carissa's wierd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
carissa's wierd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Mart 02, 2008

"and yes i see where it's true"

İki insanın aynı anda birbiriyle konuşuyor ve iletişim kuruyor olmasından daha ilginç başka bir şey var mı merak ediyorum bazen. Birbirini dinlemek için bir an bulup bunu değerlendirmeye çalışan iki insan geliyor gözümün önüne. Nedir peki değerli gördükleri birbirlerinde. Nedir bekledikleri, amaçları? Bu arada, birbirleriyle olan bağlarındaki herkesin birbiriyle olan bağındaki mucizeviliği tam da herkeste bulunduğundan yok sayan iki insan acaba daha değerli bir şeyleri mi kaçırıyorlar diye düşünüyorum. Belki de iletişim kurmaya o kadar alıştık ki artık hiçbir sözün, hiçbir karşıdakine yönelik soru cümlesinin bir anlamı kalmamıştır. Bazen sırf bu yüzden düşünüyorum acaba diyorum yedikten sonra her şeyin içimizde boka dönüşüp dışarı atılmasıyla mı alakalı bu tür durumlar? Yani sürekli her şeyin bokunu çıkarıyoruz ya, diyorum ki, daha farklı bir şeye dönüşseydi yediklerimiz, hiçbirini çöp haline getirmeden başka bir şeye dönüştürseydik kendi içimizde, insanlara çarptıktan bir süre sonra neye dönüşeceği bilen içi boşaltılmış, kof kavramlarımız olur muydu?

Böyle anlamsızlıklar içinde seyreden bir düşünce akışıyla yaşarken, insanların her yanıma çarpıyor olduğu, benim ise bundan burnu havada, aristokrat bir rahatsızlık duymam, birilerinin çıkıp burnumu yere sürtüp kafama bir tekme atması gibi korkular yaratmıyor da değil. Birilerinden feci halde laflar yersem kendime gelebilirim diyorum ama sonra benle ilgili kendi kendime söylediklerimden daha fazlasını söyleyebilecek birisi var mı düşünüyorum, bulamıyorum. Velhasıl olursa da sanırım söylenenlerden daha çok, kendi kendime yaptığım eleştirileri başkalarının da hakkımda yapabilecek kadar beni tanıyor oluşu canımı sıkacaktır.

Artık kendimle ilgili farkında olduğum, ara ara deneyip bakalım eskisi gibi mi hissediyorum diye kontrol ettiğim bir düzenim var. Arada zayıf bir yanını buluyorum o düzenin, üstüne gidiyorum geçiyor. Her şey kendiliğinden daha doğru bir düzende gerçekleşiyor. Buna inancımı yitirmiştim. Şu anda yaşadığım noktayı beğenmemezlik edip söylenip duruyordum bir iki ay öncesine kadar. Şimdi öyle değilim. Kabulleniş, anlayışan sonra gelen bir şey benim için tıpkı bir çok insan için de olduğu gibi. Anlayınca susuyorum, oturuyorum. "Haaa pekii" diyorum ben. En azından bunu yapabiliyorum; mutluyum.

Güzel haberler bekliyoruz gelecekten. Bu bir hafta nasıl geçer bilmiyorum ama umarım o haberleri alabiliriz birkaç kişi olarak biz. Bach'ın beni gittikçe daha da sakinleştiren, olmam gereken en nötr kıvama getiren müziğine dönüş yapacak gibiyim bu hafta. Dilediklerimin gerçekleşmemesi gibi bir lanete sahip olduğumdan, birilerinin beni o halde getirmesi gerekiyordu ki dileyecek kadar pozitif hisler içinde olmayayım, içimde umut barındırmayayım. Sevgili Bach el kaldırdı sınıfta, gönüllü oldu, "Ben olurum o" dedi. En iyi arkadaşı Glenn ile iyi birilerine benziyorlar.

Pazartesi, Şubat 18, 2008

Heaven

Şimdi bu "heaven" denen anlamının içini henüz dolduramadığım bu sözcük arada bir dinlediğim müziklerde kulağımın derinliklerinden içime akıyor. Dündü sanırım yine bir şeyler dinlerken miydi yoksa öylesine aklımda sürekli çalan bir müziğe takılmış giderken miydi neydi bilmiyorum ama, bir şekilde üç şarkıyı birbirine bağladım. İçinde Heaven olan en güzel şarkılar sanırım bunlar benim için. Yani aklıma gelmeyenler vardır eminim ama üç şarkıdan dinleyelim cenneti ve anlamlarını.

Önce Devics'in Heaven Please'inden bir söz yazayım istedim. Şöyle diyor:

"Heaven please I have fallen
on my knees and out of your arms
Take me back I am good now..."

Bir süre yorulmuş, kendi kaderini değiştirebileceğini düşünen birinin, karşısına çıkan olayların ve insanların peşinden koşturup sonradan bir bir kapanan kapıları görünce, yaşamında deneyimlediği ilk "cennet" imgesine geri dönüşü var sanki bu şarkının sözlerinde. Öyle ki, kıymetini bilmediğiniz biri vardır mesela hayatınızda, belki anne, baba veya tek suçu sizi çok sevmek olan eski bir sevgili, işte hayat sizi yorunca ona geri dönmeye çalışmak, zorda kalınca tanrıya dua etmek gibi bir şey...

Sonrasında ise, Carissa's Wierd'ın kısacık cenneti The Piano Song var. O da şunlardan başka bir şey demiyor ama en azından beni bu yerin dünyadaki gölgesinin nasıl bir şey olduğu konusunda bilgilendiriyor:

"...You felt relief somewhere between the tree and its shade
When you go away, heaven's a distance not a place..."

Bu sözlerle ilgili iyi ki de bu şarkıyı tam da delice dinlediğim birkaç gün içinde kimseye yapıştırmamışım diyorum ve başka bir şey demek istemiyorum. Gerek görmediğimden değil, henüz bu sözleri hakedebilecek ne ben bir şeyler yaptım birileri için ne de onlar öyle bir şey yaptılar. Sanırım hayali bir sevgili için yazılmış güzel ve hüzünlü (hüzünlü olmayan bir şey nasıl güzel olabilir ki zaten?) sözlerden öteye giden bir yorum yapmamak lazım zira yersiz ve anlamsız olacak.

Sonra bu hafta D. ile bir alışveriş merkezinde oradan oraya gezinirken kendimizi bulduğumuz Mango'da aklıma takılan ve D.'nın eline sırf denerken vakit geçirsin diye verdiğim bir sürü kıyafet verip, bir köşede iPod'umda delice arayıp dinlemeye başladığım Trophy var üçüncü sırada. Üçüncü sıraya koydum kendisini çünkü en son bu şarkı bu yazıyı yazdırabilecek bağlantıları kurdurdu bana. Bat for Lashes'ın güzel sesi yine alkışlı ritmiyle ve fısıltıya yakınsayan bir tonda şöyle diyor:

"Heaven is a feeling I get in your arms"

Söz konusu cümle sanırım cennet tanımının bu dünyadaki yakalanabilecek en mutlu anı. "Cennetini birilerinin kollarında bulanlar için geliyor" demişim 20 Ağustos'ta. Bulmak lazım o kolları diyorum o halde.

Bu yazı gibi arada belli keywordler üzerinden müzikler arasında bağlantı kurup bir şeyler yazayım diyorum. Hoşuma gitti liriklerin arasında hisleri dokumak.

Büyüyünce de Müziklerarası İlişkiler Profesörü olsam keşke.

Salı, Aralık 25, 2007

C.S.S.

Tam da gökyüzündeki patlamalar diye bir şeyi arıyordum ki, gördüğüm bir şey beni alıkoydu.

Sonra devam ettim Carissa's Wierd ile. Haavi bunu öyle bir zamanlamayla bana aşıladı ki, bu kadar olur.

Sonunda takıldım kaldım. Şimdi Woke Up New zamanıymış. Onu dinlemeden uyumak yokmuş. Kendisi öyle dedi. Hala birileriyle müzikleşiyor olmak insanı rahatlatıyor.

Bu arada başlık da CSS oldu ama Cansei de Ser Sexy değil kesinlikle. Arada noktalar var. Bilen bilir benim encryption hastalığımı. Öyle bir şey işte.

Cardinal Melon buldum dün. Hem de bizim cadde üzerindeki bir markette. Kıvanç inanabiliyor musun?! Burada dibimde buldum kendisini. Üç şişenin birini aldım. Diğerlerini de başkalarına derhal satmalarını sıkı sıkıya tembihledim market sahibine. Adam kulağımdaki müziği duyduğundan mıdır nedir, hiçbir şey sormadı bu cümlemle ilgili. Gülümsedi geçti. İçinden acıdı mı nedir? Garip hissettim. Neyse Melon günlerine devam diyoruz bu durumda.

Bugün beraber yaratıp oynadığımız eski bir hikayedeki başrol oyuncusundan, tam da sabah sabah Ayça'yla buluşmamızda ondan uzun süre bahsetmişken, bir telefon aldım. Çok seviyorum seni dedi. Ben de onu çok seviyorum. Söyledim de. Artık içimden gelerek rahatça, başka hiçbir anının peşine takılmadan bu sözü ona söyleyebiliyor olmak bana verilmiş en büyük hediyelerden biri bu sene. 1 Ocak 2007'yi sadece bu yüzden iyi bir yıl olarak hatırlayabilirim. Ayça, seni de çok seviyorum. İsmini telefonumda değiştirdim; seninkiyle uyumlandı artık :)

Kendimi zamanında birinin anlattığı bir hikayenin yer aldığı ufak köyde gibi hissediyorum son zamanlarda. Hikaye çukur bir ovada geçiyor. Bu ovada, küçük bir yerleşim alanında herkes o kadar dumanaltı vaziyette ki arkadaşım, biraz da işin içine mübalağa katarak, nefes almak için bir tepeye çıkıp, başını sis tabakasından çıkarmak zorunda kaldığını söylemişti. Gülüp geçmiştik. Hindistan işte daha ne bekliyorsun demiştik bir de, evet. Mekan olarak öyle olmasa da, zaman olarak öyle bir yerdeyim hayatımda sanırım bu son bir aydır. Artık bir tepe bulsam da, başımı o tepeden yukarılara uzatıp, nefes alsam diyorum.

Gecenin kapanış sözü şu olsun istedim. Muzaffer'den geliyor:
"Peh. Sıkıcı yaşlı. :)"

Cumartesi, Aralık 08, 2007

They'll Only Miss You When You Leave

Sürekli yazmak istiyorum; kendimi durduramıyorum. Dün How I Met Your Mother izlemeye çalışırken sabah, bir bölümde iki eski sevgilinin zamanında yaptığı aptal ve kimse tarafından sevilmeyen esprilerinin arkadaşlıklarında nasıl devam edemediğini izledim. Sonra ama bir anda söyleyiveriyorlardı eskiden olduğu gibi aynı anda aynı şeyi... İlk cümlemden sonra "Adeta bir devrim" yazmak istedim ama yazamadım. Az önce yazdım işte evet ama zamanı değildi. İçim buruk, bir yarım alıp başımı gitmiş gibi hissediyorum. İçimde birbirleriyle kavga edip duran, ayrılan başka bir çift daha var sanki. Adam aldı başını gitti işte...

Dün gece girdiğimiz ilk yerde Love Song çalmaya başladı bir girer girmez. Buna ne diyeceksin sevgili Imagine Room? Daha ne kadar bu algıda seçicilik zırvasına tahammül edebilirim bilmiyorum ama bulunduğum her mekanda çalınmaması için fetvalar veresim var bu şarkıyla ilgili... Daha da uzun bri liste var ama şimdi burada, şu anda bunu yapmak istemiyorum.

Carissa's Wierd diye bir grup var. Var evet. O yüzden Haavi'ye sonsuz teşekkürler tekrardan.

O grubun bir şarkısı var, "September Come Take This Heart Away" diye... Daha ne diyeyim bilmem ki. Onunla Eluvium'un "Perfect Neglect in a Field of Statues"unu karıştırınca çok vurucu bir kokteyl hazırlanabiliyormuş. Şimdi farkettim. Halbuki ikinci şarkının ne güzel anıları vardı bende... Bolu'daki bir molanın ardından Red Sea'den hemen sonra dinlenen şarkıydı hep. Veya Bebek'te bir sabah kahvaltısında paylaşılan bir kulaklığın her iki tarafında çalan bir şarkıydı... Hem de senin tarafından açılmıştı hatırlar mısın bilmiyorum; ben çok iyi hatırlıyorum.

Bunu söyleyebileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi ama keşke diyorum Eternal Sunshine of the Spotless Mind'daki hayal gerçek olsaydı. Hiç düşünmezdim bu sefer. Artık kötü şekilde amacından saparak kullanılmış bir hafızanın üzerine yeni anılar ekleyemiyorum, kaydedemiyorum. Bellek read olamıyor herhalde.

Keşke mouse'umu çaktırmadan saklayan biri olsaydı burada. Elimi attığımda mouse'u bulamadığımda şaşırıp, yüzüne bakıp gülümseseydim ama artık telefondan gelen mesajlar bile gülümsetmiyor. Diyorum ya, lazım öyle bir şey; evet.