ma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Mart 12, 2009

Rizmafor

"yapılmamışı yapmaksa zaten esas olan
intihar bile edemeyeceğimdir o zaman"

ma


Kendisi bu nihilizm marketing'i yapılsa slogan olarak seçilecek şu iki satırı iki saniye içinde uydurmuş ve bana iletmiş ve hatta hem sözlüğe hem de bloga koymamı istediğini bana hissettiren mesajlar yollamıştır -ki kendisi "yok canım öyle hissettirmeye çalışmadım" diyebilir de. Üzerine bir şey demeye gerek yok zira

"üzerine her şey söylenmişse bu sözlerin
ne anlamı var debelenmenin"

deyip susup kenara çekiliyorum. Ayrıca İstanbul'u ahlak kenti yapmayı hedefleyen Saadet Partisi hedelerinin bir kanalda şu anda yaptıkları dans şovunu izlerken beni daha çok eğlendirebilecek başka bir şey olmadığından, hem kendi hem de burayı okuyan birkaç kişinin sağlığı ve güvenliği için susayım.

Cuma, Eylül 19, 2008

"To shut yourself up is the hugest crime of them all"

Nedense bu aralar pek yazmıyorum. Sanırım yoğunluktan ama tam olarak bu da değil herhalde. O yoğunluklardan ötürü sürekli ertelenen düşünceler içine ancak yatağa uzandığımda girebiliyorum ve bu da ancak uyumadan 15 dakika önce olduğu için, hiçbir düşünce sonlandırılamıyor veya çözülemiyor.

Bu hafta neler oldu diye düşününce, Ma geldi tek değişiklik olarak. Geç saatlere kadar oturuldu, yarasalardan bahsedildi. Nada'daki grubun Come As You Are yorumuna bol bol bok attı kendisi. Güldük. En son kendisini uyandırmaya çalıştım ama uyanmayınca artık işe gitmeye karar verdim ve kendisine istediği zaman uyanıp çıkabileceğini söyledim. Akşam geldiğimde beklediğim gibi yoktu. Ha evet bir de artık kendisinden bana kalan bir paket Pink Elephant'ım var.

İşle dolu bir haftasonu beni bekliyor ama bugün güzeldi. En azından 30 Ağustos'tan beri ilk kez evden çıkmadığım bir gün yaşadım. Çok ilginçti. Ama özel ders verdiğim öğrencim geldi ve işe devam ettim. En azından kendi evimdeydim ama. Arada öğrencimin beyni sulandığı vakitlerde müzikler açtım, kendisini dinlendirdim.

Bu aralar Ankara'nın havası çok güzel. Sabahları üzerime nispeten daha kalın şeyler alıyorum. En azından sabah ve akşam serinliklerini kesebilecek şeyler... Tam sevdiğim havalara giriş yaptığımız günlerdeyiz. İstanbul'a gitme isteğim gitgide artıyor. Bu duruma en kısa zamanda bir çare bulmak istiyorum ama "Nereye divina hanım, nereyeee?!" diyorum. Bu kadar ders dururken nereye hakkaten?

Bazen de her şeyi burada bırakıp çok absurd bir yere gideyim diyorum. Bu bu hafta en sık aklıma düşen fikirlerden biriydi. Ama öyle haftasonu falan değil, temelli bir gidiş bu. Aklımdaki çözülmemiş zımbırtıarı bile gülerek ve heyecanla kendiliğinden bana unutturacak bir yerlere. Arada da All is Full of Love dinliyorum. Sözlerine bu kadar zamandır nasıl bu kadar kayıtsız kalmışım diye şaşkınlıklar geçiriyorum. Sonra bazen küsüp, sevmediğimi söylediğim ne varsa hayatıma dahil edeyim, onlarla barışayım diyorum. Ama bazı şeyleri içim kaldırmıyor. Duruyorum o anda. Zorlamak istemiyorum kendimi. İyi yapıyorum.

Flaş Flaş Flaş!!! The Walkmen 2008 Eylül'üme damgasını vuran grup oldu bir de!

Son zamanlarda her post'ta bunu sayıklıyorum evet ama elimde değil. Kendilerinden başka bir şey dinleyesim yok. Açıp dinliyorum sürekli öyle. Bir de Fujiya & Miyagi dinliyorum aralarda da. Eski albümlerini daha çok seviyorum onların da. Birisi çok şaşırmıştı bir ara Last.fm'deki overall listemde ilk onda onları görünce. Ben hiç şaşırmıyorum.

Dün gece Hartfield adında Japonya'dan bir grupla tanıştırdım kendimi. Grubun elemanlarının Terazi burcu olduğundan mıdır artık bilmiyorum ama L.I.B.R.A adında bir albümleri var. Ben bir albüm yapsam kendi burcumu isim olarak seçmezdim herhalde ama çok da güzellermiş. Shoegaze seviyorum evet, bu grup da tam sevebileceğim türden. Geçen sene Ulrich Schnauss'un Look At The Sky'ına benzer şarkıları var. Hatta pek çok sevdiğim, Asobi Seksu'ya da epey bir benzerlik göstermekteler. Yine gitarlarla örülü, sivri uçları törpülenmiş bir müzik tabii ki. Shoegaze olunca başka türlüsü olmuyor çünkü. Dreampop denen şeyin güzelliği, bahar aylarına yakışması gibi bir gerçek var. Kabul etmek lazım. Myspace sayfaları'na bakmak lazım. Bakın o zaman.

Bir de Pneumonia denen şarkının güzelliğini yeni yeni keşfediyorum. Utanıyorum bundan da. Bir seneyi mi aldı diye sorabilirsiniz ama şarkı öyle anlarıma denk geliyor ki, su seslerinin arasından fısır fısır kendisinin "get over the sorrow girl, the world is always going to be made of this, you can trust in it unless you breathe in bravely" dediğini duyunca silkiniyorum "Sen kork Pnömokok!" diyorum ama bir yerlerde bir alakasızlık seziyorum. Olsun ama düşen omuzlarım dikleşiyor. En azından korkaklığımı bir an olsun defediyorum. Gittikçe susan bir insan haline gelmiş olmaktan utanıyorum, sıkılıyorum. Sonra da diyor ki o yine "understand so clearly, to shut yourself up is the hugest crime of them all". Kendi içsel ülkemin İçişleri Bakanı atadığım Björk'ü Dışişleri'ne geçirsem daha mı başarılı bir seçim yapmış olurum acaba diye düşünüp duruyorum. Sanırım tüm kabineyi elden geçirmek gerek diyor; işe şimdiden başlıyorum.

Pazartesi, Eylül 15, 2008

"DVNO, four capital letters"

Geçen haftanın bir gelişmesi de, Reset Magazin adlı oluşumda yazmaya başlamamdı sanırım. Ama hhaftasonunun yoğunluğu içinde arada kaynayıp gitmiş. İlk yazımı Mogwai - The Hawk Is Howling üzerine yazdım. Bu hafta başka bir yazıyı daha yollamam lazım. Hazır zaten, sadece birkaç gün daha bekletip, içim rahat etsin istiyorum. İsteyen gidip bakabilir buradan.

Yine The Walkmen ve Justice ile kulaklarımı beslediğim bir akşam geçirdim. Yarına belki Ma gelecek. Pink Elephant'larımı da getirecek umudediyorum ki. Bu hafta yine yoğun ama o gelirse daha eğlenceli geçeceğe benziyor. Hatta aynen bu arkı ve klibi gibi keyifli zamanlar geçirmeyi umuyorum. Çok şey umuyorum. Hmm...

Pazartesi, Eylül 08, 2008

"And my heart’s in the strangest place..."

Geçen yazdığım posttan sonra hiçbir şey yazasım gelmedi.

Cuma gecesi bir anda beliren dışarı çıkma fikri, beni D.'ya yönlendirdi tabii. İtalya'dan geldiğinden beri görüşmemiştik ki bir hafta önce onun alerjik durumları yüzünden ertelemiştik Cuma gecesi eğlencemizi. Velhasıl yine malum yerler, malum insanlar... Ne zamandır Minna'sa gitmiyordum. Son iki haftadır tekrardan gider oldum. Canım şarkı söylemek istiyor tabii kış aylarına yaklaşırken. Gidip bir saat içinde üç şarkı söyleyip, dönüyoruz genelde asıl gitmek istediğimiz yere. Bu sefer gittiğimde tanımadığım herkes neredesin diye sordu yine. Önceki gidişimde de aynısı olmuştu. Hatta bir buçuk hafta önce anne-babam buraya geldiğinde babam bir arkadaşının beni Minna'sta gördüğünü söyledi. Epey ünlüyüm Minna's insanları arasında diye düşünmeye başlamam çok da abuk gelmiyor artık.

Oradan her zamanki bir başka mekanımıza geçtiğimizde ki söylemeye bile gereksinim duymuyorum adını, daha dakikasında en olmadık insanları çektik etrafımıza. Onlarla eğlenmeye başladık ki, taa liseden bir arkadaşıma rastladım. Birbirimize baktık, gülümsedk, konuşmaya başladık. Eğlendik ettik işte kısacası. Oradan absurd bir eve dönüş hikayesi yaşadık ki burada değinmeye bile gerek görmüyorum. Sonra bir saate yakın süre boyunca bana kız arkadaşından bahsedip de sonra benden çok hoşlandığını söyleyen bir adama yaptığı şeyin ne kadar anlamsız olduğundan bahsettim. Trkçe'yi iyi kullanan ve ağzı iyi laf yapan bir insanmış kendisi. Bir yandan benim dediklerime hak veriyordu bir yandan da aynı şeyleri söyleeye devam ediyordu. Kafasının karışık olduğunu ve beni araması için tek bir sebep olmadığını söyleyip, telefonumu kendisine vermeden eve dönünce anlamıştır diye düşünüyorum yaptığını.

Sonrasında ise ölü gibi göründüğüm bir Cumartesi ve on saatlik uykudan sonra -ki bu benim için çok çok çoooook uzun bir süre evet, Pazar günü koşturmasını da atlattıktan sonra, bugün saat 6'dan sonrasını kendime ayırdım. Sakin sakin odamda oturdum, güzel müzikler dinledim. Flica diye Malezya'lı bir grup vardı geçende bahsettiğim japon mixtape'inden gördüğüm. Onların albümünü dinledim ve hatta hala dinliyorum. Siz de dinleyin onları. Mùm seviyorsanız özellikle...

Bugünse merdivenlerden çıkarken Pink Elephant'ımı bana yollasa keşke diye içimden geçirdiğim Ma'nın buraya geleceğini öğrendim; mutlu oldum hatta. Ne zamandır görüşmekten bahsedip, bunu bir türlü yapamıyorduk. Bakalım.

Yine çok yoğun geçecek olan bu haftayı atlatmayı diliyorum. Kulağımda muhtemelen çok sevdiğim The Walkmen albümü You & Me olacak. Arada Mogwai dinleyeceğim kendimi çökmüş hissettiğimde. Ha bir de bugün, bu aralar farkında olmadan sürekli dinlemiş olduğum Leaves adlı İzlandik grubu hakikaten de seviyor olduğumu farkettim. The Angela Test diye bir albümleri var. Arayan bulur diye düşünüyorum. Bulamayan da bana ulaşsın yeter.

Ayrıca son olarak bu aralar kafamı işten kaldırdığımda, bir adet mixtape yapmayı planlıyorum zira sözkonusu mixtape beni epece heveslendirdi. Güzel bir hadise bu. Bu zamana kadar kimseye yapmamış olduğumu farkettiğim bir şey ayrıca. O yüzden ben birilerine özenerek böye bir şey yapmadan herkesin dinleyebileceği bir şey yapmalıyım ki mixtape denen güzel hadiseye de kötü ve saçma etiketler yapıştırmayayım zira her en sevdiğim şeyi yoketmeye, elimden kaçırmaya eğilimliyim. Hatta öyle ki nerede buharlaşacak şey var onu seviyorum, ona özeniyorum. O halde bekleyiniz ve hatta sözümü tutmazsam da dürtünüz oradan buradan.

İyi geceler!

Cumartesi, Ağustos 30, 2008

The Precipice

Korkuyorum birçok şeyden. Olasılıklardan... Oldukları zaman kendimi kaybetmekten. Olduklarında ne yapacağımı bilememekten. Olduklarında delice mutlu olmaktan veya olamamaktan.

Tüm gece eğlenirken bir yandan da insanların çift olarak uyumlu görünmeleri gerektiğine ve bu uyumla birlikte gelen belli bir seviyede cool görünmeye ihtiyacı olduğuna kanaat getirdim. Düzgün cümle kuramamaktayım zira şu anda başım dönüyor ama yine de korktuğumu hissedecek kadar kendimdeyim. Mogwai sağolsun, soğuk duş etkisi görebiliyor bazen. Günde iki kez dinlediğimde son albümü, iki kez duş almış gibi hisedebiliyorum mesela. Soğuk bir duştan sonraki sulu sepken halime dönüşebiliyorum bazen.

Sonra übercool yaratık var bir tane. Kendisi Nada civarlarında benim gibi oradan oraya zıplamakta. Ama übercool Devendra tabii. He's the property of D. ve bugün kendisi benden birkaç kez bir şeyler isteyip, benimle çok kez göz göze geldi. Hatta ne zaman baksam bir şekilde bana bakar haldeydi. Daha çok korkar hale gelirim sanıyordum böyle durumlarda ama beni korkutan şeyler daha farklı şeyler. Saçmalamayayım bu halimle daha fazla.

Bazen kendi içimde bulunduğum durumdan soyutlanıp başka birinin ruh halini anlamak, satıraralarında saklanmış olan defektlerini bulmak o kadar zorlaşıyor ki kimseyle tek kelime konuşmayayım istiyorum çünkü konuşmak o insanla kendini bütünleştirmek demek benim için. O yüzden zamanında birkaç ay boyunca hiç gitmediğim yerlerde dolaşmışım gibi hissetmişliğim bile oldu. Sonra hiç gitmediğim bir yere karşı sevimsiz hislerle kalakaldım gerçi. O orada yaşarken ben de onunla yaşıyordum. O bütünleşmişlik hissi ne kadar güzelse aynı oranda korkutucu işte. Şimdi istemiyorum öyle korkunç şeyler. Dolabımdan Monsters Inc. yaratıkları fırlamasın. Herşey son zamanlardaki saçmalığı, gözden çıkarılmışlığı, umursanmamışlığı ile devam etsin. Taa ki artık merdivenden inerken dinlenen ve saçma sapan dansedilen Getting jiggy with it gibi gerizekalı şarkıların karmasını temizleme ihtiyacı hissetmeyene kadar.

We Can Have It dinlerken Cardinal Melon'uma buz kırmaya çalıştığım ve şarkıyı gülümseyerek dinlediğim o günkü kadar sıradan bir hayat diliyorum kendime. Öyle büyük heyecanlar ve saçma sapan, sonradan oramı buramı incitecek ve hatta tabiri caizse ağzıma sıçacak hisler içinde kalmayayım yeter ki. We Can Have It denen şarkıyı hayatıma sokan sayın Ma... Size sesleniyorum. İçime yerleştirdiğiniz gibi çıkarınız şu şarkıyı hayatımdan zira ölebilirim kan kaybından.

İyi geceler.

Pazar, Ağustos 24, 2008

"What happened to you"

Son zamanlarda dinlediğim en güzel albümü dinlemekteyim. Henüz tüm şarkılar bitmedi ama dinlediğim kadarıyla The Walkmen'in You & Me'si çok güzel. Bir yandan gürültülü ve fekat anlamadığım bir şekilde de sakin bir albüm. Vokal Hamilton Leithauser'in sesi ara ara sözlükte de birkaç kişinin söylediği gibi Paul Banks ama bana göre daha ziyade Liam Gallagher'a yakınsıyor. New York'tan çıkma bir grup olarak İngiltere'den çıkan bir soundları varmış. Dinleyiniz bu albümü mutlaka ve The Blue Route'a dikkat ediniz zira kendisi ilk anda albümün en sevdiğim şarkısı olmakla beraber, şu anda bitiriyor olduğum bu paragrafın ve bu yazıya başlamamın sebebidir

Bu sabah Meso Meso albümü bulundu. Bir önceki post'un yorumlarında sevgili ma bey bana Romanya'lardan at(a)madığı kartpostal yerine araştırıp ekleyivermiş ve beni çok mutlu etmiş. Onu da dinleyiniz. Buradan bir kez daha teşekkür ediyorum kendisine şu anda cnbce'de filmini izlerken o sakin sakin.

Yine eskiden görüşüp de bir süredir görmediğim insanlardan biri olan B. tam da "Ne yapsam acaba az sonra?" diye kendime sorduğum anda aradı beni akşama doğru. Beraber Tribeca'da bir yemek yedikten ve bol bol konuştuktan sonra eve döndüm. Dünkü hastalığım ara ara beni yoklasa ve menapoz teyzeler gibi bir anlık terlemelerle "ben buradayım, hiçbir yere gitmedim" dese de sabah kalktığımdan beri yoğun bir halde hissettiğim mutluluk ve bulunduğu yerden ve andan memnun halim bozulmadı. Sabah sabah dışarı çıktığımda, havadaki dinginlik ve bizim mahallede balkonda oturup, kahvesini içerken gazete okuyan 50li yaşlarındaki teyze kendimi nedense çoluk çocuk ve had safhada aktif kitlenin öğleye kadar uyuduğu bir tatil yerinde, sabah erkenden kalkıp 7-8 gibi denizde günün ilk yüzme seansını tamamlayıp, huzurluca balkonlarında kahvaltı keyfi yapabilen insanların hissiyatına soktu. Bu hisler içinde olmamın nedenleri içinde, dün 12 saat uyumuş bir insan olarak bugüne başlamamın etkisi sandığımdan daha büyük olabilir. Sistemimden kendiliğinden atılmış olanların yoklukları sayesinde beni mutlu edebilmeleri ise en az 12 saat uyuyabilmiş olmam kadar ilginç bir neden tabii.

Bir de artık spora da bir süredir gitmeyen bir insan olarak, bunun yerini tutacak bir şeylerin hayatımda varolması gerekliliğinin farkındalığıyla hareket etme vaktim gelmiş. Bunu anlayabilmem bile gerçek bir mucize olabilir. İnsan bekleyince ve kendini zaman içinde marine edince, "won't" ile kurulmuş inat ve "be going to" ile kurulmuş niyet cümlelerinin anlamsızlığı karanlıkta parlayıp yolunu aydınlatıyor ve çıkış yolu daha çabuk bulunabiliyor. Çabuk olmasa da yavaş yavaş ama daha emin ve sindirerek... Sadece bekleyebilecek kadar bilincini korumak, kendi saçmalıklarının tuzaklarına, pes edişlerine kendini kaptırmamak gerekiyor. "Time will ease your pain" anlamı olan tek tük kendiliğinden gerçekleşecek olana dair kesin yargılardan biriymiş aslında; o görülüyor ve iyi oluyor!

Cuma, Ağustos 15, 2008

We can't have it and I don't give a shit! Yay!

Son birkaç günde neler oldu diye sorulursa, buraya yolladığım yazılardaki müzikler dışında, L. buradaydı. Bende kaldı ve çok eğlendik. O kadar eğlendik ki artık koca bir dosya dolusu kimsenin görmesini istemediğimiz vukuatımız var. Neyse ki saklamayı iyi biliyoruz. Bununla beraber, L.'in gözlerinin bu kadar parladığı bir an görmemiştim kendisinin "Ne içelim" sorusunu sorarkenki halindeki gibi. Beraber Kieslowski'nin geçen seneden beri odamda sürünen "A Short Film About Love"ını izledik. Her şeyin bir anda nasıl tersine çevrildiğinin tanığı olduk. Tutku denen şeyin aşkın mayası gibi bir şey olduğunu anladık (en azından ben anladım ki inanmayın anladım dediğime, anlam veremiyorum aşk meşk işlerine hala) tutkusuz hiçbir işe girişemememin ne kadar ömre ömür katıcı ve ömürden ömür götürücü bir şey olduğunu hatırladım. O günün sabahında ise kalkıp güzel bir kahvaltı ve sonrasında orada burada konuşarak gezinme turlarımızı da sonlandırdıktan sonra ben veterinerde olan Paul'u ziyarete gittim. Ayağı kırıldıktan sonra ilk kez elime alınca mırlamaya başladı. O sırada dünyanın en mutlu insanı oldum ki zaten bir gün önce de sargıları açılmıştı.

Paul'un iyileştiği o gün yani bu üç gün öncesine denk geliyor, buralara kısacık bir yazı iliştirdim diye hatırlıyorum ki o yazının dedikleri hala geçerli. Hayatımda ilk kez bu kadar sağlıklı olduğumu hissederken bir yanım da aslında belli şeylere sağlıklı tepkiler vermiyor ama sakin kalıyor. Bu iyi bir şey. Son iki haftada öğrendim ki kırılan kemiklerin kaynaması kadar mucizevi bir şey yokmuş.

Sonra dün tüm günü ve geceyi de Ayça'yla geçirdik. Zevkle gecenin bir yarısı ayaklarımızda sandaletler üstümüzde ev içi kıyafetlerle sanki yazlık marketine giden insanlar gibi içki almaya çıktık. Cardinal Melon'la başladık geceye zaten. Ben Ayça'yı Broken Heart'ımla komaya sokmayı amaçlarken, bir yandan müziği dinleyip, bir yandan buzları bardaklara koymaya çalışıp bir yandan da sanki 7-8 ay önce dinlerken komaya giren insan ben değilmişim gibi sözleri mırıldandım. Sonra bu duruma ayıktığımda çok şaşırdım. Gurur bile duydum kendimle. Sonra oradan buradan derken benim tam anlamıyla "sap" gibi olduğu söylenen yazılarımdan, onun yazılarımın "sap" gibi olduğunu söyleyen tanıdığından bahsettik. Üstüne kahkahalarla güldük. We Can Have It adlı aşağılık (!) şarkının sonunu bile eğlenceli kılan yorumlar yaptı Ayça. Kendisinin sırf bu yüzden hastasıyım. Ve son olaak evet "O benim kardeşim bir kere." olmuşuz biz dedik ve mutlu olduk. Akşam Ma Bey'le de biraz konuşmayı ihmal etmedik neredeyse her gece olduğu gibi.

Bugünse D. ise dışarı çıkıp, o İtalya'ya gitmeden önce alınacak olanları alma günüydü. Taa hafta başından sözleşmiştik. Çıktık ama alışverişe başlayan ben oldum ve evden çıkmadan önce Ma'nın yolladığı videonun dediklerinin aksine aışveriş yaptım. Ama kötü ve sağlıksız bir alışveriş değildi. Gayet şık ve eğlenceli kıyafetler, bir çift ayakkabı ve çok sevimli bir çanta ile günü tamamladım. D.'ya da benim aldıklarımdan aldık ve farklı şeyler de aldık ki bu ilginç bir gelişmeydi zira onun mor sevgisi dışında bütün zevklerimiz birebir tuttuğundan genelde kasaya çifter çifter gidiyorduk bugüne kadar.

Her neyse, oradan dönüşte Paul'u artık evine taşıdım. Şimdi uslu uslu oturuyor. Delice mırıldıyor. Yarına dikişlerinin alınmasını bekliyoruz. Kafasındaki huniyi yalıyor kendini yalıyormuşçasına. Paul ile eşzamanlı iyileşmek, bu eşzamanlılığın başka bir zaman çakışmasına denk düşmüş olmasının verdiği şaşkınlıkla birlikte beni epeyce mutlu etti. Artık "sap" yazılar yazmayacağım. Kendini "sap" gibi hissetmeyenler okumasın zaten yazdıklarımı. Keşke önceden hatırlatsaydım gerekli insanlara zira bazılar düşünemeyebiliyormuş (içses: ahahhaha).

Bu kadar.

Ha unutmadan M. sağolsun; Villeneuve dinleyin!