korkmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
korkmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Eylül 19, 2008

"all the moments you should have not locked up..."

Küçük bir çocuk vardı David diye bir filmde. Biyolojik olarak annesi olması mümkün bile olmayan bir çocuk. Gözünü açtığında annesi bildiği kadına programlandığı üzere öyle bağlıydı ki, başka bir filmde iki sevgilinin bir iple birbirlerine bellerinden bağlandığı o ip bu filmde David ve annesi arasında görünmüyordu ve fakat vardı bir şekilde. Gerçi bu sefer tek taraflıydı bu durum. Annesi diye bildiği kadın onun annesi olmadığını bildiği için, bu gerçek onun o bağı reddetmesine sebep oluyordu. David ise bildiği tek gerçek olan "gördüğü ilk kadını annesi bilme"ye inanıyordu. Herkesin gerçekleri farklı işte... Velhasıl platonik bir aşık olarak, annesi öldükten yüzyıllar sonra başka bir dönemde, artık dünya buzlarla kaplıyken, başka canlılar da dünyayı karış karış araştırırken dünyaya gözlerini açan David'in tek isteği Blue Fairy tarafından olmasa da, bu canlılar tarafından yerine getirilecekti ve David annesinin yeniden canlandırılmasını, tek gün bile olsa yanında annesi gibi davranmasını istemişti. Bunun için de özenle sakladığı o saç telini verdi onlara. Bir gün sonra uyandığında annesi oradaydı. Annesiydi gerçekten. Zamanında kayıp olan o bağ, bir anda gerçekleşmişti. Gerçekte olmayan o bağın bu kadar gerçek olduğu kayıp bir zamandaki kişisel bir kurgunun içinde geçirdiler tek günlerini. David dünyanın en mutlu çocuğuydu zira o zamanlar yapamadığı her şeyi yapmışlardı. Gerçek bir anne-çocuğunkinden farkı yoktu ilişkilerinin. Hatta oldukça idealizeydi. Bu kayıp zamanın sonunda David nihai hedefine ulaşmış olarak gözyaşlarıyla uğurladı annesini. Yatakta uyudular sonsuza dek yanyana.

Arada bu film aklıma geliyor. David'e verilen o şans bana verilse ne yapardım diyorum. Tam bu soruyu sorarken bunu "şans" olarak niteleyişimdeki sevimsiz gerçek adeta işlemi sonlandırıyor. Force Quit yapıyorum otomatik olarak. Hakikaten de düşünmüyorum sonrasını. Sanırım kaçabiliyorum artık bazı şeylerden. Bunu da meziyet olarak gördüğümden "-ebiliyorum" gibi bir ifadeyle söylemiyorum. Aksine kaçmanın dünyadaki en büyük suçun Björk'un dediği gibi kendini kapatmak, içe kitlemek olduğuna katılmam bir yana, kaçabilmenin de o en büyük suçlar kategorisine girdiğine eminim. Bunu yapabilmekteki o "-ebilmek" ifadesi tamamen olumsuz hislerle dolu benim dünyamda.

Yani olur da bir gün David'inki gibi bir anla karşılaşırsam, bu şeyi şans olarak görmemdeki iticilik nedeniyle kimsenin adını telaffuz etmeyebilirim. Kimseyi söylemediğim için de kendi kendimden kaçtığımı düşünüp daha da çok sinirlenebilirim. Kim 500 Milyar İster'deki son soruya gelip, soruyu beğenmediği için kalkıp giden bir insan gibi... Yarışmanın adını soru gibi algılayıp "Ben istemem o 500 Milyar'ı" diye cevap vermek gibi...

Bazen çok aptalım ben.

Cuma, Haziran 27, 2008

"You can't hold it too tight, these matter of security"

Çok gürültülü bir yerlerden gelen bir ses geldi dün akşam kulağıma. "Korkma sakın" diyordu ses. Sesin sahibi kendisi korkarken, ben nasıl korkmayayım diye düşünüyorum o ana sıkışmış halimle. Sonra inanmaya karar veriyorum o sese. Tam inanıyorum, beni en büyük korkumla yüzleştiriyor.

Nasıl korkmayayım diyorum şu anda şimdiki halime dönüp. Cevap gelmiyor. Hatta öyle ki karşımda kimse yok. Sadece olmayan bir Pace Is the Trick var çalan. Diyor ki şarkı:

"And to all the destruction in men
And to all the corruption in my hand
And now I select you, slow down I let you
See how I stun see how i stun"

Her şeyin ayan beyan ortada olması ama görülmemesi hala şaşırtabiliyor bazen; ne garip?!

Cumartesi, Ocak 12, 2008

"You're the tall kingdom I surround..."

Bazen siz farkına varmadan birisi girermiş hayatımıza, tüm yaratıcılığını kullanarak her şeyi bizim için daha güzel yaparmış. Bu da binlercesinden biriymiş. Bu sözleri çok mutlu olduğum bir anda dinlerken, bu düşüncenin olağanüstü olağanlığına takılıp kalırdım; o takıldığım yerde mutluluğuma mutluluk katardım herhalde. Şu anda bu halimde ise, bu sözlerin benim için dünyanın en absurd söz dizimi olmasının yanısıra, içimde dokundukları yerler gayet basit ve bayat noktalar. Epey de nokta atışı yaptılar hatta. Olağanüstülüğünü geçtim, olağandışı bile değil. O yüzden böyle sözleri gelecekte eğer mutlu bir anımda duyarsam, bu dediklerimi okuyayım, sarhoşluktan uzak bir kafayla ne neymiş, ne değilmiş göreyim diye yazıyorum.

Diğer yandan The National denen, bu yazıma bir şekilde damgasını vuran, mutluluk anlarımda kulaklarımda çınlayan bu grup ise, yine bu halimde ağzımda buruk tatlar bırakmakta. Apartment Story'nin klibi pek bir hoş, bendeki yerleri pek bir nahoş. Umarım bir gün bu gruba hakları olan o değeri gönül rahatlığıyla vereceğim. Şimdilik gönül rahatsızlığından dolayı kendileriyle pek barışık değilim, kendimle olamadığım gibi.

"but i’ll be with you behind the couch when they come
on a different day just like this one"
(Bu kısmı kopyaladığım kaynak... Sana artık hiçbir şey diyemiyorum.)

Bir önceki yazımda Pagan Poetry'e yazdıklarımı okudum dün o yazıyı yollamadan hemen önce. O yazıdaki sözler öyle akmışlar ki içimden, o sözlerin o şekilde doğalca dışavurulması çok garip geldi okurken dün onları. Bu kadar safça yazabildiğim, içimdeki temel noktaları kendiliğinden ve hiçbir kapalılığa ihtiyaç duymadan, "ikame" eden sözleri kullanmadan ifade ettiğim öyle bir şeyin hayatıma bir daha giremeyeceğinden korkuyorum. Girmesi ise apayrı bir korku unsuru. İki korku arasında ilkini tercih ediyorum her seferinde. Diğerinin beni götüreceği yer belli değil çünkü. İlkinin götürdüğü yer de Pagan Poetry yazımın beni şu anda getirdiği yer ne de olsa. Daha ne kadar dibe inebilirim ki?