bebek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bebek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Kasım 03, 2010

En Kötü Pazar'ımız Böyle Olsun

Tam da Türkiye'de ailelerin çocuklarına uyguladıkları baskılardan bahsetmişken,

bu çocuklar
dünyanın en mutlu çocuklarıydı
çünkü aileleri 15 derece havayı değil de güneşi kaale alıp
onları bu kılıkla Bebek Parkı'nın orta yerine bırakmıştı ve tabii ki Türk değillerdi.
Bundan hemen önce biz rengarenk balonları takip ediyorduk. Birkaç tanesini de yemiş olabiliriz.

Aa unutmadan: Amin.

Çarşamba, Ağustos 06, 2008

Pluto

Bugün delice yorgun olmama rağmen görev bilinciyle oturup bir şeyler yazayım istedim. Hemen İstanbul gezisinden başlıyorum o halde.



Cumartesi D. ile beraber otobüs yolculuğumuza çıkmadan Varan terminalinde kocaman gözlüklerimle mutlu mutlu bu fotoğrafı çekildik ve yolculuğumuza başladık. Sonunda İstanbul'a vardığımızda saat 20:30 civarlarındaydı. Ben her zamanki gibi İstanbul'a Gümüşsuyu'ndan başlama sevdalısı biri olarak Şişli'de servisten inip daha rahatça B. ve B.'ın evine gidebilecekken, tabii ki öyle yapmayıp, Taksim'i şöyle bir soluduktan sonra taksiyle Şişli'ye geçtim. D. ise teyzesinin evine geçti ve ertesi gün sabah kahvaltısını beraber yapmak üzere sözleştik. Ben B.'lerin evine vardığımda içerisi fotoğraf stüdyosuna çevrilmişti ve bir kızcağızın yüzünü gözünü beyazlı siyahlı boyayıp fotoğraflarını çekiyorlardı. Ben de zaten yukarıya çıkarken daha merdivenden ikisi eğilip beni inceleyip "Hmmm evet evet bundan Björk olur" "Evet ya gayet olur. Gel bakayım sen buraya" gibi şeyler söylüyorlardı. Velhasıl amaçlarına ulaşamadılar çünkü B. öğleden sonra 2'den beri fotoğraf çekiyordu ve delice yorulmuştu. Ben de Björk olmaktan kurtuldum. Sonrasında McDonald'stan istenen menüye, yemeksepeti'ndek ilave not kutusuna "Kola buzsuz, light kola buzlu olsun istiyoruz. Acı sos ve mayonez istiyoruz. Hatta dünya barışı istiyoruz" gibi bir şeyler yazan B.'a gelen double cheeseburger'in üzerinde McDonald's şube müdürü tarafından iliştirilmiş "O barıştan biz de istiyoruz" yazısı ile gecemiz epeyce şenlendi. Prag'dan getirilmiş içinde ilginç şeyler olan (söylenmez, çok gizli) votka'dan içilip bol bol sohbet edilip yatıldı.

Ertesi sabah E. ile Yeniköy'de kahvaltıya olabilir demiştim ama ne benim canım Yeniköy'e gitmek istedi ne de uykumu bölebildim. Nihayetinde saat 11 gibi kalkıp hazırlanıp, tam da istediğim gibi Bebek yollarına düştük. Dört kişi Bebek'te yolları süpürdük, gittiğimiz mekanlarda tam tam dansları yaptık, tütsülerle etrafın havasını temizledik. Hatta Karma Police adında bir güvenlik şirketi kurup, insanların ilişki ve etiket karmalarını temizlemek üzere eğitimli insanlar tutmayı ve insanların akıl sağlığına yararlı şeyler yapmayı planladım. Tüm karmalar temizlendikten sonra düştük Baltalimanı'na kadar sürecek olan yolumuza. Tabii biz biraz yürüyelim istiyorduk ama o biraz gittikçe uzadı ve uzadı. Bir sonraki seferde Sarıyer'e kadar yürüme sözü bile verdik birbirimize. Yürümeyenle ilgili içinde eşeklerin olduğu bir senaryo düşündük, onu uygulayacağız hatta. Velhasıl şöyle bir başlangıç yaptık. B.'nin bakışındaki pms ifadenin hastası olduk sonra tabii:



Sonrasında sahilboyu yürüyüşümüzde şöyle bir şey gördük. Adı Kaplumbağa'ydı, yeşildi ve satılıktı. Ha bir sallanıyordu. Paraları birleştirip alasımız geldi ama kimse birbirine bir şey söylemedi. Olsun ben eminim içimizden böyle şeylerin geçtiğinin. Yoksa boy boy pozlarını çekmezdik Sayın Kaplumbağa'nın.



Oradan artık ilk bulduğumuz çay bahçesine oturup Türk Kahvesi içmek istediysek de, gittiğimiz yerin güzel manzarasına inat, kahve bir o kadar başarısızdı. 5000 senelik antika muamelesi görebilecek bir kahveyle yapılmıştı. Sertifika verdiler zaten çıkışta böyle bir kahveyi içtiğimize ve ne kadar yüce insanlar olduğumuza dair. Ama biz yine de mutlu ayrıldık mekandan. Boğaz'ın ve hoş sohbetin de etkisi çoktu tabii ama çıkışta kulağına çalınan Kıraç'ın İtalyan versiyonunun söylediği şarkı kadar keyiflendirmedi beni hiçbir şey. Tam da Björk konseri öncesi öyle güzel geldi ki, kulaklarımızı Björk işkencesine karşı ses geçirmez bir tabakayla kapladı falan filan neyse. Bu da o korkunç mekandan ayağımın aradan fırladığı bir foto. Oba Cafe'ye gtmeyin Baltalimanı'nda!



Sonunda oradan çıkıp bir adet taksiye binip, Kanyon'da soluğu aldık. Wagamama'da güzel yemekler sonunda B.'ye alınan bir kıyafet ve D.'nın iPod'una aldığımız, benim iPod şeytanlı iDevil kılıfımla beraber çıktık. Arada G. de geldi beni görmeye. Sona o evine aldığı mantarlarla döndü, biz de dört kişi olarak bol miktarda tekila ile... Sonrası ise malum. Konser için hazırlandık. Üzerimizi değiştirdk, yüzümüze çeki düzen verdik. O sırada B. önceki setlist'lerden şarkıları dizmiş bize Björk dinletiyordu. Oturduk ve tekila shotları bir bir içtik. Sonrası ise kocaman bir eğlence bulutunun içindeydi sanki. Tekila v Björk şahane bir ikiliymiş bir de üstüne İstanbul'da olduğunu bilmenin getirdiği his de eklenince apayrı oluyormuş onu anladık D. ile. O biraz fazla anladı gerçi. kendisine yalvardım sonunda "D. lütfen çok içme 12-13 senedir falan bu konseri bekliyorum" diye. Neyse düzeldi ve çıktık yola. Yola çıkmadan önce şöyle bir foto vardı, unutmadan ekleyeyim. Yay insanlarının hali bambaşka oluyor ve fotoğraftan fırlayacakmış gibi haller ve tutumlar sergileyebiliyorlar heyecan anlarında. Seviyorum B.'ı bu resme her baktığımda daha çok.



Sonrasında ise Beşiktaş iskelesinden Kuruçeşme Arena'ya doğru ufak bir deniz gezimiz oldu. İstanbul'da, karaya indiğinde birkaç adım atıp biletini verip içeri girebileceğin konser mekanına denizden ulaşım sağlanabilme olasılığı D.'yı bile çıldırttı ki yaşadığı yerden nispeten memnun olan kendisi, yolculuk esnasında "Burada yaşamalıyız" dedi tekrar tekrar. Tam yola çıkmışken, önümüzden iki tane yunus hoplaya zıplaya bize eşlik etti. Ben insanlara göstermeye çalıştım ama sanırım herkes görmüş gibi yaptı veya belki de gördüler bilmiyorum. Ama gecenin güzel olacağına dair güzel hislere kendilerinin de katkısı büyük oldu. O sırada E., i. ve Ayça da aradı. Konser alanında buluşmak üzere sözleşildi. Giderken elimde sigaram pek keyifliydim. Ha bir de şu fotolar çekildi tabii:




Sonrasında ise, D.'yı B.'e teslim edip basın masasını bulmam, sonra o sırada biletim olacak mı ve sonradan onu saklayabilecek miyim ki acaba diye kafama takıp üzülmelerimin boşa çıktığını öğrendim ve bana ayrılan bileti alıp bizimkilere yetiştim. D. zaten gelmeyecekti konsere ama son dakikada bendeki fazla bileti alınca, sonradan bana sürekli gelmesinde ısrarcı davrandığım için bol bol teşekkür ettiği güzel bir haftasonu yaşamış oldu. Neyse... O sırada E. aradı onların yanına gitmemiz gerektiğini yerlerinin uygun olduğunu söyledi. Geçtik oraya ve hakikaten de vip için çekilmiş olan setin hemen önündeydik. Sol tarafındaydı sahnenin ve çok rahatlıkla konseri oradan izledik de. İ. aradı onlar da gelmişti kuzeni C. ile. Ayça ise geç kalmıştı zaten. Hatta yarın saat gecikmeli girmişler konsere.

Konser başlamadan önce iğrenç bir müzik ile beynimizi pelte gibi yapma çalışmalarının anlamını hala çözebilmiş değilim. hayatım boyunca dinlemeyeceğimi ve hatta rastlamayacağımdan emin olduğum o saçma şarkılar nasıl oldu da orada çaldı bilemiyorum ama o bile keyfimizi bozmaya yetmedi. Zaten beş dakikaya bir içimizden birisi "Björk göreceğiz biz az sonra. İnanabiliyor musunuz?" dedi, diğerleri de "Evet yaaa" gibi tepkiler verdi. Arada keyifli küfürler uçuştu. Gittikçe daha çok sevindik. Saat 8'den 9:15'e kadarki vaktimiz konuşmak, Björk göreceğimize inanamamak, D.'yı içki almaktan vazgeçirmek, ve tabii ki fotoğraf çekmekle geçti. Hatta hemen bir kaç tane daha ekleyeyim şuraya konser alanındaki o halimizi özetleyen fotoğraflar. Zaten yazmasam da olurdu bu fotoları koyduktan sonra diye de şimdi aklıma geldi ama çok geç. En azından okuyan kaldıya sonraki fotolara bakıp anlayabilir halimizi sanırım.




Neyse sonrasında tam ben elime twitter'a björk izleyeceğimi duyurmak için telefonumu almıştım ve mesajı yazmaya başlamıştım ki Björk sahneye çıktı... Az önceki üç nokta boşa koyulmadı tabii, Earth ıntruders ile neye uğradığımızı şaşırdık. Aklımda Björk'ün bu şarkısıyla ilgili korkunç bir etiket vardı ve bu etiket öyle bir hızla silindi ki artık her şarkıyı kendisinden böyle canlı canlı dinlemek istedim "Temiz Playlistler Operasyonu"m için. Sonrasını anlatmaya gerek dymuyorum ayrıntılı bir şekilde. Wanderlust, Hyperballad, Army of Me, pluto ve Declare Independence ile çıldırdık. Ben bir ara epeydir bu kadar zıplamadığımı ve bu kadar coşkulu bir ruh halinde olmadığımı hissettim daha da iyi hissettim. Sonra arada bir Pagan Poetry ve Joga vardı. İkisinde de epeyce garip hissettim, gözlerim doldu hatta ağladım sanırım. Ama o bile o kadar mutluydu ki ifade edemiyorum işin garipliğini. Seneler sonra taa lise 1'deyken öğle arasında tüm okula yayın yaparken çaldığım It's Oh So Quiet'larla delice sevdiğim kadını karşımda canlı canlı izlemek apayrı bir şeydi çünkü.

Björk ise pek bir dingindi. Gülmedi. Somurttu. Kıyafeti çirkindi. Sürekli Merci dedi. "Aaa Björk Fransız olmuuuş" dedim gözlerimi kocaman açarak dönüp bizimkilere. Sonra sanırım beşinci şarkıdan sonra "Thank you!" dedi bir kez. Kadın Türkçe konuşmuş gibi bizden olduğunu hissettik anlamsızca. Her şeye rağmen Björk'tü işte ve tüm bu olumsuzlukları sadece "Björk bu ya" diyerek haklı çıkarıp umursamayacağımı sonsuza dek biliyorum. Konserden birkaç foto hemen buraya ekleyeyim o halde daha fazla konuşmadan.








Konserin sonunda Declare Independence'ta ise üstümüze şarkı boyunca yağan konfetiler ve şarkının inanılmaz atmosferi bizi salaklaştırmış olmalı ki konser sonunda Ayça'yı nihayet gördüğümde bana 15 yaşında ve ok mutlu göründüğümü söyledi. Hatta sonradan da görev verdi "İstanbul'a taşın!" diye. Sonra herkesle vedalaşıp yine aynı insanlarla denizden Beşiktaş'a geçtik. İskelede tekrardan vedalaştık ve Leb-i Derya'nın yolunu tuttuk D. ile Orada C.'i aradım ve M. ile birlikte Leb-i Derya'nın tepesinden İstanbul'u seyrederek mutlu ve sesi kısık şekilde sohbetler ettik. Oradan da eve geçtik ve uykumuza Björk'ü ölmeden izlemiş insanlar olarak mutlu mutlu daldık.

Ertesi gün ise her yere yayılmış olmasıyla beni epeyce bir şaşırtan Ortaköy'deki The House Cafe'de kahvaltıyla başladık son günümüze. Sonra Ayça geldi. Manos adlı bir Yunan amcaya fal bile baktı kendisi. Günümüzün keyfi de bu oldu zaten. Oradan yorgun argın İstiklal'de bir tur ve sonrasında soluğu tekrar Gümüşsuyu Varan ofisinde aldık. Döndük ve Ankara'ya girerken karanlık olması nedeniyle mutlu bile olduk. Zira ikimizin de o kötü bozkır görüntüsüyle başedecek hali yoktu. Eve vardığımda aldığım kötü haberi böyle güzel bir post'a son yapmak istemiyorum. Sonrakinde yazacağım. Şimdilik siz bunu okuyun veya resimli kitaplarda hep yaptığımız gibi resimlerine bakıp eğlenedurun, ben de geri kalanları yazayım. Son olarak şöyle diyorum:

Excuse me
but i just have to
explode
Explode this body
off me

I'll be brand new
Brand new tomorrow
A little bit tired
But brand new

Öyle.

Cuma, Ağustos 01, 2008

"... and leave her be, leave her be..."

Bugün sabah gözümü saat 08:40'ta açtım. Gözlerim daha da açıldı haliyle çünkü 20 dakika yonra dersim başlayacaktı. Hemen kalktım; üzerime bulduğum ilk elbiseyi giyindim. saçlarımı apartmandan aşağıya inerken topladım. Yüzüme gözüme aynada bir kez olsun bakmadan dışarda buldum kendimi. Taksiyle saat 08:55'te işe vardım. 5 dakika içinde kendime gelmeye alıştım. Sonundaysa daha 20 dakika önce uyanmış bir insan olarak derse girdim.

Şu anlattığım sahne bu aalar hiç olmadığı kadar fazla tekrarlanır oldu. Rüyalarımda beni uyandırmayacak ne var, gerçekten çok merak ediyorum zira hatırlamıyorum da hiçbirini. Sanırım biraz uykuya ihtiyacım var.

Yarın bu saatlerde İstanbul'dayım. Önce B.'nin evine gidilecek. Fotoğraflar çekilecek ki zaten ev stüdyo haline getirilmiş bile. Üstüne bir de özel birinin özel bir yerde bir programı varmış. Ona katılmak istiyorum delice. Daha sonraki gün ise B., C., D. ve D. ile kahvaltı yapılacak Bebek'te. Çok eğlenceli bir haftasonu olmasını diliyorum bu haftasonunun. Güzel olacak gibi zaten. Björk bile başlı başına yeter ki daha fazlası bile var. İyi hisler içerisindeyim uzun süredir ilk kez bu kadar yoğun.

Haftanın müzik tavsiyesiyse Hualun adlı taa Çin'de post rock yapan bir grup. Geçende keşfettim kendilerini. Zevkle dinliyorum arada. Nasıl diye anlatmayacağım. Post rock işte. Gerek duymuyorum. Ama arada A Red Season Shade'e benzetiyorum. Epeyce akıcı, rahtasız etmeyen bir tarzları var. Öyle.

Ha bir de eğlenceli bir detay olarak, Montauk Canavarı diye bir şey varmış meğerse. Ben bunu birkaç gün önce Boing Boing'te görmüştüm ama pek kaale almamıştım kendisini; prim vermemiştim. Ama bloguma uğrayanların keywordlerinde bugün bu "Montauk Canavarı" dikkatimi çekti. Bir baktım bana pek bir feyk görünen canavarımsı şeymiş bu meğerse. Nasıl olduysa çeşitli arama motorlarına "Montauk canavarı" yazınca Imagine Room çıkıyormuş sonuçlarda. İnsanların gelmeleri ve gitmeleri bir olmuş. Çok acıdım kendilerine aradıkları bilgiyi bulmak yerine sinir bozucu bir yazıyla karşı karşıya kaldıkları için. Bunun üstüne hemen bir adet fotosunu buraya ekleyeyim de, üzerine pek bir konuşulan ve Montauk'ta kıyılara vurduğu iddia edilen bu yaratıkcağızı görmek isteyenlerin elleri boş kalmasın diye düşündüm. Buyrun efendim, o çok aradığınız canavar budur:

Çarşamba, Ocak 02, 2008

Perfect Neglect in a Field of Statues

Öncelikle başlığımız pek manidar ama anlayana. Eluvium'un bir şarkısı bu. Müziğimi paylaşmaktan ilk kez ve son kez bu kadar mutluluk duyduğum o insanın bu şarkının içine onu her dinleyişimde Bebek'teki bir sabah kahvaltısıyla umarsızca atlayıvermesi ne zaman sonlanacak acaba? İçimde bir yerlere değmese sorun yok ama olmuyor.

Bir arkadaşım bir ilişkisinden bahsetti dün gece bana. Sakin sessiz, huzurlu bir ilişki olduğundan ve hiçbir sorunun yaşanmadığından da bahsetti. Beraberken geçen hiçbir kötü anlarının olmadığını, her şeyin güzel güzel ilerlediğini ama artık belli nedenlerden ilişkinin bitmesi gerektiğini söyledi. Sonra da dedi ki, "Ayça'nın bu videosunu izlerken veya böyle güzel bir müziği dinlerken, güzel bir anı yaşarken aklıma gelen kişi o değil hep daha sorunlu bir ilişkimizin olduğu "x" ". Kabullendim ben de. Benim için de aynı şey geçerli.

O kadar doğru ki midem bulanıyor artık "ilişki" lafını duyunca bir yerlerde. Kimseyle beraber olmak istemiyorum bu yıl. Kimseyle öyle bir ilişkim olmasın. Kimse bana "Seni seviyorum." demesin çünkü zerre kadar inanmayacağım. Ne de olsa zamanı geldiğinde her sözün ardına bir bahane saklayacak hale geliyor herkes. Bunu biliyor olmak bile rahatlatıcı; ya bazıları gibi sürekli "bilmiyor" olsaydım.

Sinirliyim çok. Kendime ama. Hala bir şeyleri takip etmemdeki salaklığa sinirleniyorum. Hala sözcüklerin ardına canımı delice yakacağını bilsem de anlam yerleştirmeye çalışmama sinirleniyorum. Başkaları istediğini yaşasın. Bir şeylerin hacimleri, kütleleri ağırlaşıp hafifleşedursun. Bunları takip ediyor olduğum için "Allah da benim belamı versin" dedim Korhan'a. Evet ya; versin.

Ama sanırım bir amacım var bunları yaparken. Ne kadar yol aldığımı görmek için dönüp dönüp geriye canımı acıtmaya çalışıyorum. Canım hala eskisi gibi mi acıyor yoksa daha mı az onu deniyorum.

Durum o kadar da kötü çıkmadı. Suyun içinde şişen pirinç misali, içine yerleştirdiğim sulu anlamlarla daha da büyüyen bir metni okurken, içimdeki acının eskiye göre daha da hafiflediğini kanıtladım kendi kendime. Dağılmam gereken anlamlarla, sadece uflayıp puflayarak başedebildim. Ağlamadım. Bir an için, "ben bu kadar anlam yüklüyorum, öyle değiller aslında senin düşündüğün kadar acı verici değil durum" diye düşündüm. Ama bu düşüncenin beni hiçbir yere götürmeyeceği belliydi. Ne olacaktı ki benim düşünüp de üzüldüğüm kadar olmasa hiçbir şey. Tamamen benim kendime acı vermek için kurduğum bir öykü olmasa noolurdu?

Allah benim belamı vermesin o halde. Ama illa ki bir şey vermek istiyorsa, sabır, akıl gibi aklı başında öğeleri katabilir hayatıma zira kendileri bir süredir bir şeyleri dindirmek için güçlerini sömürdüğüm kaynaklar. Her an tükenecekler diye endişelenmekten yoruldum.

Her şeyi bırakıp 8 Ocak'ı bekliyorum. Bir öngörü ustasının dediği sözler dışında bir beklentim olmasın istiyorum.

Ha bir de aklıma gelmişken, Schopenhauer'ın bu dönemde yaşasaydı, "emo" olacağını biliyor muydunuz?

Şaka şaka. Gülün hadi.