Cuma, Şubat 27, 2009

sinirstres




Çooooooooooooooook sinirliyim.

Çarşamba, Şubat 25, 2009

"Oh, it's such a perfect day!"

Gözyaşlarını doğru anlara saklamak en mantıklısı. O doğru anların mutluluk içerenlerini hemen olmasını, acı içerenlerinin ise hiç gerçekleşmemesini diliyorum şu andan itibaren tüm kalbimle. Az önce aldığım haberle hayatım boyunca anlamsız şeyer için üzülmelerim geldi aklıma da, baya bir küfrettim kendime. Gerizekalıyım.

Bazen hayal mayal kuramayacak kadar yaşamın içine gömüldüğün anlar olur ya. Sanırım o insanın yaşarken öldüğü zamanlar oluyor. Bu cümleyi yazarken mesela aklıma Trainspotting'den bir sahne gözümün önünde canlandı. Hatta anlatmayayım, teknolojinin güzelliklerinden faydalanıp yutub'tan filmin o kısmını buraya iliştireyim.



İşte tam böyle bir şey olmalı hayallere dalamamak ve gerçekliğin içinde kıvrandıkça kıvranmak. Hatta o kadar çok kıvranmak ki, artık hareket etsen de bunun bilincinde olmayacak kadar acıdan uyuşmak. Gerçi Trainspotting'te gerçeklerden kaçmak için böyle bir noktaya geliniyor belki de ama sanırım kaçsan da her taraf gerçeklik zaten... En azından ben böyle düşündüğüm için hayatım boyunca gerçek dışında başka bir şeyin beni bu noktaya getiremeyeceğini bilip, bu gibi şeyler denemeye kalkmamış olabilirim.

Her neyse... Aldığım haberden sonra böyle hissettiğimi buraya kaydedeyim dedim sadece. Salı'ya kadar vakit nasıl geçer bilmiyorum ama elimde olsa ve işe yarayacağını bilsem o zamana kadar yaşamımı dondurmayı ve 1 hafta boyunca yaşarken harcayacağım tüm enerjiyi G.'ya vermek isterim.

Bok. Ama bu sefer çok sinirli.

Salı, Şubat 24, 2009

Böbiler Örg

Gece gece aklıma geldi bobiler de girdim baktım ve eğlendim tam amacıma uygun olarak. En güzelleri:



Pazartesi, Şubat 23, 2009

nonimusA

"Bazen böyle bu zamana dek tükettiğim her şeyin kolajı olduğumu düşünüyorum, nasıl sinir oluyorum. Anonim bir varlık hahaha"

gibi bir cümle.

Kın kın kınamak

Sevgili imecin ruum ve sakinleri,

Google'ın iyice terbiyesizleştiğini bildirmek için şu an bu yazıyı yazmaktayım. Arama kutusuna Skalpel yazınca bana suggestion olarak ilk sırada "skalpel rapidshare Suggestions" dedi.

Aferin dedim ben de. Kınadım oturduğum yerden. Korsana hayır.

Pazar, Şubat 22, 2009

"On days like today, you have no words"



Şimdi ben bu albüme ayrı, albüm kapağındaki resme ayrı aşık oldum. Album art'a neden aşık oldun diye soracak olursanız, tam da Weird Fishes dinleyerek kendimi hasta etmeye başladığım bir ara, kendimi okyanusun dibinde bulduğum -ki dikkatli okuyucu hatırlamalı o şarkı için ne yazdığımı- ve oralara inerken "I'd be crazy not to follow you tabii ki canım" diye saf saf atıp tuttuğum zamanlardan farklı çıkış yollarının da olduğunu göstermek istemiş Mono. Yani Mono burada bana seslenmiş, hepiniz dağılabilirsiniz. Zaten tüm albüm de "Winter Songs" temalı: Pure as Snow (Trails of Winter Storm) -ki en güzel şarkıları bence bu albümdeki- ve Ashes in the Snow falan... Tam kulağa takıp kış uykusuna yatmalık.

Onun dışında bu hafta Perşembe, Cuma ve Cumartesi günlerimi Cepa'da film izleyerek geçirmeyi planlıyorum; malum !f var. Bir şeyler listeledim ve sürekli değişiyor o liste ama bakalım sonunda hangi filmleri görmeye gideceğim, merak içerisindeyim. Tam da film izlemeye yeniden başlamışken pek keyifli geliyor kulağıma, şu anda bu hafta.

Dün hiç hesapta yokken alışveriş yaptım. Hatta bir arkadaşıma birkaç gün önce "bana yaklaşma bu gece pek bir evil'ım dedim" tam da buraya öyle olduğumu belirten bir yazı yazmışken. Sonra dün tam alışverişimi bitirmiş eve gelmişken aynı arkadaşım tıkladı pencereme. Bu sefer alışveriş yapmış olmakla tüm evillığımı üzerimden attığımı söyledim ve mutlu mutlu iletiştik. Alışverişin gerçekten de benim için böyle bir etkisi var sanırım. Ya çok mutluyken yapıyorum; böyle aptal aptal etrafta kelebekler gibi sekerek geçirdiğim zamanlar çok geride kaldı ama hatırlıyorum da en son öyle bir dönem geçirdiğimde sürekli bir şeyler alıyordum kendime. Bir de tabii dünkü gibi kendimi içimdeki kötü niyetli ve had safhada zararlı hislerden arındırmak ve bunların kimseye bulaşmaması için kendimi alışverişe verdiğim zamanlar oluyor ki bu zamanlar senede birkaç kez uğruyorlar bana çeşitli sebeplerden dolayı. Bu sefer sebebini ben de anlamış değilim aslında. Ama aldığım şeylerin fiyatlarıyla hissettiğim zararlı his veya mutluluğun doğru orantılı bir ilişki içerisinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu seferki kötü niyet büyükmüş sanırım biraz.

Barzin çok güzel bir grupmuş. "Good songs, who needs them?" diyorlar Acoustic Guitar Phase'de. her seferinde "Ben işte ben" diyorum. Susuyorlar bir süreliğine ama amnezi hastaları kendileri sanırım. Durup durup aynı şeyi tekrarlıyorlar.

Ha bir de az önce kristensenn'e dediğim bir şeyi not alalım buraya ki yeri geldiğinde açıp gösterelim birine:

"Kelimeleri ve ellerini iyi kullanan insanları çok seviyorum." Ek olarak bir de yer yön algısı gelişmiş olunsun zira kaybolan insanlar karşısında tahammül eşiğim çok düşük. Ona göre.

Son olarak demek istiyorum ki:

"Now you should come
With your lovely face
That you keep locked away"

İçimden geldi ne yapayım?!

Cumartesi, Şubat 21, 2009

Bloglararası Saadet Zinciri

Sanırım böyle bir saadet zincirimsi bir durum var ortada ve sevgili divadeiwob bey burayı en sevdiği bloglar arasına yerleştirmiş, o halde ben de onun yaptığı gibi başkalarını seçeyim dedim:

7. http://brandonlysim.blogspot.com
6. http://travisandtylerdurden.blogspot.com
5. http://13melek.blogspot.com
4. http://bozukkaset.blogspot.com
3. http://kristensenn.blogspot.com
2. http://dinoaah.blogspot.com
1. http://limbo-pillow.blogspot.com

En sevmediğim yok demek istiyorum zira sevmediğim blogları takip etmediğim için yorum yapmak veya en kötü seçecek sebeplere sahip değilim.

Şimdi kahveme ve müziğime döneyim.

Cuma, Şubat 20, 2009

"Someday we'll make it I wont forget I wrote this song"

Dünden beri Barzin'in bu şarkısıyla yaşıyorum. Albümün adı Imagine Rooma'a yakışır halde: My Life in Rooms. Şarkının adı ise Acoustic Guitar Phase. Bana bu zamana kadar yaşamış olduğum, kendi kendime çaktırmadan beynimden kazıdığım bir anı hatırlatıyor. Yalnız olduğum bir anı... Neyse.... Dinleyin bu albümü, baştan sona. Özellikle de bu şarkıyı; itinayla.

Perşembe, Şubat 19, 2009

Evil Grin⚠

Kafamın birkaç dakika öncesi itibariyle çok kötü ve çok evil çalıştığı kayıtlara geçsin istiyorum. Epeyce evil çalışan bir aklımın olduğunu az önce kavradım ama az önce hangi örnekten kaynaklandı bu kavrayışım, onu hatırlayamıyorum. Kafam iyi ve normal arasında gidip gelirken, bunu burada deklare etmek istedim. Sonra bakıp bakıp gülerim belki zira normal halim hiç de böyle değil.Melek gibi bir insanımdır ben :)

Bu kadar.

Atoms for Peace & Just for Now

Evet, alakasız gelecek -çünkü "ne alaka" iki şarkı- ama şimdi dinlerken farkettim bunu: Atoms for Peace'te Thom Yorke'un sesini kullanışını Imogen Heap'e benzetenler elime mum diksin.



Parlovr - Pen to the Paper



Bayaaaa sevdim; bayaaaa...

Parlovr-Myspace

Çarşamba, Şubat 18, 2009

"and never again will my letters start sadly..."

B. dedi ki "Senin çeyizinde ne güzel şarkılar vardır". O anda Nick Cave'e rastladım onun deyimiyle "çeyizim"de :)

Bu şarkı ise bana Nick Cave sevmediğimi düşündüğüm ama sabırla seveceğim bir zamanı beklediğim zamanlardan bir sabahı hatırlattı. Dönüşümü dört gözle bekleyen İ. beni Ulusoy'dan almaya geldiğinde, arabaya biner binmez o an için özellikle yanına aldığını söylediği No More Shall We Part albümünü hemen açmıştı. Renklerden metalik gri, kokulardan is, havalardan soğuk, saatlerden sabah 7, aylardan Ocak, divina'lardan 2005'ti ve dolayısıyla kafasının içindekilerle kalbindekileri uyumlandırmaya çalıştığı o üç senenin tam ortasıydı. Sonra yavaş yavaş, sessiz sakin, dışarıyı izleyerek eve giderken bu adamı sevebilirim dedim ilk kez. Sonra birkaç şarkıyla aklımın bir köşesine saklayıp daha sonraki zamanlarda daha çok sevebilirim belki dedim.

Şu anda yine dinliyorum, hala seviyorum ama daha ilerde daha çok belki diyorum. Önceki söyleyişlerimden tek farkı daha az inandığım. Ama bu şarkı yok mu bu şarkı... Her seferinde heveslendiriyor beni delice. Sonra bir yerlerde bilmemkaçıncı şarkıda duruyorum. Keşke Nick Cave tek şarkı yapmış olsaydı diyorum... Belki kedimi sevdiğim kadar onu da sevebilirdim diyorum. Hakkını yiyorum biliyorum ama olmuyor sanırım. Neyse, lafı uzatmadan, az pişmiş bir And No More Shall We Part geliyor bu beyefendiden. Kimi'ciğim kulakların çınlasın!

All India Radio - Far Away



Bugün güzel bir gündü. Keyifliydi. Dışardaydım öğleden sonra. Güzel şeyler aldım kendime. Güzel kokular ve kıyafetler...

Sonra eve geldiğimde internete girilmediğini farkedip Turksat'ı aradım. Bölgesel sorunlar vs... O sırada aylardır elimde tutup da bir türlü yüklemeye fırsat bulamadığım -yalan tabii ne vakit bulamayacağım, üşendim basbaya- Office Mac'i buldum. Onu yükledim. Masaüstüm korkunç haldeydi; onu düzene soktum. İndirip indirip daha paketlerini açmadığım albümleri tek tek iTunes'a ekledim. O sırada B. ile telefonda !f'te hangi filmlere gidileceğini konuşuyorduk. Tam bilgisayarda yüklenecek ve düzenlenecek her şey bitmişti ki internet sorunum bir anda halloldu. Gmail notifier'ımın dıdınn sesini duydum. Güzel zamanlama diye içimden geçirdim.

Bu yukarıda gördüğünüz ve belki de şu anda izliyor olduğunuz grubu da bir yerlerden duyup albümlerini edinmişim. Üşenip de dinlemek için paketini açmadıklarımdandı. Sonra bir bakayım neymiş diye dinlemeye başladım az önce ve 2008'de çıkardıkları Fall adlı albümleri pek hoşuma gitti. Baktım All India Radio Leona Hanım'ın vokalleri ve grubun güzel müziği sayesinde tarafımdan daha çok dinlenecekler, neden buraya eklemiyorum dedim. İyi demişim.

Salı, Şubat 17, 2009

"You are the ever-living ghost of what once was..."



Eve gelirken başım çatlıyordu. Hala çatlıyor. Bilgisayarı açtım. Firefox'u da açıp günlük baktığım sitelerde gezinirken yanlışlıkla stumble'a bastım ve önüme bu çıktı. Şu anki halimi bu kadar iyi başka hiçbir şey betimleyemezdi sanırım. Tesadüfler de diğer şeyler gibi bazen iyi olabiliyor.

Bugün benim de link vermiş olduğum bir blogda Lost ile ilgili baya güzel bir olası teori okudum. Çok sevdim. Herkes okumasın istiyorum. Bulun artık kendiniz.

Evet, bugün çok uyuzum.

Tüm gün aklımda bir şarkı çaldı. Aklımda dönüp durarken, şarkıyı hiçbir yere çekiştiremedim istesem de. Ama ne zaman başlasa kulağımdan içeriye birisinin delice "Seni kimse benim sevdiğim kadar sevmeyecek" diye bağırıyordu - hala öyle. Sanırım grup bu şarkıyı bana bir şeyleri anlatmak için yazmış. E bu kadar beynime işlercesine bağırınca üzerine alınmamak mümkün değil. Size de bağırsınlar ama siz beni düşünün dinlerken. Belki günün birinde karşılaşırsak bir yerlerde ve beni tnaırsanız, kulağıma "No one's gonna love you" dersiniz. Ben de katılırım. Fikir birliği kaynaklı tanışmalar iyi oluyor.

band of horses - no one's gonna love you (live)

Aklımı tatile göndermek istiyorum, vücudum hala işler halde nasılsa.

Sıkıcıyım da ayrıca.

Öyle işte ya amaaan...

Pazar, Şubat 15, 2009

We Have Decided Not To Die



Bu kısa filmin yazarı ve yönetmeni Daniel Askill UNKLE, Placebo ve Digitalism videoları çeken bir insanmış; ben de bu videoyu gördüğüm yerin yalancısıyım. Başlıktaki isme sahip olan kısa videosunu görüp izledikten sonra alelacele sanki çok da önemli bir şeymiş gibi buraya iliştirmek istedim bu videoyu ve dolayısıyla daha da etraflıca bir araştırma yapamadım Askill ile ilgili.

We Have Decided Not To Die aslında Birth, Between ve Rebirth parçalarına ayrılmış bir üçleme. Tam da isminden anlaşılacağı üzere bir tür yaşama ve hayatta kalma pratiği sunuyor izleyenine. Zamandan ve mekandan bağımsız bir şekilde hareket eden karakterleri var Askill'in. İlk iki kısım geçmişe doğru ters kronoloji özellikleri göstermekte sanki güya ama görüntüler geriye doğru ilerlese de sıralamamız olduğu gibi. Bazen tam olması gereken anda zıplayan, bazen de olmadık yerden atlayan karakterler bunlar. İlki içinde olduğumuz yerde huzurlu huzurlu uyurken bir şeylerin bizi vücudundan dışarı atması ve hayata geliş; ikincisi iki gerilimli nokta arasında her an üzerimize gelip bizi çiğneyip geçecekmiş hissiyatı yaratan hayatın ta kendisi ve sanki akıl ve duygunun yarattığı zıtlık içinde kendine gelmeye çalışan insanın bu hayattan kaçış anı; sonuncusu ise artık bir yerlerde kapana kısılmış haldeyken, sonunu bildiğimiz ve biliyor olduğumuz halde hiç sektirmeden yaşatıp tükettiğimiz bir hayatın son safhasında beklenenin tersine tam da hayata geliş anındaki silkinişleri tekrardan yaşamak ama artık ölmeye değil de yeniden yaşamaya karar vermek... Tabii bu noktada nerede o yeni yaşama başlanacağı da muğlak; topu bize atmış yönetmenimiz.

Askill'in farklı inançları bir araya getirmeye çabaladığını da hissettim ben izlerken. İlk kısımda sudan yukarı doğru olan ve ikincisinde de arabaların birbirine çarptığı andaki yerden yükseliş bana Hristiyanlık çağrışımları yaptırırken, ilk ikisinde fonda yer alan müzik hem hymnleri hem de giderek artan ritmleriyle Afrika kabile müziklerini andırırken, sonuncudaki atlayış anında beliren müzik bildiğimiz tasavvuf müziğine dönüşüyor.

Başka bir yorum veya benim yapmaya üşendiğim araştımayı yapmak isteyen varsa beni bilgilendirmeyi de bir borç bilsin lütfen.

Öperim!

Cumartesi, Şubat 14, 2009

Nancy Wilson - Elevator Beat


Vanilla Sky
Originally uploaded by iam_photography

"standing there, standing in rain then i thought about nothing, that it feels the same"

Bugün D. ile buluşacaktık. Sözleştiğimiz yerde güneş gözlüklerimle (evet şu kocaman olanlar) beklerken, bir anda burnuma aldığım bir darbe ile neye uğradığımı şaşırdım. Aşağıya D.'nın deyimiyle "darbeli" bir şekilde yağan buz kütleleri benim gözlük takmış olmama aldırmadan kafama düşüyorlardı. Kafamı kaldırdım "Rezil ettin beni, alacağın olsun" dedim ve hemen sığınacak bir yer aradım. Bugün uyandığım an buydu.

O dakika yanıma sığınan çiftleri ve her kızın elinde bir buket gül/çiçek her neyse işte onlardan görmemle bugünün sevgililer günü olduğunu da farkettim. Birkaç çift ufacık bir yerde buzların en azından yağmur damlacıklarına dönüşmesini beklerken, aralarında yanında sevgilisi olmayan, sevgilisine sanki çok korkunç bir şeyden onu koruması için asılmış (evet asılmak deniyor benim dünyamda o sarılma şekline) halde durmayan ve çiçek tutmayan tek kız bendim. Gülümsedim. Bir yandan "İnsanlar mutlular ne güzel" diye düşündüm bir yandan da "Dolu yağıyor işte ne ki bu korkmuş kedi yavrusu tripleri" dedim. Sonra "Bırakınız eğlensinler" ayetine uygun davranıp kendi eğlenceme döndüm ve shuffle'dan bakalım hangi şarkı çıkacak şu halimde diyerekten iPod'a sarıldım. Böyle zamanlarda saçma seçimler yapabiliyormuş kendisi. Justice - Planisphere başladı ve fakat bu benim yürüyüş şarkımdı. Olduğum yerde ritm bile tutturarak dinledikten sonra D. ile konuştum ve artık yağmur damlacıklarına dönüşmüşken yağış, sevgili çiftlerin arasından sıyrılıp en yakın oturulacak yer olan Kahve Dünyası'na adım attım.

Adım attım ki ne göreyim "sevgili tarlası" olmuş her yer. İlk başta "laylay ne güzel" şeklinde içeri girip insanları sevgi yumağı olarak görünce mutlu bile oldum ama oturulacak yer olmaması ve içerideki kalabalık dışarıda yürüyememe ve başka bir yere gidersem sırılsıklam ıslanacak olduğum gerçeğiyle birleşince, koca mekan "biçilecek" bir "sevgili tarlası"na dönüştü gözümde. Fakat neyse ki Texas Chainsaw Massacre'ı böyle bir günde ve Ankara'da tekrardan çekesim yoktu da bazı insanlar ölmek diğerleriyse bilmemkaç yüzüncü kez bu filmi görmek zorunda kalmadı. Velhasıl kıyıda köşede bir yere oturmuşken D. geldi. Her şey güzeldi. Konuştuk, içtik. Kendisini,

"But I won't let it change me, not if I can
I'd rather believe in love
and give it away as much as I can
To those that I am fondest of"

hissiyatında gördüğüm için mutlu oldum. Kendim için de aynını diledim. Eskiler yeniler, olmuşlar ve olacaklar, buna şuna böyle şöyle diyenler şeklinde fikir birliklerine vardığımız yaklaşık beş saatin sonunda kalktık ve ben evime, o da gideceği yere doğru yola koyulduk.

Eve geldim. Bir kızkardeşim bu akşamki partiye gitmişti, diğeri ise oturmuş bir şeylerle ilgileniyordu. Onunla biraz oturdum. Haberlerden anladığım kadarıyla Deniz Seki kokain kullanmak ve hatta başkalarını satıcılara yönlendirdiği gerekçesiyle tutuklanmışmış; onu öğrendim. O sırada sevgilisi Hüsnü Şenlendirici'nin "Deniz kokain kullanmaktan tutuklansaydı, beni de içeri alırlardı" dediğini duydum. İki tarafa da çekilebilir bir cümleydi bu. Biri "Deniz kokain kullanıyor ama o onun için tutuklanmadı zira öyle olsa beni de alırlardı çünkü ben de kullanıyorum", diğeri ise "Deniz kokain kullanmıyor, kullansa ben de kullanırdım ve beni de içeri alırlardı" oluyor. Ama sanırım ilkini düşünüp de söyleyecek kadar şuursuz değildir Hüsnü Şenlendirici. Fikren bir anlık eğlenceli geldi işte, ne bileyim.

Sonra, bilgisayar başına oturdum. Reader'ımda birikmiş olan 991 item'ı nasıl okuyup bitireceğimi düşünüp baştan başladım. Birinin yanlışını düzelttim, bananeyse; ben olsam gıcıklığına bırakırım o yanlışı öyle.

Dreaming My Dreams With You'yu meğerse bana Ma göndermişmiş. Onu farketmiş ve ben online olur olmaz msn'den penceremi tıklattı kendisi. İlerleme varmış bende; 1988'lere kadar gelmişim, iyiye işaretmiş bu. Sağolsun.

Yo La Tengo'ya geçiş yaptım o şarkıyı bir kaç kez daha dinleyip. Ondan da sıkıldım. Aslında sıkılmadım ama dinleyesim yoktu. Yoksa Yo La Tengo'dan sıkılan çarpılıyor, bilenler bilmeyenlere söylesin. Matmos açtım hemen (Nasıl? Harika bir geçiş değil mi? Tam dj olacak insanım). Supreme Balloon adlı albümlerini indirmiştim geçende. Onu dinlemeye başladım ve hala da dinliyorum.

Böyle kendi halinde bir günden sonra kendi halinde olan bu yazıya başladım. Sonrasını okudunuz zaten. Valla okumayın bence artık beni; bir şey dediğim yok işte. Bu kadar işte bak, bitti.

Cuma, Şubat 13, 2009

Cowboy Junkies - Dreaming My Dreams With You



"Yeterince şey icat edildi zaten" !

"
'Sizin entelektüeller, güvenli ortamda bas bas bağıran, tehlikenin ilk işareti belirdiğinde de ağızlarını kapatan tiplerdir. Karınlarını doyuran adama yıllarca tükürürler, salyalı suratlarına şamarı patlatanın elini yalarlar. Avrupa'daki her ülkeyi peşpeşe bıçkınlarla dolu komitelere teslim eden onları değil mi? Tıpkı burada olduğu gibi. O bıçkınlara kolaylık olsun diye, her hırsız alarmı kapatılsın, her asma kilit kırılsın diye bağıran onlar değil mi? Daha sonra hiç seslerini duyan oldu mu? Emeğin dostuyuz diye bağırdılar mı? Avrupa halk devletlerinde tutukluların çalıştırılmasına, esir kamplarına, ondört saatlik iş günlerine, insanların iskorbütten ölmesine ses çıkarıyorlar mı? Yoo! Ama kırbaç altında inleen zavallılara, açlıktan ölmenin refah anlamına geldiğini, esaretin özgürlük, işkence odalarının kardeş sevgisi olduğunu söylüyorlar, garibanlar bunu anlamayınca da çektikleri acılar onların kendi suçu oluyor. Tün sorunların nedeni, cezaevi hücrelerindeki kelepçeli cesetler oluyor, iyi niyetli liderler değil! Entelektüellermiş! Her tür isan için kaygılanabilirsiniz, ama çağdaş entelektüle hiç kaygılanmayın. Her şeyi yutar onlar. Rıhtım işçileri sendikasının en salak işçisi bile onlar kadar tehlikesiz değildir. O salak bile birdenbire insan olduğunu hatırlayabilir, ondan sonra da onu hizada tutmak zorlaşır. Ama entelektüeller? Onlar o konuyu çoktan unutmuşlardır. Sanıyorum tüm eğitimleri, onlara bu unutturmaya yönlendirilmiştir. Entelektüellere ne isterseniz yapabilirsiniz. Hepsine dayanırlar.'

Dr. Ferris, 'Bir kerelik ben de Bay Kinnan'a katılıyorum,' dedi. 'Duygularına değilse bile, en azından söylediği gerçeklere katılıyorum. Entelektüeller için kaygılanmak zorunda değilsin Wesley. Birkaçını devletin bordrosuna alırsın, sonra onları, Bay Kinnan'ın dediği şeyleri yaysınlar diye ortaya sürersin. Suçun kurbanlarda olduğunu falan. Onlara orta düzeyde rahatlık sağlayacak bir maaş verirsin, çok gösterişli ünvanlar dağıtırsın, telif haklarını hemen unuturlar, öyle de iyi iş çıkarırlar ki, bu işleri polislere yaptırsan onlar kadar iyi yapamaz.'

"
***
"
Dr Ferris, 'İnsanı zararsız hale getirmenin tek yolu, onun işlediği suçu bulmaktır, onu demek istiyorum," dedi. 'Kendi suçu olarak gördüğü şeyi. Yalnızca on kuruş çalmış olsa bile, ona banka soyguncusuna verilecek cezayı verirsin sesi çıkmaz. Her eziyete katlanır ve bunu hak ettiğine inanır. Dünyada yeterince suç yoksa, o zaman yaratmalıyız. Bir insana ilkbaharda çiçeklere bakmanın kötü bir şey olduğunu söylersek, o da bize inanırsa, sonra çiçeklere baktığında, ona ne istersek yapabiliriz. Kendini savunmaya kalkmaz. Kendinin buna değmeyeceğini düşünür. Mücadele etmez. Ama kendi standartlarına göre yaşayan insandan kendimizi korumamız gerek. Vicdanı temiz olandan kendimizi korumak zorundayız. Bizi yenecek adam odur.'
"

Salı, Şubat 10, 2009

Başlanan işi bitirmek ve başkasına bırakmamak falan filan...

Uzunca süredir adam gibi bakamıyordum buraya. Blogun rengi değişmiş, üzerindeki tozdan bir şey görünmüyor gibi geliyor bana. İşte ara ara işte gelip birkaç kelime edip gidiyorum. Otel gibi kullanıyorum bir nevi; yatmadan yatmaya.

Hava bu aralar tam da istediğim gibi burada. Sürekli yağmur yağıyor, ben evimde veya işte boş vaktimi dışarıyı izleyip, last.fm'in playlistimden benim için seçtiği şarkıları dinleyerek geçiriyorum. Bazen sürekli dolu olan bir odada tek başıma otururken, güzel bir şarkıyla güzel ve bazen de hüzünlü zaman yolculukları yapıyorum. Her şeyin kendiliğindenliğini izliyorum bu aralar. Gördüğüm her şeyi güzel olarak algılayabiliyorum çünkü aklım artık sürekli bir düzen getirme çabası içinde olmaktan bıkmış da sanki, gördüğüm eğri çerçevelere dokunup onları düzeltmek bile içimden gelmiyor. Onun öyle oluşundaki nedenleri düşünüyorum. Aklıma gelen tüm nedenleri bir çırpıda düşünüyoum ve sonunda hep anlamsız bir gülümseme kalıyor yüzümde. Mesela şu anda bir pano üzerinde asılı duran bir kağıdın bir köşesinin sarkmış olduğunu görüp onun üzerine saçma bir şeyler düşündüm ve yine aptalca gülümseyen halimi farkedişimle her şey sonlandı.

Sonra rüzgarın hiçbir engele takılmadan esebildiği bir yerde olmayı düşlüyorum. Hiç olmadığım kadar buna ihtiyacım var. Sırtıma aldığım rüzgarla sonu olmayan bir alanda koşmak istiyorum. Veya tam tersi, ona karşı yürümek, zorlukla adımlar atmak.

Rüyalarımdan biri daha çıktı. Tanıdığım birinin bebeği olacakmış; tam da daha birkaç gün önce onu rüyamda gördüğümü söylediğim şekilde.

Bu seneki Grammy ödül töreninde Radiohead'in çıkıp 15 Step söylemiş olduğunu duyduğum anki anlamsız şaşkınlık ara ara beni yokluyor. İkisi sanki birbirinden alakasız iki şey ve bir arada görünce bir at ile kalemi yanyana görmüş gibi algılayamıyorum neden beraber olduklarını.

Where I End And You Begin adlı garip şarkıyı dinlerken aklıma hep aynı görüntüler ve düşünceler üşüşüyor. Biri eşzamanlılık problemi yaşayan iki kişinin hikayesi olarak bu şarkı, diğeri de biri tükendiğinde onun tükendiği yerden başlayan ve bu şekilde ilerleyen birbirini tamamlayan iki kişinin hikayesi olarak bu şarkı. İlkinde umut yok ama ikincisinde Frou Frou'nun bir şarkısında (bilene ödül mödül yok googlelatmayın bence) dediği türden bir "güzellik" var. Gözümün önünde bu ikinci tür çift için bir imge dahi oluşuyor. Hızla ilerleyen bir çizgi (Nokia'daki Snake oyunu) durduğu yerde toplanıp nokta haline gelmiş diğerine dokunduğu anda mutlu oluyor ama o sırada o ana kadar topladığı tüm enerjiyi o nokta olan diğerini harekete geçirip açmak için kullanıyor. Dolayısıyla birbirlerini tetikledikleri bu dairesel hareket içinde temas edebildikleri zamanlar sadece dokunanın tükendiği dokunulanınsa kendine verilen enerjiyle diğerini harekete geçirmek üzere yola çıktığı anlar. O halde tam buada durup, bu şarkıyı söyleyen ve yazan o nokta olarak eylemsizce durandır diyorum ve kendisine buradan "arkana bak" demek istiyorum.

Şimdilik bu kadar saçmalamayı yeterli görüyor ve işime döneyim diyorum. Sanırım hekes için en hayırlısı bu sanırım.

Pazartesi, Şubat 09, 2009

Araf Maraf

Araf denen şey varken, neden cehennem gibi bir kavram yaratma ihtiyacı duyulmuş olabilir; aklıma takıldı bu. Madem cehennem konsepti acı çekmek üzerine kurulu, herhangi birini veya bir şeyi araftan daha çok acıtabilecek bir yer düşünemiyorum. Ben kendi adıma, eğer öldükten sonra cezamı çekmek üzere böyle bir yere gideceksem ve seçeneklerim araf ve cehennemden ibaretse, ruhumun sözkonusu cehennem acısını cehennemde değil de arafta çekebileceğini düşünüyorum. O yüzden cehenneme gitmek işime bile gelebilir. Ha tabii ben bunu yazdım diye beni cezalandırabilecek merciler burayı okur da "Bu kızın cehennemi arafmış, madem öyle opsiyon mopsiyon vermeyelim, direk arafa koyalım bunu" derse kendilerine teessüf ediyorum ve cehennem konusunda diretiyorum.

Az önce konsept dedim de aklıma geldi. Geçende "conception" kelimesinin anlamlarını geçende sınıfta anlatırken, "hamile kalma" ve "kavram" anlamlarını söyledikten sonra bir öğrencimin sorusu üzerine bir anda bir bağlantı kurdum ve ikisi arasındaki alakayı "İnsan hem soyut hem de somut şeyler üretebilir. Soyut olanına kavram diyoruz, vücudumuzdan çıkan somut olana bebek" şeklinde açıkladım. Hepimiz mutlu olduk anlamsızca bu bağlantıyı kurduğum için. Bu kelimeyi bu açıklamadan sonra unutabileceklerini düşünmüyorum. Bense bu açıklamayı başka yerlerde kullanmak üzere zevkle hafızamda muhafaza ediyorum.

Onun dışında hayat bayat, iş güç, dizi mizi... Başka bir şey yaptığım yok. Müzik bile dinleyesim yok. Perşembe olsa da Lost izlesek.

Cumartesi, Şubat 07, 2009

Bat For Lashes - Glass


Tam da yatmadan bir şey gördüm. Dinlemeye başladım. Duramadım; hakkında bir de birkaç şey yazayım istedim.

Bu yukarıdaki kadın, bilmeyenler için söylüyorum (eğer hala kaldıysa), Bat for Lashes'ın güzel Natasha Khan'ı. Kendisi hayatıma türlü uğursuzlukların başlangıcı sayılabilecek bir günde girdiği için, çok sevilmesine rağmen bir süredir tarafımdan dinlenmiyordu. Ve fakat artık kişiselliği bırakabileceğim bir noktadayken daha fazla saçmalamayayım istedim ve hemen yeni şarkısını çılgın(!) araştırmalar sonucu buldum.

Önce karanlık bir ses, sonra eski alkışların yerini alan davulun ritmik sesi, en arkada belli belirsiz yankılar... Bu sefer en azından yanlış bir zamanda hayatıma girmediğine mutlu olduğum Bat For Lashes'ın 9 Nisan'da çıkacak olan Two Suns albümünün açılış parçası Glass daha ilk seferden insanı ürperten bir yakalayıcılığa sahip; üstüste birkaç kez kendini dinletiyor.

Son Lux - Stay (La Blogotheque)

Geçen Temmuz ayında Son Lux mahlasıyla güzel bir albüm yapmış olan Ryan Lott'tan bahsetmiştim. Hatta daha sonra ilginç bir şekilde de birkaç kez mesajlaşmıştık kendisiyle. Pek hoştu onunla yaptığımız o birkaç konuşma. Şimdi kendisinin La Blogotheque'ten bir videosuyla karşılaştım last.fm'de. Onu buraya eklemek istedim.

Perşembe, Şubat 05, 2009

The Walkmen - Four Provinces

Carpet/Divina fails to load

Sabah bugün boş günüm olmasından dolayı uyumayı planlayan ben, saat altı buçukta Paul tarafından uyandırıldım. Sinirlendim kendisine çünkü bu aralar hep böyle yapıyor. İki seviyorum, sonra mırlamaya başlıyor. O da yorganımın kenarına kıvrılıyorve benimle beraber uykuya dalıyor.

Bu ara dadandığım bir yer var. Herkesi götürüp duruyorum oraya. Evime de pek yakın zaten. Şahane kahveleri var. Bugün de kızkardeşlerimle gittik.

Kaç gündür yine acaip rüyalar görüyorum; ekleyeyim bunu buraya.

Birine sinirliyim sanki ama hayır sinirlenmemem gerekiyor. Bir tarafım haklı bir tarafım haksız işte. Ondan pasif durmayı tercih ediyorum. İçimde halletmem lazım bu durumu.

Bazı şeylerin olmayışı iyiye işaret bence. İyi ki böyle oluyor diyorum. İyi ki deyişimin sonucunu görmek istiyorum.

Hiçbir şey dinlemek istemiyorum da bu ara. Öğrendiğime göre Balmorhea'nın yeni bir albümü çıkmış. Onu bile dinleyesim yok. O derece müzik dinlemekten uzağım.

Daha az önce bloga bir şeyler yazayım hemen diyordum ama şimdi tek bir şey bulamıyorum. Bomboş bir yazı çıktı tabii yine. Son olarak ruh halimin gidişatına da uygun bu halı bugün gördüğüm en ilginç şeydi. Richard Hutton kişisine ait bu halı dizaynı düzgün yüklenmemiş bir görüntü gibi tam da normal başlayıp bozulan bu yazıma benzemekte. "Divina fails to load" işte.