kurgu yolculuğuma başlamam pek ilginç geliyor bana. Bir zamanlar yazdığım gibi, tam da ayak bastığım yere aşina olmaya başlamışken, bir estet olmamama rağmen o yerden alınacak hazzı ve faydayı ortalarda bir yerde yarıda kesip tam tersi bir yere zıplayabiliyor oluşumdan, bu alışık olduğum bir davranışın sonucu aslında. Tam da beklenen şey yani.

Geçende de bahsettiğim o eski zamanlardan beri beni tanıyan bir arkadaşım bu kitabı okurken "Ö. Dagny'i okurken neler hissedecek acaba" diye düşündüğünü ve kitap bittikten sonra bu karakterle karşılaşmamın sonucunu merakla bekliyor olduğunu söyledi. Açıkçası ben de aynı merakı duymaktayım. Hiçbir zaman öyle bir kadın olmadım, olmayacağım da. Ama aynı kaynaktan besleniyor olduğumuz kesin. Kitabın henüz 300lü sayfalarındayım ama olumlu hisler içindeyim. Sanki kapattığım bir kapıyı açtım ve oraya kaldırdığım tüm hisleri ve düşünceleri yeniden hayatıma buyur etmişim gibi gelmekte bana. Orada burada otururken, şehirde dolanırken, bir yerden bir yere giderken, yatağımda uyumadan önce, sürekli aklımda kitap karakterlerini, uzuuunca bir süredir kimsenin, hatta kendimin bile girmediği o odada saklı kalarak tozlanan bu his ve düşüncelerle çarpıştırıyorum. Ortaya çıkan sonuçların kıvılcımları, bazen gidiyor veya üzerinde duruyor olduğum yolu ve bazen de ilerisini aydınlatıyor. Çoktandır bu kadar alakasız his ve düşünce pratikleri yapmamış olan ben, artık yapıyor olduğum konuşmaları bir anda kesiyorum ve gözlerimi bir yere dikmiş içimdeki kış temizliğinin bende yarattığı dingin mutluluğu hissetmenin huzuru içinde buluyorum kendimi. Hastalıklarımın başkaları tarafından bana eklemlendirilmiş ve bulaştırılmış olan saçmalıklar olduğunu görüyorum. Bağışıklık sistemini zayıflatan hiçbir şeyi hayatıma almamak için kendi kendime sözler vermeme gerek kalmıyor; zaten almayacağımı biliyorum. Eskiden suratıma biri hapşırsa ona yüzümü dönüyormuşum; bunu görüp şapşallığıma şaşırıyorum. Şaşkınlığı atlatıp, greyfurt suyu niyetine kitabıma dönüyorum.

İlk kez içinde olduğum döngüden memnunum ve iyiyim.

Perşembe, Kasım 13, 2008

Deerhunter - Microcastle


Deerhunter - Microcastle from Adam Bruneau on Vimeo.

I yearbooked myself



Yearbookyourself deliliğine ben de dün gece dahil oldum. En güzeli de bu oldu. 1960 yılından kalma bir foto bu. Meğerse o dönemde yaşamam gerekiyormuş.

Magnetic Morning dinleyin. Çok güzel bir albüm yapmışlar. Interpol havası epeyce yayılmış albüme. Pek keyifli!

Salı, Kasım 11, 2008

"Üstünü ört, üşütme"

Bugün kendimi sokaklara attığımda üzerimde evden öylesine bulup giydiğim şeyler vardı. Aylardır bir iki kez giyindiğim veya belki de hiç giyinmemiş olduğum eski bir kot, üzerimde eski sarı bir t-shirt. Dışarıda deyim yerindeyse "zibidi" gibi dolaşma ihtiyacı hissettiğimden (evet, ihtiyaç hissetmek) o halde sokağa çıkıp, gözüme kocaman Woody Allen'ınkilere benzer güneş gözlüğümü takıp, kulaklıklarımla arkadaşım S.'ün evine ilerlerken açıp da dinlemeyi istediğim tek şarkı Deerhunter'ın Agoraphobia'sıydı. Bütün gün, müzik dinleyebileceği her an (yalnız olduğum her an anlamına geliyor tabii bu) bu şarkıyı dinledim, mırıldandım. Hatta en son evimin sokağına girerken bağıra bağıra söylüyordum bile.

Bu şarkıyı nasıl dinlemeyi sevdiğimi anlatmaya geldim gece gece işte. Gözlerimi kısıyorum yavaş yavaş sonra kapanıyor şarkının girişiyle. Başım belli belirsiz öne arkaya sallanmaya başlıyor sonra. Gözlerimi ilk kelimeyle birlikte açıyorum sanki büyük bir sürprizin beni karşılayacağını biliyormuş gibi. İnanmayabilirsiniz ama gördüğüm her şey o anda bu şarkıyla beraber sürpriz oluyor. Sonra kendimi müziğin içinde, sözlerin 6'ya 6 kapatılmış odalarında bir uca kıvrılmış gülümseyerek uyur numarası yaparken buluyorum. Küçükken anneannemlerde kalmayı çok sevdiğimden annem ve babam beni almaya geldiklerinde uyur numarası yaptığım o anlara dönüyorum adeta. O zaman da onlar bana bakarak "Ö. de uyuyor, burada kalsın madem öyle" dediklerinde gülümsermişim şapşal şapşal çocukça. Tam orada o zamanki gibi işte. Bu şarkı da sanırım öyle bir andan bahsediyor, ölmekten ziyade. Kendi köşesinde gülümseyerek anılardan, hafızalardan, hayattan kendiliğinden silinip gitmek, bunu yaparken bir çocukluk anısının içine gizlenmiş o mutluluğun yarattığı hüzünle gülümsemek, bir sonraki adımının bir öncekini silmesinin verdiği huzur ve giderek görünmez hale gelmek kadar güzeli yok diyorum. Sonra susmak çünkü kelimelerin anlamlarını yitirdiğini farketmek. Kapalı gözün gördüğünün açıkken gördüğümüzden fazla oluşu karşısında kifayetsiz kalmak ve zaten bununla yetinebilmek...

Alakasız gibi gelecektir belki size ama sonra aklıma geliyor en sonunda; Auster'ın New York Üçlemesindeki The Locked Room'dan bir yere rastlıyorum zihnimde. Tesadüf oki şarkının adı ve kitabın adı tam olarak uymakta. Sonra sözlüğe bir bakıyorum, orada duruyor bu sözler. Mutlu oluyorum.

"if i say nothing about what i found there, it is because i understood very little. all the words were familiar to me, and yet they seemed to have been put together strangely, as though their final purpose was to cancel each other out. i can think of no other way to express it. each sentence erased the sentence before it, each paragraph made the next paragraph impossible. it is odd, then, that the feeling that survives from this notebook is one of great lucidity."

İçimden geçen cümleleri bir Paul, bir de bazen bazı şarkılar tam olarak ifade edebiliyor gibi geliyor bazen.

The Walkmen - The Rat



you've got a nerve to be asking a favor
you've got a nerve to be calling my number
i know we've been through this before
can't you hear me, i'm calling out your name?
can't you see me, i'm pounding on your door?

you've got a nerve to be asking a favor
you've got a nerve to be calling my number
can't you hear me, i'm bleeding on the wall?
can't you see me, i'm pounding on your door?

can't you hear me when i'm calling out your name?

when i used to go out, i would know everyone that i saw
now i go out alone if i go out at all

when i used to go out i'd know everyone i saw
now i go out alone if i go out at all

when i used to go out i'd know everyone i saw
now i go out alone if i go out at all

you've got a nerve to be asking a favor
you've got a nerve to be calling my number
i'm sure we've been through this before
can't you hear me, i'm beating on your wall?
cant you see me, i'm pounding on your door?

Pazar, Kasım 09, 2008

CTRL B

Şöyle yazmışım geçen sene Aralık'ta:

"bazen bağırmak istiyorum olanca gücümle ama beceremiyorum sanırım istiyorum ki ben bağırmadan herkes neden bağırmak istediğimi bilsin sesim bana kalsın onlar da mutlu olsun kedim gibi gelsinler yanımda otursunlar hep sadece beni anlasınlar tek bir göz işaretinden tek bir mimiğimden dinlediğim müzikten anlaşılayım ama olmuyor sanırım.

ben de artık bunu düşlemekten vazgeçtim artık sigara bile içmiyorum hiçbir şeyden zevk almadığımı daha nasıl anlatabilirdim acaba ona veya başkalarına hiçbir şeyi eskisi gibi sevmediğimi tam sevmeye yaklaşmışken tam yeniden seviyorum derken elimden uçup gitmesine nasıl daha fazla dayanırım bilmiyorum sözcüklerimin benim olmasına müziğimin benim olmasına ihtiyacım var başka bir şey istemiyorum.

biri beni susturana kadar konuşmak istiyorum
ama o kadar yalnızım ki
susamıyorum."

Bu yazıyı bitişik kelimelerle, hiç boşluk bırakmadan bir çırpıda, nefes verir gibi yazmak istemişim. Şimdi bakınca hala beni susturabilen bir şey olamamış olmasına üzüleyim mi sevineyim mi bilmiyorum.

Öyle anımsayayım istedim.

The Last Shadow Puppets @ BBC Electric Proms 2008

Geçtiğimiz sene bir yaz günü Björk - Earth Intruders'ından sonra bir anda çalmaya başlayan ama her nasılsa yine paylaşılmadığına sevinilen bir şarkı olarak I Want You (She's So Heavy) adlı The Beatles harikasını, bu adamlar böyle coverlamış. Güzel de olmuşmuşmuş. Sonsuza kadar saçmalama isteği içindeyim.


tlsp-i want you(she's so heavy)bbc proms 08 from quaqua on Vimeo

Cumartesi, Kasım 08, 2008

Brightblack Morning Light


Hippie-shoegaze'imsi(!), psychedelic ve folk müziği birbirine karıştırıp güzel müzik çıkarabilen birileri varmış. Grubun adı Brightblack Morning Light. Yine çocukluk arkadaşlarının bir araya gelmesi temalı bir geçmişleri va. Ne varsa çocukluk arkadaşlarında var herhalde diye düşünmeden edemiyor insan. Velhasıl müzikleri ilginç geldi bana, hoşuma da gitti. Ara ara Fleet Foxes havası yakaladım ama Fleet Foxes'tan daha sevimli geldi her seferinde. İlk ve tek albümleri kendi isimlerini taşıyor. Dinlerken aşağıdaki fotodaki insanlardan biri gibi hissedebilirsiniz. Ben çok dinlemem gibi geliyor zira bana göre bu tür müziğin benim hayatımda yer alabilmesi için hakikaten de adaya madaya yerleşmem gerekiyor ve gerçek hayatta bir adaya düşecek olsam bu albümün bana anımsattığı türden sıcak bir ada değil de, daha çok İzlanda gibi soğuk bir ada olurdu bu. Ama tabii arada değişiklik yapmak lazım.



Kapıyı tıklatın ve bir adet şarkılarını dinleme şansı kazanın bence. Bence yani...

"For the kindness of strangers..."



Doğumgünüme 1 aydan az vakit kalmışken tedirginim. Kötü şeylerin tam da bu dönemlerde olması o kadar alışık olduğum bir şey ki, ne zaman böyle hissetsem kendimi yılın bu zamanlarında buluyoum. Biyolojik saatimde yerini almış bir başka saçmalık daha. Bu sene bu döngüyü kırabilirsem bir daha böyle hissetmezmişim gibi geliyor.

Onun dışında yazacak pek bir şeyim yok sanırım. Pek tatsız tutsuzum. Bu akşam İstanbul'dan G. burada olacak. Onunla ve İ. ile dışarılarda dolaşılacak, içilecek, dansedilecek. Tek değişiklik G.'i görmek olacak.

Birkaç gündür deli gibi yemekteyim. Bunun bir sonu olmalı demiştim. Bugünmüş sonu.

Güne üstteki bu pek güzel album art'ın sahibi olan The American Analog Set dinleyerek başlamanın bir ayrıcalığı var sanki. Ne zaman onları dinlesem beni kimsenin ulaşamamış olduğu bir yere götürüyor bu grup. Epey güvenli bir yer orası. Kafa sakinliğiyle güne başlamak gibisi de yok. Tavsiye mavsiye, şuradan Punk as Fuck, Gone to Earth ve The Kindness of Strangers indirile.

Kitabıma dalayım ben.

Cuma, Kasım 07, 2008

Megapuss - Adam & Steve



Muzo bana bu şarkıyı bir ay öncesinden dinleyeyim diye tavsiye etmişti ve yollamıştı. Pek eğlenceliydi. Videosu çıkmışken herkes dinlesin istedim. Vi Lav Devendıra.

Bloglararası linkleşmeler ve oradan buradan

Bu hafta saat 11 gibi uyanmaların haftasıydı. Geceleri saat 3-4 gibi uyudum ve her gün itinayla aynı zamanlarda uyandım. Yoğun zamanların sonunda böyle bir hediye verildi bana.

Onun dışında arada buraya ben farkında olmadan verilen linkleri farkedip mutlu hissediyorum. Demek ki ben bilmeden buralar okunuyormuş diyorum. Bazıları da benim zaten farkedip, takip ettiklerim oluyor ki onlar beni daha da mutlu ediyorlar. Karşılıklı yapılan okuma eylemi zevkli bir şey.

Bunun dışında sağda arşivin altına bir kutu ekledim gelip de alakaız bir şeyler söylenilmek istenirse kullanılsın diye. İlkini de ben yazdım: "Hello world".

Pek bir şey söyleyesim yok bu aralar. Sanırım o yüzden kendimi okumaya verdim. Atlas Silkindi'ye devam etmekteyim. Belki arada oradan birkaç cümleye takılırım, buraya yazarım birkaç gün önce yaptığım gibi.

Dinlediklerime gelirsek, arada Crystal Castles dinliyorum. Kendimi sözlükten darkshine'ın grubun başlığı altındaki entrysinde yazdığı gibi "atari oynuyormuş gibi" hissediyorum. Liars dinliyorum yine. Arada da tabii ki pek sevdiğim Deerhunter'ın Microcastle'ını.

Bu kadarmış.

Perşembe, Kasım 06, 2008

Taze taze Glasgow post-rock simidi




Glasgow'daki post-rock fırınlarından çıkanlar pek leziz oluyor (ustaları kim tabii diyesi geliyor insanın.) Fire On the Horizon da bunlardan biri. Dinleyiniz:

Fire On the Horizon - Morella

Çarşamba, Kasım 05, 2008

Sıradan bir günü "cool" hale getirmenin yolu



Bu insanlarla bir röportaj beni bekliyor gibi görünmekte. Günümü bu haberden daha çok aydınlatabilecek başka ne olabilirdi ki?

Salı, Kasım 04, 2008

"... çünkü mutluluk, arınmanın en güçlü maddesiydi."

"İnsanların neden mutsuz olması gerektiğini hiçbir zaman anlayabilmiş değildi."

Ayn Rand, "Atlas Silkindi", sf. 33

Bu cümleyi okuyalı beş dakika bile geçmedi aslında. Ama tam da bunu destekleyecek türde "İnsan mutlu olmalı, acı çekmek, mutsuzluk insan uydurmasıdır. Yok aslında buna yol açabilecek bir neden." gibi cümleleri ne zaman mutsuzluğun kuyusuna düşsem duydum birilerinden. Buna göre her bu sözleri duyduğumda aklıma ilk gelen şeyin "Mutluluk varsa mutsuzluk da var. Saçmalık mutlu olma halini akıllı insana atfedilmiş bir özellik olarak görmek" gibi cümleler olmasına rağmen sadece gülümsedim büyük bir yılgınlıkla ve boşvermişlikle.

Tam bunlar aklımdan geçerken, insanların mutsuz olduğu zamanlarda "Ne yaptım ki bu mutsuzluğu hakedecek" gibi yakarışları geldi aklıma ve hemen ardından da mutluluk zamanlarında neden önceden bu mutluluğu hakedecek ne yaptıklarını sorgulamadıklarına takıldım. Kimseden duymadım "Bu mutluluğu hakedecek ne yaptım ben" gibi cümleler ben. Ya herkes bunu zaten default olarak hakedecek kadar kendilerini erdemli, iyi veya doğru kabul ediyor ve bu mutlulukla ödüllendirilmek onlara doğal geliyor ve fakat iş mutsuzluğa geldiğinde bu doğruluklarına rağmen nasıl mutsuzlukla cezalandırıldıklarını soruyor büyük bir şaşkınlıkla; ya da kimse mutluluk anlarında bunu hakedip haketmediğini sorgulayacak kadar cesaretli değil. Hani dünyanın en zengini olup da "sefaletin sebebi nedir" diye adam tutup araştırtmaya benzer bir abukluk içinde bulunmamak için... Sonra depresyondayken fütursuzca orada burada "Allahım neydi günahım" deriz sanki sevaplarımızı da öfori krizlerimizde sorgularmışız gibi.

İnsan ilginç bir yaratık.

Liars@Pitchfork.tv

Bugün buralar hep video olacak gibi bir his var içimde. Bu grubu izlemek istiyorum meslea ki ben pek konser seven biri değilimdir. Konser için popomu kaldıracaksam değmeli ki Liars buna değecektir diye düşünüyorum.

Natalie Portman & Rashida Jones on Global Financial Crisis

Bunun bir de farklı bir versiyonu da varmış...

See more Natalie Portman videos at Funny or Die

"So, do the right thing America"

Günümün eğlencesi oldu bu video.

See more Natalie Portman videos at Funny or Die

Pazartesi, Kasım 03, 2008

There's Me and There's You


Pek sevdiğimiz müzik dehası Matthew Herbert, kocaman grubuyla "The Matthew Herbert Big Band" olarak yeni bir albüm yapmış, adını da There's Me and There's You koymuş. Bir de eğlenceli ve pek bir didaktik album art'ları var. Ona bir bakın dikkatlice ve sonra da tüm albümü last.fm'den dinleyin ben gelene kadar zira ben öyle yapacağım bugün.

Pazar, Kasım 02, 2008

"Little Bit"

Bu sabah saat 08:30'da çalacaktı telefonumun alarmı ve fekat o alarm çalmadan beş dakika önce Muzo Bey aradı ve bana Lykke Li dinletti gözümü açar açmaz. Zaman farkları arada işe yarıyormuş diye düşündüm sonra. Sonra hep işe yarıyor aslında ama kullanmasını bilen için öyle dedim sonra. Velhasıl türlü salak mesajlardan sonra Muzaffer bana bir şarkı daha dinletti ki ona da "salağım ben" şeklinde mesajımdan sonra ":)" mesajına karşılık "confirmation message received" diyordum ki üşendim. Sonra yatakta bir süre yatarken güzel şeyler düşündüm. Little Bit iyi geliyormuş sabahlaı, aklınızda olsun.

Sonra keyifle üzerime güzel bir şeyler giyindim. Yola koyuldum. Dersime girdim. Bitti 01:30'da. Eve gelene kadar saat üç olmuştu. Eve geldiğimde Paul'un benle oynamak için yaptığı salaklıklara dayanamayıp, elime aldığım saçak türü ne varsa Paul'u biraz hareketlendirdim. Eğlendik beraber. Sonra Reset için yazmam gereken iki yazı vardı. Birisi Parenthetical Girls idi, diğeri ise Fujiya & Miyagi.

Parenthetical Girls'ü bir sene önce last.fm'de gezinirken keşfetmiştim. Pek hoşuma gitmişti albümleri. İlginç sözlere sahipler. Bir kere hayatımda onlar gibi söz yazan başka bir grup tanımıyorum. Hani sözler çok abstrakt olur anlaşılmaz ama sevilir, bazı MOgwai ve Radiohead şarkıları gibi arada. Veya tamamen aşk meşk üzerine olur şarkılar. Veya havadan sudan, veya işte kavramlardan bahseder durur şarkılar. Ama bu adamların şarkıları masif olarak ergenlik cinselliği, ahlaki yaptırımlar ve kadın erkek rolleri gibi konular. Kendilerini tamamen cinsiyet temasına kaptırmış bunlarla ilgili şarkılar yapan bildiğim tek grup anırım. Ve öyle güzel kelimeler seçiyorlar ki bunu yaparken, anlıyorsunuz öylesine rastgele yapılmazdığını hiçbir şeyin. Bir de kendileri daha bir orkestral bir yapıyı benimsemişler. İlginç coşkulu bir hal amış müzikleri üç tane birden fazla enstrüman çalan müzik insanlarını da gruba dahil edince. Artık daha efendi gibi giyiniyorlar öyle eskisi gibi saçları başları dağınık değil. Dışarıdan pek bir efendiler içleri ise aynı. Entanglements adlı son albümleri tavsiye etmelik tam.

Fujiya & Miyagi ise 2007'nin yaz başında bana tanıtılan bir gruptu. Hemen ısınıvermiştim. Hatta o kadar ki şimdi grup Last.fm'deki tüm zamanlar listelemde ilk onda yer alıyor. O fısıltılı ritmleri çok sevmiştim. Transparent Things ne zaman canım sıkılsa sarıldığım birkaç albümden biriydi bu sene boyunca. Listede ilk onun içinde yer alabildiğine göre düşünün ne kadar sıkılmış canım artık...

Neyse, bu adamların ki dört kişiler bunlar, Lightbulbs adlı son albümü epeyce sevimsizdi. Knickerbocker'la ilgili hemen dinler dinlemez bir yorum yapmıştım zaten pek vasat bulduğuma dair ilk single olan bu şarkıyı. Tüm albümün öözetiymiş meğerse o şarkı. O kadar sevdiğim Transparent Things'ten sonra böylesi bir hayalkırıklığı yarattığı için Fujiya & Miyagi'yi kınadım durdum yazımda da. Kın Kın Kın!

Şimdiyse sıkıcı Pazar günüme bir adet Fuji elmayla devam ediyorum. Cidden elma yiyorum. Bunu da burda yazacak kadar sıkıcıyım, evet.

Dün gece Frank Sinatra gecesiydi. Pek güzeldi sonrası biraz sıkıcılaşsa da. Sonra konuşuruz. Bai.

"I've been told that this will heal given time"

Hala üşüyorum. Titriyorum hatta üşümekten. Broken Heart denen Spiritualized'ın aşağılık şarkısını bir senedir dinliyorum. Koca bir bir sene! Hiçbir şey değişmedi. Hala üşüyorum.

Delice Glissando dinlemekteyim bir de. Canım sıkıldıkça çerez gibi Grekken tüketiyorum. Az önce şarkıyı değiştireyim dedim. Demeseymişim keşke... Broken Heart'ı açtım işte. Sonunda bu hale geldim. Bazen çok anlamsız işler yapabiliyorum ben.

Ha bir de, başlıktaki cümle yalan. Sakın inanmayın. Hiçbir şey değişmiyor. Değişir tabii belki; o da ömür yeterse veya hafıza silinirse.

Nefret hissini hayatıma sokan şeylerin hepsi için kocaman belalar okumaktayım. Umut ediyorum ki hepsi birer birer tutar.

Amin.