kronos quartet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kronos quartet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Ocak 14, 2009

"`Hayatımın fonunda çalsın istiyorum` gibi klişe cümleler falan... Hiç yakışmıyor"

Ne zaman Mùm dinlesem aklım uçuyor. Sonra toparlamak için yazı yazmaya ihtiyaç duyuyorum. Yazınca sanki her şey düzeliyormuş gibi uçarı ve hayali bir düşünceye sahibim. Kimsenin bu konuda beni haksız çıkarmasını isteyemeyeceğim.

Mùm'dan dolayı aklımın daha fazla uçmaması için Kronos Quartet'lerimi çıkardım. İçimde ne kadar saçma sapan kırıntı varsa hepsinin üzerine salmayı bir görev edindim. Önce zamanında H.'ın bana yüzlerce albüm yazdığı dvdleri buldum. Sonra onların içinden Kronos'ları seçtim. Bu adamlara hayranlığım o listeyi her gördüğümde artıyor. Alfred Schnitke'den Jimi Hendrix'e, Philip Glass ve Arvo Pӓrt'tan Sigur Ròs'a herkesi çalmış olan bir grup bu. Ha bir de sanırım Clint Mansell ile beraber bir The Fountain felaketi vardı. Felaket dediğime bakmayın, benim felaketim oldu o albüm ondan öyle bahsediyorum hakkında. Bir de Mogwai çaldılar mı her şey tam olacak diye düşünmekteyim.

Mogwai demişken, geçenlerde Mogwai ile ilgili bu zamana kadar nasıl olur da öğrenmediğime şaşırdığım bir şey keşfettim. Kendilerinin sene bilmemkaçta çekilmiş Zinedine Zidane üzerine yapılan bir belgeselin soundtrack albümünü yaptığını öğrendim. Çok şaşırtıcı değil mi? Yaa...Kanıt isterseniz tam burada. Ha bir de tam o last.fm sayfasından bir yorumu da iliştireyim albümle ilgili: "Was Zidane's life sad or something?" Hakkaten sorası geliyor insanın.

Onun dışında şimdi aklıma geldi de, son on yıldır en popüler terimlerden biri de "hayatımın soundtrack'i" lafı oldu belki de. Ne zaman bir şarkıyı/albümü/grubu çok sevsek, hemen hayatımızın soundtrack'i yapıverdik. En azından ben birkaç şey için bu lafı söyledm. Mesela spesifik olarak söyleyecek olursak, şimdi buraya yazarken aklıma gelip şu anda dinlemeye başladığım, zamanında "tavuklu makarna"dan hemen önce bir listede yer almış Sigur Ròs şarkısı "Svo Hljótt", Mogwai'nin "Take Me Somewhere Nice"ı veya Radiohead'den onlarca şarkıyı buraya sayabilirim herhalde. Bu dediklerim hala hayatımda soundtrack olsun istediklerim aslında. Bir de dönem dönem takılıp kaldığım ve öyle olsun istediğim ama hevesim geçince bir yerlere kaldırılanlar var. İsimlerini vermek istemiyorum zira bir gün açıp dinlemek isterim, trip atarlar, iTunes sapıtır, hata verir falan... Hiç ihtiyacım yok.

Böyle böyle bir sürü müzik hayatlarımızın arka planında dursun istiyoruz falan belki ama hani iyi bir müzik yapsaydım ben o müziği kimin hayatına fon müziği yapmak isterdim bilmiyorum. Mogwai elemanlarının da herhalde Zidane sevgisi olmasaydı, o albümü yapmazlardı. İki tarafı da birbiriyle ilişkilendirmek pek ilginç. Ben bir aydır daha yeni yeni alışıyorum o albümün varlığına mesela.

Şimdi aklıma geldi de, arada bir eğlenmek için insanların hayatlarına fon müziği seçmek de zevkli olabilir. Onların yaptıklarını o müzik eşliğinde izlemek, hatta o müziğe göre onlara tepkiler vermek de fena bir fikir değil sanki. Klipteymiş hissiyatı yakalanabilir. Veya canımı sıkan bir insana sevmediğim albümlerden soundtrackler hazırlamak (bkz: seni kınıyorum ve sana çok pis soundtrackler hazırladım) pek keyifli. Sevdiğim adamın hayatı için kendim için seçtiğim fon müziklerimi kullanmak da ilüzyon ve ötesi durumlar yaratabileceğinden pek yıkıcı olur diye düşünüyorum. Aman aman... Her şey ayrı ayrı daha güzel.

Sigur Rós sponsorluğunda bir rüyaya daha yelken açayım diyorum. Güzel rüyalar göreyim, harika bir sabaha uyanayım. Andvari hissiyatında bir gün geçireyim. Hoplendik moplendik ama gizli gizli "I love youuu" diyor bu şarkıda Jónsi bir de. Ha tabii o "I lóve yòú"dur olsa olsa. Kimse duymasa bile ben duyuyorum. Öyle evet.

Çarşamba, Temmuz 09, 2008

"Put down all your weapons, Let me in through your open wounds”

Bugün değişik bir şeyler yapasım var. Eğer uğraşmayı tercih edersem, ki uğraşmaya tercih edebileceğim başka bir aktivite de yok ama benim aklım belli olmaz, buraya değişik bir şeyler post edebilirim. Saçma bir video çekerim belki odamda. Beni Red Sea söylerken izleyip, komikliğime gülebilirsiniz. Veya belki de sesli bir post hazırlarım. Böylece klavyede yazacağıma konuşurum rahat rahat. Siz de okumak zorunda kalma dinlersiniz beni. Öyle samalıklar var aklımda işte.

Yazarların yaratım sürecini yazarken çeşitli dil oyunlarıyla, laf cambazlıklarıyla okuyucusuna yansıtması diye bir şey var ya hani. Bunu daha materyalize etseler keşke. Yani yazar, çalışma masasına oturduğu andan itibaren bir ses kayıt cihazıyla kaydetse sesleri. Hiç ses çıkarmayabilir. Kağıt kalem veya klavye sesi de olabilir sadece bu kayıtlarda. Sonra kitapla beraber bu kayıtlar da cd olarak satılsa ve hatta cd'nin ve kitabın içinde yönlendirmeler olsa. Dil öğrenirken kulanılan çalışma kitaplarının cdleri gibi, dosyalara ayrılsa ve nerede hangisinin dinleneceği satır aralarında belirtilse.... Böylece ailesiyle, arkadaşlarıyla, karısıyla, kocasıyla, sevgilisiyle, kardeşiyle yaptıkları saçma sapan "Yemek hazır bırak artık şu yazıyı" şeklindeki diyaloglarını bile duyabilsek. Yazarın bizim gibi biri olduğunu kitabı okurken dahi hissedebilsek. Böylelikle belki de daha anlaşılabilir kılabilir insanlar kitaplarını diye düşünmekteyim. Saçmalıyor da olabilirim bugün sürekli yaptığım gibi tabii...

Son Lux diye bir proje var. New York'lu Ryan Lott'un projesiymiş bu. A. geçenlerde geldi ve Glissando dinlediğim bir ara "bunu da dinle" dedi. İyi ki demiş. Dinlediğim anda en azılı dinleyicilerinden biri olabileceğimi gözümde canlandırabildim. Bu adamı araştırırken az önce kendisinin blogger profiline rastladım: Ryan Lott. Kendisine ait iki tane de blog var. Hemen girip bakabilirsiniz. Ben baktım ve lottmusic adlı sitesinin içeriği kendi projelerinin tanıtımı için ayrılmış gibi daha çok. Arada da "bu aralar bunları şunları dinliyorum yapıyorum" diye günlük tadında yazılar var, benimkinden daha günlük olmasın. Bir de dj doc isimli biriyle yazdıkları ayrı bir blog var. Onun adı da 2% milk. Şöyle bir şey yazmışlar ilk post olarak:

"Thursday, April 20, 2006
What is in the fridge?

Friends, family, fellow musicians and everyone else. We got some 2%. What is that? The combinations of the collective coolness and collaborations of two unique individuals. There will always be some freshness here. Check it out."

Ve fakat taa o zamandan bu zamana kadar seneler geçmiş olmasına rağmen, hala 6-7 post'la duruyorlar. En sonuncu post yine 2006'da hatta. Evet sayın okuyucular, gün geçmiyor ki bir blog daha kaderine terkedilmesin...

Velhasıl At War With Walls & Mazes diye güzel bir albümle Son Lux'la tanıştım ben. Ama sırf deneysel olacağız diye işin suyunu çıkarmamış Ryan bey. 6 yaşından beri bir aile geleneği olarak aldığı derslerin hakkını verircesine piyanolarla sakin sakin ilerleyen, ambient tadı yakalayan müziğinde bir anda Kronos Quartet'i aratmayan yaylılar iki büklüm oturduğunuz sandalyenizde size "dik otur bakiym" diyen bir teyze gibi söz dinletiyor. Hip-hop beatleri ve elektronik iniş çıkışlarıyla fazlasıyla dinlenilebilir müziklerine Last.fm'de birilerinin uygun gördüğü başka bir tag ise "ethereal". Katılıyorum çokça. Bazı şarkılarını myspace'ten de indirebiliyorsunuz. Oradakilerin yarısı remix olduğundan -ki epeyce güzel hepsi de ayrı ayrı, özellikle Son Lux şarkıları olan Throw, Pieces ve Break'e kulak veriniz diyorum ben.