Perşembe, Şubat 23, 2006

genel af

herkesin, ama dünya üzerindeki herkesin intihar ettiğini düşünün birkaç gün içinde. en sonunda tek kişi bile kalmıyor.

intihar edenlerin cehenneme gittiği yönündeki genel inanışa ve bunu söyleyen tanrı'ya verilebilecek en büyük ayar sanırım onun yarattığı bizlerin, onun yarattığı bu mekanda-dünya-daha fazla yaşamak istememesi ve bu yüzden topluca intihar etmesi olurdu. belki de toplu intiharından ötürü insanlığın kolektif bilincine verilecek cezalara genel af çıkar böylece.

öte yandan gideceğimiz yerin cehennem de olsa hiç önemli olmadığını, cehennemin bile dünyadan daha ilgi çekici ve gidilesi, içinde yaşanılası bir mekan olduğunu bu şekilde göstermek belki de, eğer bu intihar edenlerin cehenneme gittiği inanışı gerçek ise, tanrı denen şeyin bu şekilde onun yarattıkları ve onu yaratanlar (burada bir geri dönüşüm var tabii bana göre) tarafından tahtından indirilişi ve böylece yokoluşu/yokedilişi demek olurdu. böylece köylü milletin efendisi olurdu ama sürülecek tarlalar, güdülecek koyunlar yine olur muydu o zamana veya köylü hala köylü mü olurdu, başına yeni bir efendi getirilir miydi, ona yeni tarlalar, koyunlar mı verilirdi?

ah bu sonsuzluk öngörüsü... ve varoluşun hiçe giden kaderi...

iyi geceler...

son olarak word verification'ım bu sefer "eqlkhlqg" idi. bundan sonra yazacağım bu doğrulamaları. siz de yazın hatta. belki değişik bir şeyler çıkarırız onlardan da.

Çarşamba, Şubat 22, 2006

Once Upon A

ayrimlar ve yollar.
Yolda ilerleyen bizler.

geride kalan ise, sayisi gittikce azalan ayak izleri...

remember when we'd celebrate
we'd drink and get high until late
and now we're all alone



simdi anliyorum ne demek istedigini.

Pazar, Şubat 19, 2006

ek-sik

ek-sik demiş ipek. zamanında lacan ile çok içli dışlı bir kaç arkadaş ile oturduğumuzda, bu kelime üzerine bir konuşma yapmıştı içlerinden "kaan" olan. ne de güzel ve nüktedan bir konuşmaydı o. onu anımsadım şimdi.

bir de tabii ek-sik olan şeyler var hayatta. daha doyamadan bıraktığınız, böyle çok güzel ama bir türlü uzun süre elinizde tutamadıklarınızın "ek-sik"liği. bir türlü ısınamadığınız ama işinize daha çok yarayacak bir estetik yoksunu şey tutuşturulur elinize. onu seçmek zorunda kalırsınız. onu sevmek zorunda bırakılırsınız. onda her şeyden vardır hem. tam istediğinizdir. ama işte güzel olanı tam da o anda terketmek zorundasınızdır işlev uğruna...

hayat hep böyle ikilemler yaşatacak kadar ek-sik.

neyse...

tüm bunları neden yazdığımız sorarsanız, babam bir vaio almıştı bana geçen hafta. sonra da gözde için bir hp aldı birkaç gün sonra. hp'nin donanımı vaio'nun donanımından kat kat daha iyiydi. ama vaio vaio'ydu işte. üstüne üstlük gözde bütün bir cumartesi gününü üzülmekle geçirdi çünkü o da vaio veya apple istiyordu ve haliyle babamın ona yaptığı sürprizi pek beğenmemişti. daha sonradan 1 gün sahip olduğum ve kullandığım vaio'yu gözde'ye verdim çünkü gözde hem hp'yi istemiyordu hem de hp'nin donanımı kat kat daha iyiydi. o estetik şeyi bıraktım ve daha işlevsel olanını seçtim. gözde mutlu oldu ve benim işlevseli önemli kılan aklım da tabii...

şimdi lütfan şu linklere bakın da bana doğru seçimi yaptığımı söyleyin!

http://www.empati.com.tr/default.asp?section_id=3&group_id=1&prod_id=200&prod_name=Sony%20VGN-BX195VP

ve

http://h10010.www1.hp.com/wwpc/tr/tr/ho/WF06b/1090731-4511061-4511063-4511063-4511063-12254778-63988071.html

uff. böyle işte.

millet nelerle uğraşırken ben neyle uğraşıp, neye üzülüyorum diye de ayar verip duruyorum kendi kendime ama elden bir şey gelmiyor ve bir yarım üzülüyor bir yarım mutlu olsa da bu seçimle ilgili.

hadi yorum bekliyoruum.

Salı, Şubat 14, 2006

Ek-sik

Bugün yolda yürürken ve yolun sol tarafından gelen arabaları kollarken ilk defa Londra'da eksik olan şeyleri düşündüm. Yok, aslında bu Londra'nın değil, benim eksikliğim. Yoksa geldiğimden beri beni o kadar doldurmuş ki, ancak 3,5 ay sonra aklıma düştü bu düşünce.
sordum kendime:
"Şu anda, daha ne olsun isterdin?"
- köpeğimi

dedim. Hayatta benim olduğunu düşündüğüm herşeyden daha çok benden birşey olan tek şey. çocuk. En fazla 11 sene daha yaşayacak olan çocuğumla birlikte geçireceğim zamandan çaldığımı farkedip, içime yeteri kadar hüzün doldurunca, ikinci maddeye geçtim.

Gitarımı istiyorum. Anlaşılan o ki, üretkensizliğim başıma vurdu. Beşkuruşluk boş vaktimin ile üçkuruşluk kısmını bile ayıramayacağımı bildiğim halde, her an elimin altında olması gereken bir meta imiş o. Planlanamayacak kadar zor ve sınırsız hayalleri nadiren kuran, hatta bu bağlamda aslında çok da 'hayal' kurmayan bir insan olarak, sanırım yaratıcı tarafımı en çok o teller üzerinde tatmin ettiğim kanısına vardım. bugüne kadar özgün bir şey ile çıkagelmemiş olsam da karşınıza...

Sigara içmek... Artik her yaktığımda aynı eski tadı vermiyor. Eskiden sigarayı yakma anının içeriği ile, o an sigara içmekten alacağım keyif arasındaki bağıntıyı ve orantıyı düşünmezdim. Şimdi düşünüyorum. Etrafımdaki binalar, insanlar, kafamı kaldırdığımda o gri az bulutlu gökyüzü ya da yolun solundan akan arabalar... Şehir. şehri soluma arzusu, sigara dumanını çekmeme mani oluyor. Bu iyi mi, kötü mü karar veremedim. Ama bu hissiyatın biryerinde 'yalnızlık' gizli. Onu biliyorum.

Sonra bir an duraksıyorum yürürken aklımda bu düşüncelerle. Metro istasyonuna gelmişim bile! Trene binip, kitabımı okumaya başlayana kadar yoksunluğunu hisettmediğim şeyleri düşünüveriyorum iki arada bir derede. Arabam mesela... Onca anısına rağmen, onun hayatımdan çıkıp gidişini çabuk kabul etmişim. Az da olsa, şaşırıyorum. Nedense bunu Pınar'ın hayatımdan çıkışı ile paralel görüyorum. En çok onunla özdeşleşmiş olduğundan olsa gerek...

Odamı özlemiyorum. webcam teknolojisine hayran kaldığım an, evdeki kameranın açısının, hep bilgisayar başında arkamı döndüğümde odayı görme açısı ile aynı olması sayesinde hayret edilecek kadar kendimi odamda hissedebiliyorum. Hatta pencereden dışarı bakıp, yağan karı dahi gördüm. iPodlardan halen nefret ediyorum ama sanırım bir webcam fanatiğiyim.

Ankara. İçindeki insanlar olmadan hiçbir anlamı olmayan şimdiki ikincil yaşam alanım. İçinden insanları çekip çıkarıp, sadece çıplak halini düşündüğümde midemi bulandıran, ismini bile duymak istemediğim şehir.

Türkiye. Aynı Ankara gibi. Ne de olsa oradan yönetiliyor değil mi! Bir keresinde söyle demiştim kendi kendime: "Avrupa'da ya da Birleşik Krallık'ta, kendimce insan gibi yaşayayım o düzende, güzellikte ve estetikte; onların yaşam standartlarını oraya göç edip sömürüyorsam, varsın beni de bir kısım ikinci sınıf vatandaş yerine koysun". Eh haksız da sayılmazlar ki! Yarattıkları düzenin hep iyiye doğru gidişini hayranlıkla izlerken, "Pek doğru demişim" diyorum içimden. Burada birincil sınıf insanların ülkeleri ve kendi mutlulukları için sahip oldukları toplumsal bilinci gördükten sonra... Yeri geldiğinde ne kadar sonuna kadar savunsam da, yapılan her türlü haksızlığa karşı sözel mücadelemi sürdürsem de, ülkemin layık olmadığı yönetimlerle, layık olmadığı bir düzeyde olduğuna inancım gittikçe zayıflıyor ve yokoluyor. Görüyorum ki, tarihinde toplumunun içinden yükselen bir kanlı devrim yaşamamış olan ülkem, aslında treni çoktan kaçırmış! Ve iki acı gerçek çarpıyor yüzüme: Birincisi "Fakirliğin kısır döngüsü" ; ikincisi "Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir". Ülkemin çıkmazı ile bu denli yüzleşmek pek acı. Üzüntü ve sinir birbirine karışıyor her bu noktaya vardığımda.
Bunalıyorum. Yazık!

Düşünmeyi bırakıp, trene biniyorum.

Globalden nasyonele ve en sonunda da bireysele inerek, en küçük dünyamın pencerelerinden birinden bakmak üzere kitabımı okumaya başlıyorum.


13/02/06: Londra, Barbican Metro Istasyonu.

Cuma, Şubat 10, 2006

bidi bidi ponçik

sabah erkenden kedim poğaçanın uyandırmasıyla yarım kalan kısa süreli uykumun getirdiği asabiyetin yanında muhteşem bir yazma isteğiyle uyandım ben bugün. yazsam yazsam ne yazsam, nereye yazsam derken aklıma geldi imagine room. evet, 5 aralıktan beri, bugün yaptığımı yapmamamı bekleyen bir blog daveti, sonunda işlevini ifa etti ve inbox ımdaki yerinden beraat etti.
odamdan dışarıyı izliyorum tv izler gibi.. hemen penceremin önünde duran, yan apartmanın çatısının kiremit rengi, saf beyaz ve gökyüzünün grisi öyle sade bir tablo oluşturmuş ki... gri gökyüzünün verdiği ''londra'daymışım-hissi'' de cabası, ihuh.
uzun süredir konuşmadığım adana daki bir arkadaşımla konuşarak başladım güne, şarkı olarak seçimimse tam 'güne başlarken tarzı'ydı: coldplay- talk... (asla parachutes'ten daha güzel bir albüm yapmayacak olmaları çok kötü)
poğaçamın güzel güzel resimlerini çektim pencerenin önünde yatmış, çatıdaki kuşları izlerken uyuyakalmış ve önünde duran bir kelebekli mumu kendine yastık yapmış haliyle...
şimdi ise puzzle yapmak için kalkmak üzereyim bilgisayar başından, puzzle ı yaparken dinlemek üzere güzel bir playlist hazırladıktan sonra elbette...
boş bir güne dair boş bir yazı... çok değerli imagine room sakinleri, her gün(?) aynı saatte buluşmak üzere...
(not: an itibariyle günüm, ablamın getirdiği, gazetede ekolojik turizm konulu bir habere ait resimdeki, kuyruğunu [benim tabirimle 'kulluğunu', 'L'ler inceltilmeli söylerken] yemek istediğim bir maskeli kedinin görüntüsüyle şenlenmiştir. öyle ki trallalalla diye şarkı söylemek istiyorum yoko ono misali.)