ipod etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ipod etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Ağustos 21, 2008

"Her neyse, demek istediğim dudaklarının şeklini ezbere çizebilirim..."

Bir ayda üst scroll'u bozulan bir mighty mouse'um vardı. Geçen hafta Panora'daki Karakayalar'a bıraktım kendisini. Bu aralar nasılsa bana ait olan veya benimle yakından ilişkili her şey bir tarafını bozuyor, kırıyor vs. Mouse'um da nasibini aldı tabii ve ben buna hiç şaşırmadım.

Gçen gün mouse'un onarılmış olduğunu haber verdiler ancak bugün gidebildim almak için. O sırada kızkardeşimin arkadaşı C. iPod'unun üç defa bozulmuş olduğunu ve artık daha ne yapması gerektiğini sorarken, daha lafı bitmeden gayet sevimli ve işi için gayet ideal bir sevimlilikte olan satış görevlisi atladı ve gülümseyeek gayet de naif bir şekilde şunu söyleyiverdi:

"Kadınlar çok sabırsızlar, eject etmeden aleti çıkarıveriyorlar. Sonra da bozuluyor tabii."

Sonra hiçbir şey olmamış gibi devam ettik alışverişe, eve geldik. Ben bugünkü işlerimi hallettim. Tam o sırada iPod'umu eject edecekken bu cümle aklıma geldi ve bu seferki yansıması epey ilginç geldi kulağıma. Kocaman bir genellemeyle iPod'u neden sürekli bozulduğuna kendinden emin bir tavırla saniyesinde cevabı bulabilmesine mi şaşırdım yoksa kadınların bu tavrının hakkaten varolduğuna mı yoksa yoksa bu adamın seksist bir satış görevlisi olduğuna mı anlam veremedim.

Bunun dışında haftasonu H. geliyor büyük ihtimalle. Onu Cuma gecesi gidip alacağım. Bir günümüzü beraber geçireceğiz. Orada burada sohbet ederek, bir şeyler içerek keyifli bir Cumartesi olsun istiyorum.

"Breaking and Entering" diye bir film var bir de. Jude Law ve Juliette Binoche oynuyorlar. Orada bir sahne var. Her bu filmi gördüğümde o sahneyi bekliyorum. O sırada ne iş yapıyorsam bırakıp içine giriyorum filmin bir anda. Kırılmış ve bozulmus bir evliliğin son zamanlarından birinde Jude Law karısına dönüp eski zamanlardaki hallerine geri dönmeleri için, beraberlikleri esnasında onları ne bu bozuk ilişki noktasına getirdiyse onu yoketmek istediğini söylüyor. Üstüne bir de kendisini en mutlu eden zamanlardan birinin de geçmişte bir gün karısının onun elini, hatırlamadığı bir nedenden ısırdığı andan bahsediyor, kadın ise ona bakıp nedenini hatırlamadığını ama o anı anımsadığını söylüyor. Üstüne kocasının elini tutuyor ve tüm o beraber eskitilmiş yılların yılgınlığıyla son bir defa güzel bir an yaratabilmenin cılız umuduyla ısırıyor. Gülümsüyorlar. "O zaman farklıydı ama" gibi bi şeyler söylüyorlar. Ama yine de gülümseyip yataklarına yöneliyorlar.

Az önce işte tam bu sahnede yakaladım bu filmi. Tam da paragrafa başlamamışken... Hüzün oldum buraya yazarken de. Her neyse... Öyle bir anda bulunmak istemiyorum ben sadece.

İyi geceler.

Çarşamba, Temmuz 23, 2008

"see myself sing..."

Her şeyin ne gerektiği ne de gerekmediği gibi gittiği bir günün sonunda evin sokağında eve doğru yürürken, karşıma çıkan üç şey günün anlamsız tadını alabildi.

Biri bana doğru koşan minik bir kediydi. Kendisinden büyük kulakları ve uzun tüyleri vardı. Onu severken epeyce gülümsedim, mutlu oldum. Kediler harika yaratıklar zaten. En berbat zamanlarımda bile, herhangi bir kedinin hareketlerini izleyerek gülümseyebiliyorum mesela. Bu bile onları harika olarak nitelemeye yeter.

Sonraysa bizim sokakta sahibiyle sabah yürüyüşlerine arada sırada tanıklık ettiğim ve bugün adının Venüs olduğunu öğrendiğim bir adet husky vardı; onnu gördüm sahibiyle yine. Bu sefer akşam yürüyüşüne çıkmışlardı. Venüs hanımefendi pek bir mağrurdu ama adını söyleyince üstüme atlamaktan kendini alamadı. Huskylerin yüzündeki o donuk ifadeye rağmen, nasıl bu kadar çocuk gibi sevimli görünebildiklerine hep şaşırmışımdır. Tabii bir de sahiplerinin sıcak yaz günlerinde soğuğa programlanmış bir köpekleri aldıklarından dolayı vicdan azabı çekip çekmediğini sorgularım hemen akabinde. Yazık çünkü bu sıcakta ben üstümde minik bir elbiseyle bu kadar bunalıyorken, eksi derecelerde korunmak için kendilerinde varolan o tüylerden nasıl bunalmıyorlar? Bunalıyorlar tabii işte... Yazık o yüzden.

Kedicikten sonra bir de Venüs hanımefendiyle hoşbeş ettim ve yüzümde komik bir gülümsemeyle yoluma devam ederken, birkaç adım sonra 7-8 yaşlarındaki bir kız çocuğunun elinde ufak bir top gördüm. Avuçlarının içinde tuttuğu bu topu mıncıklayıp, karşısında duran 10-11 yaşlarındaki erkek çocuğuna bir şeyler söylüyordu. Şöyle dedi tam ben aralarından geçerken kısık gözler ve korkutucu olmak için garip bir şekle soktuğu sesiyle:

"Bu topla seni çöpe fırlatacağım. Çok canın yanacakkk!"

O an bu cümleler bana o kadar sevimli ve komik gelmiş olmalı ki, kıza dönüp istemsizce, gözlerimi kısarak "Uuuuuuu çok korkuuunç!" dedim yine gülümseyerek. İki çocuk da bana baktılar kocaman güldüler. Süper hiper hissettim bir anda. O mutlulukla 15-20 adımda apartmanın kapısına vardım. O 15-20 adımda ise uzun süredir kulaklarımda müziğim olmadan dışarda adım atmadığımı ve aslında hayatın ben yürürken etrafımda olan biten kısmını kaçırdığımı farkettim. O kadar kendime dönmüşüm ki, yanımda birisi yokken tek başıma etrafta dolanmaya çıktığımda veya bir yerden bir yere giderken en az yürümemi sağlayan ayaklarım kadar normal bir uzvum haline gelmiş kulaklıklarım. Daha dış dünyaya adımımı atmadan kocaman çantalarımdan kulaklığımı ve iPod'umu bulma çalışmalarına başlıyor, sonra onları istediğim konuma getirmeden dış mekanlara çıkmıyormuşum. Çıkınca da kocaman bir köpük baloncuğun içinde hayatı film tadında, fon müzikleriyle algılıyormuşum. Ama bunu yaparken tamamen kurguladıklarım varmış algıladığım. Aslında algıladıklarım kurgularımmış ve gerçekle kurgularımın alakası yokmuş. Hayat gerçekte, adım başı gülümsetebilen bir şey olabiliyormuş arada sırada. Mutlu oldum kendimle ilgili bunu keşfedince. Bundan sonra kulaklarımı içime değil dış dünyaya kabartacağım sanırım bir süre daha.

Kontrollü ve şartlı değil de rastgele gülümseyeyim biraz da. Hem Sigur Ròs ne demiş bir şarkısında:

"the peace was gone
balance leaks out
i fall down
slide forward
through my head
i always return to the same place
total silence
no answer
(but) the best thing god has created
is a new day"

Tam olarak şu şarkısında hatta.

Çarşamba, Nisan 02, 2008

Demon Apple

Güzel güzel haberleşiyoruz onunla. Bu mutluluk verici epeyce.

Dün ve bugün yani aslında dün ve ondan önceki gün iPod'um çıldırdı. Tanrılar öyle çıldırmış olmalı ki sürekli "Low Battery" şeklinde cevap verdi kendisi. Mucizevi bir şekilde, artık tam da ondan ümidimi kesmiş, yeni iPodlara isteksizce bakınırken nette, bir anda kendi kendine canlandı. Tam da tüm umutlarını tüketmiş yeni bir şeylere isteksizce de olsa başlangıçlar yapma isteğindeyken eski sevgilinin araması gibi ilginç oldu bu geri dönüş. Ama tek farkı tamamen mutlu etmiş olmasıydı. Diğerinde türlü saçma hisler birbirlerine girmiş halde olurdu.

Bazen hasta olsam diyorum; böylece yapmak istemediklerim için geçerli bir bahanem olurdu ama maalesef olamıyorum hasta. Yürüyüşler yapıyorum dışarda serin havalarda üstümde çok da bir şey yokken. Olmuyor.

Onun dışında her şey epeyce olağan seyrinde devam etmekte. Ne yazık ki her şey için mantıklı açıklamalarım var ve bahanem kalmamış hiçbir şey için. Saf gerçek neyse onu görüyorum, söylüyorumi algılıyorum. O yüzden de etrafımda çok kişi barındırmıyorum sanırım. Dokuz köyden kovulana kadar da bu böyle sürecek gibi.

Bir gün içindekileri çıkarmak zorunda kalmadığım o biriyle aynı odada olmak, ona gözucuyla baktığımda huzurla dolmak istiyorum.

Pazartesi, Mart 31, 2008

"...and float in space and drift in time"

Werchter'e gitme fikri çok mantıklı gelmekte. Ayça'yla da konuşacağız daha K. ile. Aynı hafta içinde Ayça, Brüksel, Radiohead ve Sigur Rós'u bir hafta içinde görüp yaşamak pek keyifli geliyor kulağa.

Keyifli şeyler yapmaya çalışıyorum bu aralar, özellikle de evde. Ama nedendir bilinmez yaptığım şeyler istediğim gibi olmuyor. Aslında en güzeli fırsat buldukça bu yağmurlu havalarda, yatağıma uzanıp gökyüzünü izlemek boş boş. Belki uzun zamandır unuttuğum ve nesnesini kaybetmiş daydreamlere dönmek iyi bir fikir olabilir. Eskiden daydreamlerden uzak durmaya çalışırdım sonunda istediklerimin gerçekleşmeyeceğini bildiğimden. Şimdi istediğim bir şeyler olmadığından limitlerim yok ve sınırsızca hayal kurabilirim. Demek ki neymiş gündüzdüşlerine beklentileri sokmamak ama sadece düş/hayal kurmak gerekiyormuş. İsminde "düş" diyor zaten. Beklentileri oraya sokarak onları hayal haline getirmenin bir anlamı yok sanırım.

Yılın ilk çileğini yedim bugün. Geçen sene yine bu zamanlarda yemiş olmalıyım çünkü daha ilk seferde hemen öyle bir ana gittim. O anda E. vardı. Oturmuştuk yatağımda. Ben bir yandan konuşuyordum bir yandan çilek yiyordum. E. çilek, erik ve kiraz yediğim zaman beni izlemeyi çok sevdiğini söylemişti. Gülümsemiştim.

Yeni yeni grupların albümlerini indiriyorum ama dinlemiyorum. iPod'um da bugün bir garipti zaten. Şarj edemedim kendisini bir türlü. İnat etti. Her şarj oldu artık dışarıya çıkıp dinleyeyim dediğimde, "Low battery" diyerek beni hayalkırıklığına uğrattı. Twitter sayesinde M. ile mesajlaştık. Sağolsun imdadıma yetişti telefonuna giden Twitter mesajımdan sonra. Ümitliyim bu sefer yanıbaşımda şarj oluyor diyorum ama göreceğiz birazdan gerçekten düzeldi mi diye.

İçim bomboş. Hiçbir şey istememek, günlük ufak tefek sorumlulukları hayatımın en büyük sorunları haline getirmeme neden oluyor. Sonra o sorunlar kendileri gibi ufak tefek çözümlerle sonuçlanınca, bomboş halime geri dönüyorum ve buraya koşup bir şeyler yazmak istiyorum. Sonra da şimdiki gibi hiçbir şey yazamayınca sinirleniyorum. Aslında sinirlenmemek lazım. İyi bir şey insanın içinde kusacak mide bulandırıcı bir şeyleri olmaması.

Bazen de sırf sorun yaratayım kendime diye, eski yaraları kurcalıyorum. Onlar da beni pek kaale almıyorlar; "Düzeliyoruz biz, tamam artık yeter" diyorlar. "Peki" diyorum ben de. Paul'un beni kızdırmak ve böylece ilgimi çekmek için gözümün içine bakarak bir şeyleri devirmeye çalışması ve ben ona kızmayınca, bütün heyecanını ve umudunu yitirerek yanıma gelip uyuklaması gibi bu durum aynı. Heyecan arıyorum ama üzülecek bir şeyim olmadığı gibi sevinecek ve mutlu olacak bir şeylerin hayatımda bulunmaması çok sıkıcı cidden de.

Televizyon açık evdeyken ben sürekli, vızıldıyor bir şekilde. Tüm gün, günün ve hatta son zamanların en önemli olayı üzerine insanlar yorum yapıyorlar. Bir taraf kapatılsın istiyor AKP, bir taraf da kapatılmasın diyor. Kapatılmasın diyenler ikiye ayrılıyor: Demokratik değil diye itiraz edenler ve AKP destekçileri. Ben kapatılmasıncıların "Demokratik değil" diyenlerinin tarafındayım ama kapatılsın da diyor bir yanım. Bir olaya her açıdan bakma ve verilecek her türlü karara, kural koyan her türlü otoriteye muhalefet olmak gibi bir takıntı sahibi insan olarak her ne karar verilirse diğeri gözönünde bulundurulmadı diye içim sıkılacak. Hem AKP kapatılırsa BKP açılır nedir ki diyorum hem de üstüne AKP'den sonra BKP ne manidar bir isim olurdu diyip dalga geçiyorum umarsızca... Yüzbin parçaya bölünmüşüz ve hiçbirimizin diğerlerinden haberi yok maalesef. Görsek, bilsek bile kaale almıyoruz, görmezden geliyoruz. Ülkede hiçbir şey iyiye gitmiyor. Ne güzel.

Ülker çikolatalı gofret zaten yeteri kadar lezzetli junk food klasmanında ara ara öne çıkan bir yiyecekken, neden üstüne lacivert bir daire üstüne beyaz iğrenç bir fontla "NEFİS" yazma ihtiyacı hissedilmiş anlayamıyorum. O ibareyi görüp bunu sırf merak için alabilecek insan, zaten yıllardır bu gofreti yememiş tek kimse kalmadığından yoktur. Bir de eğer varsa öyle biri (gerçekten de ancak bir kişi olabilir varsa) o "NEFİS" ibaresini gördükten sonra almak istemeyebilir bunu. İşlevsiz ve yazık olmuş.

Bu haftadan istediğim tek şey ileride panik olduğunda onu tamamen sakinleştirebileceğim ve hatta onu sakinleştirebilecek tek insan olabileceğim birini görmek, tanımak. Gel buraya diyip saçlarını sevip iyileştirebileceğim biri. Öbür türlü artık kendimi aynı o "NEFİS" yazısı gibi işlevsiz hissetmeye başlayacağım yavaştan.

Pazartesi, Mart 03, 2008

Dear iTunes, please restore my iPod

Gün geçmiyor ki iTunes yeni bir hata çıkarmasın. Nedir bu programdan çektiğim diyeceğim ama bu vakit oradan bir Apple kafa olan Muzo çıkacak, "Mac al o zaman" diyecek ama ufukta öyle bir şey görünmüyor yakın zamanda. iPod'umu restore etmeye çalıştı az önce adi program. Nefret etmekteyim kendisinden. Öyle işte. (Son olarak bu yazıyı bitirmeye yakın artık daha fazla troubleshootingle uğraşacak halim kalmadığından, aldığımdan beri hiç yapmadığım o restore işlemini yaptım sonunda; hayırlı olsun bakalım)

Onun dışında her gün daha daha iyileşiyorum ben. Bugün sınıfta bir an sorulan bir sorudan hemen sonra ilginç bir aydınlanma anı yaşadım. Metafizik kafalar "revelation der sanırım buna. Ama benim kafama düşen şey ise daha ziyade şöyle bir şey olabilir:



Aklım tıkır tıkır işlerken, bana iyi hissettiren yerlerde dolaşıyorsa benden daha keyiflisi olmuyor. Herkese kafasına bu kitaptan bir adet diliyorum. Arada bir düşsün, bizi kendimize getirsin.

Yeni olan her şeyi hayatıma doldurma isteğim tekrar içimdeki yerini aldı. Heyecanla önündeki sahnedeki oyunu ve oyuncuları bekliyor kendisi. Onun dışında eskilerle de barışık haldeyim. Eskiden kaçtığım bazı anılar, görüntüler, kişiler, müzikler, kokular etkilemiyorlar beni. Geçip gidiyor her şey kendi olağanlığında. Bu çok güzel bir şey. Geçtiğimiz aylarda birisi beni arayıp "Şu hale geleceksin" deseydi, "İnanmam" diyip kapatırdım Vodafone reklamındakiler gibi. Maksat karşı tarafa fazla yazmasın.

Pazartesi, Şubat 11, 2008

"Ghosts in the photograph never lied to me..."

Bugün içimde birini daha Apple ailesine katacak olmanın mutluluğu vardı. Kızkardeşim Apple'a attığı tüm o boklardan sonra bir gün elinde 16lık (yaş gibi oldu değil mi) iPod Touch ile geldiğinden beri hayatta herkesin bir gün bir Apple oyuncağı olacak diyordum ki D. dün bana bir iPod'da kendisinin istediğini söyledi. Ben de onu yalnız bırakmadım tam da onun istediği gibi. Cepa'ya gidildi. Apple Premium Reseller'dan 80 gblık bir iPod almayı umarken, 160'lıkla çıkıverildi. Çocuklar gibi şendik. Bana neyse artık.

Sonra... Birkaç gündür Lost'un 4x02'sini izlemeye çalışıyorum. Evet, bu kişisel Lost tarihimde bir ilk. Tam izleyeceğim diye oturuyorum başına, takriben yirmi dakika sonra uyuklamaya başlıyorum. Yorgunum çok. Ne kadar uyusam yetmiyor. Geçen on aylık sürede çılgınca ayık geçirdiğim gün ve gecelerin ("What was that for?") acısı çıkıyor sanırım.

Esenboğa'ya beş dakikalık mesafede bir yerlere gidiyorum son bir aydır. Her gidişimde o camisiz minarelere gözüm takılıyor. Arada kulağımda "Ben otelde kalacağım" diyen bir ses yankılanıyor. O yolda, üzerindeki tüm anıları tüketene kadar gitmek istiyorum ve sanırım başarılı olacağım.

Biri var Koç burcu. Bir yerde tek sevdiğim adam kendisi. Verdiği ayarlarla, söylediği sözlerle beni çok eğlendiriyor. Pazartesi ve Perşembe günlerini tek eğlenceli kılan kişi o. "The Fountain" diyince ben, o Duchamp diyor. Daha ne olsun! İyi ki var işte.

Geçende Medea rüyalarımla ilgili ilginç bir çıkarım yaptı. Onunla ilgili daha net noktalara vardığımda yazmak üzere kendime bir hatırlatma bırakıyorum bu yazıya ve artık yatayım diyorum.

Uyku hiç bu kadar güzel gelmemişti.