Çarşamba, Nisan 29, 2009

"How did we ever?"

"Let's talk..."

Son bir saattir bir dinginlik var üzerimde. Ankara'nın gerim gerim gerildiği bugün, havanın bozmasıyla üzerimdeki stresi attım denebilir belki de. Şu an en sevdiğim halinde hava. Gri ve kahverenginin nadiren uyumlu olabildiği, her rengin olabileceği en güzel tonuna büründüğü bir 05:22 öğledensonrasıakşamadoğrusundayken, eve geldiğimde yaptığım ilk şeylerden biri, açık camdan içeri giren hafif serinlik ve yağmur sesiyle uyumlu bir müzik bulmaktı. Zor olmadı ve yine imdadıma Pj'ciğim yetişti. Bu aralar baya baya kapladı hayatımı sağolsun. Passionless, Pointless gözümü açamadığım sabahki dört saatte kafamın içinde çalıp duruyordu zaten. Şu anki dinginliğim de heyecanını kaybetmiş bir ilişkiye sakin sakin ithaf edilmiş bu şarkıdan epeyce uzakta. Tam tersi, içimde kolaylıkla dizginlenebilen ama hafif hafif kendini belli eden bir heyecan taşımaktayım. Bu heyecanı olabildiğince verimli kullanma niyetindeyim.

Bugün eve gelirken kulağımda klasik olarak fon müziğimle bir an aklıma geldi. Dün gece bir kuyruklu yıldız resmine rastladım bir sitede. Aklıma bir anda yerleştiğini hissettim. Bu resmin yerleşirken çıkardığı ani klik sesiyle uzunca bir süre unutmamam gereken bir şey olduğu anladım.

Meğerse aklımdaki çekmecelerden birine atmışım ben onu. Dali'yi takdir etmek lazım dedim çünkü aklıma hemen The Burning Giraffe gelmişti. Tam olarak öyle çekmeceler işte benimkiler de. Neyse, o kuyruklu yıldızın resmedildiği eserin bendeki yansımaları bugün tam da eve gelişim esnasında kendini gösterdi.

Çok küçüktüm, sanırım 14'tü. Yazlıktaydık. Pek sevmezdim yazlığı ve ordaki arkadaşlarımı. Ama işte vakit geçiriyorduk. Havuz, deniz, akşamları da oturup laflamak dışında başka bir şeyin varolmadığı yazvakti dünyamda bir gece çok ilginç bir şey oldu. O gece sürekli yürüme isteği içindeydim. Velhasıl artık benimle dolanacak kimse kalmayınca, tek başıma yürüyeyim dedim. Tabii olacakların farkında değildim. Sonra düşünceli düşünceli yürürken -ki acaba ne düşünüyordum o halimde, Pink Floyd'lar geçiş yapıyor olabilirdi aklımda- bir anda gördüğüm şey başımın üzerine ellerimi koydurup beni yere eğiltti. O karanlığın içinde, kimsenin gezinmediği o noktada üzerimden bir yıldız kaydı. Yani yıldız kaydı demek çok eksik kalıyor gördüğüm şeyi betimlerken, Hayatımda havada olup da bana o kadar yaklaşmış olabilecek başka bir cisim olmamıştı, kuşları ve sinek, böcekleri bir tarafa atıyorum tabii.

O kadar yakınımdan geçmesi bir yana, geçerken çıkardığı hışırtılı ses, geceyi bir anda gündüze çeviren ışığı ve devasa ateş topu görüntüsü bir araya gelince Lost adasında Black Smoke görmüşe döndüğümü söyleyebilirim. Bir yandan korkmuştum bir yandan da gözümü ondan alamıyordum. Küçükken yatmadan önce en az yarım saat yatağımdan gökyüzünü izleme sebebim bir anda pencereden içeri girecek bir vampir veya uzaylı hayaliydi. Bu o hayalin olabilecek en gerçek haliydi sanırım.

O anda içimde beliren heyecan, nefes nefese kalışım, büyülenişim sanırım o kadar büyüktü ki, yine bikaç sene sonra üniversitede bir derste işlenen "sublime" temasının bendeki yansımasında tam olarak o anı görüp heyecanlanacaktım o zamanki kadar olmasa da, onu aratmayacak kadar. Bugün farkına vardım ki heyecanlanma eşiğimi yükselten şey bu olmuş. Onun dışında başka hiçbir an o kadar büyülenmemiş, o kadar nefes nefese kalmamışım. Ama ona yakınsayabilecek zamanlarım olmuş evet. Ve yine fakat ve maalesef o kadar heyecanlı anlatmamışım hiçbir anımı bunu zaman zaman birilerine anlattığım kadar.

Şimdi hayatımda elle tutulur bir heyecan olmadan bu dinginliğimi koruma isteğindeyim. İçimdeki heyecanı biriktirip biriktirip sonunda gun bir anda ufacık bir göz kırpma anında kimseler bilmeden patlatmak son zamanlarda edindiğim en büyük amaç olabilir. Ciddiyim. Bunu neden yaptığıma gelince, o kocaman ateş topu her ne ise artık, onun kadar beni kendiliğinden aynı anda hem korkutabilecek, hem şaşırtabilecek ve hatta büyüleyip delice heyecanalndıracak başka hiçbir şeyin olmadığına uyanmış olmalıyım; ondan sanırım. Böyle değildim ben. Her beni çok heyecanlandıran olayda veya durumda bütün heyecanımı o andan ve durumdan ödünç alırdım. Şimdi ise bu aynı anda vuku bulan dingin ve heyecanlı hislerin birbirini dengelemesinin ne kadar mucizevi bir şey olduğunu farkediyorum yavaştan. Tüm yaşam enerjisini kendinden alabilmek ve bunu kullanabilmek, her hissi kendi kendine zaten yaratabiliyor olduğunu farketmek... Waking Life adlı filmi daha ortalıkta yokken ismiyle beraber rüyamda görmem kadar mucizevi bir geçiş bu bence.

Takdir edilesi, ellerimden öpülesi. Sırayla ama.

Happy Happy Joy Joy!


Evlilik söz konusu olduğunda içimde çok az şey kıpırdanır eskiden beri. Hatta birilerinin evlenmesini sıradan bir olgu olarak görürüm ve gülümseyip mutluluk dilemekten başka bir şey yaptığım görülmemiştir. Öyle absürd mutluluk tepkileri, çocuk görünce şapşallaşan kadın hallerine sahip olamadığım gibi, yüzümde veya hareketlerimde son gözlemlenecek şeylerden biridir. Ne var ki işte ya, iki insan evleniyor, herkes gibi.


Tabii bu çok da mutlu olmadıklarını düşünmemden kaynaklanıyor olabilir. Bu zamana dek sadece artık zamanı geldi diye evlenen insanları gördüğümden, duyduğumdandır herhalde olabildiğince yüzümü iki yana gerip gülümseyip söylenebilecek klasik sözleri söylemişimdir.

Hatta daha da fazlası en sevdiğim arkadaşlarımın düğünlerine gitmeyişimle ünlü bir insanımdır. Bu zamana dek katıldığım bir iki tane düğün oldu mesela. En son E. beni kocası olarak, tanımadığım arkadaşlarının düğününe götürmüştü buraya geldiğinde. Güzeldi evet ama garip ve boş gözlerle etrafı seyretmiş ve olabildiğince içip, eğlenmeye bakmıştım sanki arkadaşlarımla bir yerlere içmeye eğlenmeye gitmişim havasına gireyim diye.



Lakin ters tepki de verebiliyormuşum. Dün tam da bu saatlerde, Y. bana C. ile evlendiğini söyledi. Bu 24 saat boyunca ve hatta hala yüzüme gülümseme yerleştiren az şeyden biri oldu. İlk duyduğumda verdiğim tepkinin absürdlüğü zaten yanımda biri olsaydı da anlatsaydı herkese diyebileceğim türdendi. Ağzım açık, Y.'in bana gtalk'tan verdiği haberi bir süre donmuş halde okudum. Anlamaya çalıştım. Ama yetmedi. Aradım, konuştuk. Hiç bu zamana kadar bir evliliğe bu kadar sempati duyabileceğim aklımın ucuna gelmezdi. Sırası geldi diye evlenmek değil bu çünkü. Aksine zamanından önce büyük mutlulukla alınmış bir karar. Geçen yaz nişan, bu yaz düğün kronolojisini kırıp araya "when" ile başlayan bir simple past cümle gibi aniden o sırada yapılan progresif işi yarıda kesen türde. Hatta insana "What were you doing when they got married?" sorusunu sordurtabilecek kadar eğlenceli.



Öyle güzel evlenmişler ki bir de, anne babalarına söylemeden herkesten gizli Bozcaada'da (hatta nasıl bulmuşum bu fotoğrafı, sanki yanınızdaymışım gibi -evet süperim), minik bir kıyıda, sahile bir tane masa atıp, ordan burdan nikah şahitleri bulmuşlar. Nikah şahidi konusunda trip atabilirim ama daha 9 günlük evli yeni çiftimizi dırdırlarımla yormak istemedim. Bu fotoğraftaki sandalye ve masa benim oradaki varlığımı sembolize ediyor zaten. Anı şekilde o kedi ama balıkçı amcayla ilgili bir tahmin yürütemiyorum şu anda maalesef. Vardır onun da bildiği. Hem nasılsa bu yaz İzmir'de düğünlerinde, Y. ve C.'in yanında bir adet kukumav kuşu olarak yerimi alacağımdır. Buna güveniyorum bak.

Ayrıca buradan Y.'e sesleniyorum ve diyorum ki: beraber seçeceğiz senin gelinliği ve benim nedime elbisemi ama kati surette çiçekli bir şey olmayacak benimki, seninkini ise tahmin edebiliyorum "Straples ölsün zaten" lafın kulaklarımda çınlamakta. Ha tabii en önemlisi çok bir mutlu olun, mutlu edin. Daha her nerede yaşayacaksanız yanınıza geleceğim. Sizi seviyorum. Ay lav yuu!

Pazartesi, Nisan 27, 2009

Moderat - Moderat



Son zamanlarda güzel müzik sıkıntısı çekmekteyim. O blog senin bu blog benim, onlarca myspace sayfasından hiçbir sonuç çıkmadı. Hatta geçen Cuma'yı güzel müzik bulmaya adamıştım. Ama nerde tabii, herkes aynı müziği yapmaya sözleşmiş. Yavan sözler, yavan şarkılar, gitarlar hep aynı, ritmlerde meymenet yok. Bu ara içimde oluşan yenilik hissinden çok uzaktalar. Ve fakat bu yukarıdaki "Moderat"lar ki kedileri Modeselektor ve Apparat'tan oluşmakta, durumumun umitsizliğini tersine çevirdi sonunda. Thom Yorke'un Modeselektor ile ilgili "it's the shit" diyerek övgüler yağdırdığı söyleniyormuş hatta hatta ki bir de benim Modeselektor geçmişim Björk'e dayanmakta. Dolayısıyla kendilerini bu zamana dek uzaktan uzağa zevkle dinlemişliğim vardı Björk için yaptıkları remixlerle.

Modeselektor ikilisi Gernot Bronsert ile Sebastian Szary ve Apparat insanı Sascha Ring'in geçmişi ise 2002 yılına dayanıyor. Beraber yaptıkları çalışmalar için buldukları melez isim Moderat ile kolları sıvayıp güzel müzik yapmaya başladıkları sırada bir şekilde dağılıyorlar. Daha sonra geçtiğimiz sene yeniden bir araya gelip çaışmalarına kaldığı yerden devam ediyorlar. Geçtiğimiz günlerde de grubun ismiyle aynı adı taşıyan Moderat'ı çıkarıyorlar. Apparat ile ilgili pek bir şey bilmesem de, bu üçlünün harika bir kombinasyon olduğu konusunda kefilim ben. Öyle ki sanırım bir süreliğine kendimi bu albümü dinlemeye vereceğim. Bu aralar ki ruh halim ve havaların dengesizliğinin üzerine öyle güzel oturuyor ki bu albüm...

Basit ritmlerin ve seslerin elektronik yüzeyselliğinin, giderek içe doğru yayılan çok katmanlı atmosferik bir müziğe dönüşümünü dinlemekten sıkılabileceğimi düşünmüyorum. Dolayısıyla delice tavsiye etmekte de bir sakınca görmüyorum.

Pazar, Nisan 26, 2009

"He had chicken liver-balls"

Kafası koparılmış ve bir poşet içinde çöp konteynırına atılmış bir kızla alakalı olarak sorular sorulduğunda, köşeye sıkıştığını anlayınca "Ailesine sordunuz mu niye takip etmiyorlarmış" diyebilecek kadar pervasız ve daha burada sayamayacağım kadar kötü sıfatların isminin önüne eklenebileceği bir emniyet müdürü var İstanbul'un. Bilirim ki beddualarım tutar ve diyorum ki bu kötücül ve kontrol deliliğinden muzdarip benliği bir gün gözardı edip kaçırdığı bir hata ile en az bu kızcağızın ailesinin yaşamış ve bu kafa yapısına sahip olanların etik dışı uygulamaları ve iş bilmeyişleri nedeniyle hala yaşıyor olduğu kadar acıyla kıvranır yakın zamanda.

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki maalesef, başımızda bir şekilde çöreklenmiş insanlar hep böyle durumlarda en olmadık tepkileri verebiliyorlar. Nitekim yine doğalgaz sızıntısından zehirlenen gençler için yine bu türden insanlar(hmm) ve dahi yetkili kurumun başındaki insan(hmmmmm) tarafından bu insanların yılbaşı eğlencelerine bulaşılarak suçu ölenin üzerine atma gibi bir tutum sergilenmişti.

Artık istemeyerek de olsa maalesef kanıksamak durumunda olduğum bazı gerçekler var bu ülkeyle ilgili. Eşcinselsen, içki içiyorsan, herhangibiryaştasevgilisahibiolupcafelerdeordaburdasürten bir dişiysen veya kızlı erkekli gruplar halinde mutlu olmaya ve eğlenmeye çalışan bir insansan (ama cennette huriler nuriler kol geziyordu hani, nasıl bir yer orası?!) o sırada, ekonomik veya politik olarak senden daha üstün bir ünvana sahip olan herhangi bir insanın seni keyfine göre doğrayıp öldürmesi, bu yukarıda saydığım özelliklere sahip oluşunla meşru hale getiriliyor. Eh tabii "Allah'ın sopası yok"çuların hüküm sürdüğüm bir toplumun ahlakı ancak bu noktaya kadar gelebiliyor. Vicdanları paralize olmuş insanlardan veya "Allah"ları her nasılsa her güce sahip olup da bir sopayla insanın kafasına vurup, çocuğunu kendi çapında hınzırca severek ikaz eden bir varlık olmaktansa, kendini saklayıp doğalgaz bacasına sızarak onların canını alan veya küçük bir çocuğa başka bir küçük çocuğun kafasını koparttıran ve çöpe attıran bir "Allah" olmayı seçerse, o "Allah"ın kullarından da başka yorumları duymak istemek benim ahmaklığım.

Aynı Allah'ın bu insanlara aynı türden acılarla uzuuuuunca bir ömür vermesi en büyük dileğim.

Cumartesi, Nisan 25, 2009

Beach House by Black Cab Sessions

Sarıp sarmalamak isteği, zamanında ilk dinlediğimde çok da sevmeyişime şaşırmak, salak olduğunu bilmek ve sevdiğim her şeyin üzerine basıp geçmekten vazgeçmek istemek. Mekmakmekmak.

Steyt of Imörcınsi

Muzo sağolsun, şu anda Björk izlemekteyim. Kendisinin (Muzo değil) Royal Opera House'da verdiği konserdeki performansıyla geçen yaz burada izlediğimiz Fatma Girik bozması Björk'ten epeyce farklılıklar göstermekte. En son birkaç ay önce telefonda teessüflerimi bildirdikten sonra beni aramaya yüzü yok zaten. Bunu da okur ve hiç konuşmaz artık. Kendisi bilir.

Harm of Will şahane bir şarkı bunu hemen burada söyleyeyim. "If there is a man about town, It is he" demiş kadın. Daha ne desin...

Geçen gün, delirdiğim zamanlardan kalan son kırıntı sözlerimi de buraya döktüğüm gece yani, 80ler 90lar partisine gittik aslında. Hayatımın film şeridi gibi gözlerimin önünden geçtiği bir eğlence çeşidiydi. O dönemlerde pek alakasız durduğum Türk müziğiyle bu kadar içli dışlı olabildiğim başka bir zaman daha yoktu. Meğerse hepsi bilinçaltımda saklı duruyormuş. Her çalan şarkının sözlerine eşlik edişimde, yüzümde ekşi bir ifadeyle bunları nasıl biliyor olduğuma şaşırdım içimden, dışımdan. Dans ettik, geçen sene Nada civarlarını kasıp kavuran, milyonları peşine takmış ünlü Thriller dansımızı yaptık hatta.

Sonra tabii eve dönüşümle, şu ana oryantasyonumu sağlayacak bir şeylere ihtiyacım var diye düşünürken, Mogwai sağolsun(!) imdadıma yetişti. Sonra ben bir kustum buraya. Rahatladım uyudum sonra mışıl mışıl. Son iki gündür yaptığım pek bir şey de olmadı.

Flight of the Conchords'a başladım bir de. Pek sevimli geldiler herkese geldikleri gibi. Daha devam edeceğim onlara.

Arada dün Masumiyet'i izledim birinin G.'in sözünü tutarak. Filmden sonra onun sözünü hep tutmaya karar verdim.

Bugün ise Sonbahar'ı izleyecektim ki alışveriş yapma ve günümü rezil etmeme isteğim daha ağır bastı. Çıkıp bir şeyler alayım dedim. Nerde abuk şey varsa onları denedim. Aklı başında davranıp almadım ufak tefek şeyler dışında bir şey. Alsaydım bir de aldıklarımı giymek için çeşitli organizasyonlar yaratmak durumunda kalırdım. Bunlardan birisi kıyafet balosu, bir diğeri ise konser düzenlemek ve çeşitli kostümlerle sahne almak olurdu. O kadar fantastik...

Sanırım eski eğlenceli vakitlerime çılgın bir geri dönüş yapmış bulunmaktayım. Aklımda ıvır zıvır bulunmadan, beni mutlu eden ne varsa onlar dışında bir şey düşünmeden gülümseyip dans ettiğim vakitlerin başlangıcında emeği geçen herkese teşekkürler. Hatta birine daha çok teşekkürler. Anladıysan bir işaret gönder :)

Son olarak kapanışı "Björk'ü Google Earth'te nasıl buluruz" sorusuna açıklık getiren Joga klibiyle ile yapma isteği içindeyim. Hatta inanmazsınız ama:

"Emotional landscapes,
they puzzle me - confuse"


Perşembe, Nisan 23, 2009

The Field - The More That I Do




Salına salına dans etme isteği ve Cardinal Melon kokusu.

Mutlu İnsanlar İçin Mutlu Şarkılar

Bir uçabilsem tamamen neler olurdu kim bilir?

Bugün ilginçti. Şu an daha da ilginç. Her şey daha da ilgin. olacak gibi bir his var içimde. Her şey Boring Machines Disturb Sleep'in suçu. Yapılan hiçbir şey umurumda değil gibi görünsem de nafile.

"All your endeavour to get rid of me is futile" diye bir replik aklımda kalmış, o aklıma geliyor. Şu anda deli saçması gibi gelen bu sözlerin aslında içimde nerelere dokunabildiğini anlamak herkes için nafile bir çaba aslında. Gerek yok boşverin.

içimde çok acaip şeyler oluyor. Alışmas zaman alacak. Bugün zaten yeteri kadar hayatımı o eğlencenin içinde sorguladım. Sonra içine başka birilerini koydum. İlk defa güzel göründü gözüme. Hep öyle kalsa ne güzel olurdu. K. de onay verdi hem zaten. Şu haldeyken bir şeyler yazıyorsam uzun süredir olmadığım bir ruh halindeyim diye yazıyorumdur herhalde.

Bu yazı yarın kendini yok ederse şaşırmasın kimse, o zamana kadar da kimsenin okumaması nafile bir istek tıpkı o replikteki çabalar gibi. Kim bilir nerden çaldım zaten onu da.

Yarına anlatacaklarım var ama anlatır mıyım bilmiyorum. Sadece Happy Songs for Happy People sanırım hakkaten de çok aşağılık bir albüm. İnsanın içinde bulunduğu ruh halini bu kadar yoğun hale getiren, gün içindeki yüzeyselliklerle zorlukla gözardı edilebilmiş şeyleri su yüzüne çıkartabilen bir etki yaratıyor insanda. Küfrediyorum içimden şu anda baya baya ama buraya yazmak kötü olur şimdi. En azından küfür etmem literally kayıtlara geçmesin istiyorum. Türkçe'yi kullanışım konusunda herkesten daha çok ben küfrediyorum, hiç meraklanmayın. Durdurak bilmeyen kontrol deliliğim ise şu anda şu halimle yazıyor olduğum bu yazının her kelimesinden ayrı ayrı damlamakta. Bunun için ayrıca sinirliyim. Ne yaparsam yapayım kurtulamıyorum bundan. Bu halde bile nokta virgl düzeltmekteyim. İçten bir insan olduğumu da kim söyledi zaten deyip işin içinden sıyrılırım belki başkalarının gözünde ama ben hala kendi gözümde aynıyım. İşin kötü yanı da bu sanırım.

Daha da kötüsü uyumam lazım sanki artık. Daha fazla konuşursam, burayı sonsuza kadar kapatmak durumunda kalacağım sözler söyleyeceğim gibi gelmekte ve fakat eğer söylersem bazı defterleri de sonsuza kadar kapatıp yakıp yok etmem gerekeceğinden susmak istiyorum. Susmam gerektiğini dışarıdan birinin söylemesi gerekiyor. Yalnız başıma oturduğum için şu anda kimseden bir ses çıkmıyor o hale neden yazmayayım diyorum sabaha kadar. Sabaha kadar yazarsam hayatımda kalmak isteyebilecek tek kişi kalmayacağı varsayımında bulunuyorum. Sonra yine susayım diyorum. Biliyorum saçmalıyorum.

O yüzden uyuyayım ben. Uzak olan her şey bana uzak olsun. Veya bilmiyorum olmasın. Banane ya.

Ama hayır işte bir noktadan sonra uyunmuyor da. Buranın görüp gölebileceği en deli zırvası şeyleri yazıyor olduğum farkında olarak, boşveryorum. Mutlu insanların nasıl mutlu olabildiklerine şaşırıyorum. çok değil birkaç saat önce ben de mutluydum sanırım. Absürd şarkılar eşliğinde, komik danslar ediyorum. İnsanlara gülümsüyordum. Sonrasında ise büyük bir boşluk. Sanki Cymbals Eat Guitars'ın üç farklı havaya ve ritme sahip Like Blood Does'ı gibi, sabah yavaş ve ölü, öğleden sonra son dakikada yaşamaya karar verip geri dönen, sonra ise enstrümanların birbiriyle çarpışıp patlayıverdikleri o coşkuyla hayata yeniden tutunuş. En sonunda büyük patlama ve o sırada bir şeye ilk kez başlamanın verdiği salaklık, şaşkınlık, şapşallık (neden buna benzer kelimeler "s" ve "ş" içermekt acaba merak ediyorum) ve bilumum "ş"ler. Senin gibi yazmaya başladım sanki ama hayır yapmayayım bunu. Anlamsız olurdu. Bir şeyler söylemek zorunda hissederdim. Veya ne bileyim istersen de. Banane yine.

O big bangimsi son ve sonrasının ilk kez deneyimlenmesi. Çooook eski bazı anlara dönüş. "O"ları çoğalttıkça Google'ın akla gelmesi. "O"lara basınca farklı sayfalara gitme çağrışımı. Hakkaten o farklı sayfalar dolusu yaşanmışlığın bir anda film şeridi gibi bir saçmalıkla gözün önünden geçmesi. Bu kadar vefasız olmamalıyım demek. Kendi kendinin canını sıkmak. En çok değer verilmesi gerekenlere en az değeri vermek. Yine can sıkmak. Böyle bir loop içinde ne kadar daha yazabilirim diye düşündkçe loop'un doğası gereği sonsuza yakınsamak. Sonra o anda söylenmiş bir söz. O sözün hoşa gitmesi, verilen karşılık ve lanet olsun ki hala mutlu oluşlarda bir bit yeniği aramak. Manyak mıyım lan ben?

Olası bir gelecek hayalinin tedirginliğinin insanı uyumaya ve daha fazla düşünmemeye sevketmesi üzerine uyumaya direnmenin mide bulandırıcı, kelebeğin kanatlarındaki incelik ve dolayısıyla sevimsizlik çağrışımıyla alabora olmuş durumda gibiyim. Beni mutlu eden her anı kapamışım gibi bir his var içimde. His değil ki zaten ben bunu yazmıştım bir yerlere. Yazmış olduğum her şey üzerimde kocaman bir yükken nasıl ilerleyebilirim ki diye düşünüyor insan. Artık kendimi insan olarak düşünebildiğim tek tük an var. Bazı şarkıları dinlerken. Mesela bir Brainy veya bir La Ritournelle.

Normal insanlar nasıl yaşarlar? Bir şeylerin umuduyla sanırım. O olmadan yaşamanın da bir anlamı yok. Ama ben anormal bir insan gibi de hissedemiyorum. Hissetsem sanırım şu anda burada yazıyor olmazdım. Kuvvetle ihtimal yok olmuştum vesaire...

Ama nedir işte sorun, umut falan kalmasını bırakalım, insanı normal veya anormal kılan tüm unsurlardan sanki arındırmışım kendimi. Evet iyi bok yemişim. Bu apayrı bir konu tabii. Sanki Freddy'nin Kabusları serisindeyim de hiç uyanmamacasına yatmışım. Sürekli rüya rüya içinde. bir türlü gerçeye uyanamıyorum. Vyea ne bileyim gerçeğe uyanmışım da geri dönüşü istiyorum. Arada bir bir şekilde karşıma çıkan o geri dönüş fırsatlarında gülümsüyorum. Ama gerçek insan gibi. İçimde hiçbir farklı devinim olmadan kendi halimde gülümsemeyi o kadar çok özledim ki.

Özleme özürlü bir insan olarak böyle şeyleri özlemek aslında adetim değildir. İstesem de yapamıyorum. En son kimi özledin deseler soruya cevap vermek için 1,5 sene düşünmem gerekir. Sonra cevap versem de o hissi tanımlayamam hatta. Ama bazen belli anlarda verdiğim tepkileri özlüyorum. Mesela uykudan bir mesajla uyandırılmak. O mesajı görüp yüzündeki anlamsız gülümseyişle uyuduğum hayali... Canımın sıkılmış olduğu bir anda bir tek sözle mutlu olabilmek. Ama gerçekten mutlu. Yani o sırada en büyük sıkıntımı unutabileceğim kadar hayatımı feda edebildiğim bir mutluluktan bahsediyorum. öyle sadece yarım ağızla gülümseten bir mutluluk değil bu. Öyle mutluluğun canı cehenneme zaten. İnsanın zamanında deneyimlemiş olduğu mutluluk anları ne kadar büyük ve şiddetli olursa o denli büyk bir hayal kırıklığı yaşayacak olduğunu bilmesi ve dolayısıyla kendini olası mutluluk anlarına kapatması kadar gerizekalıca bir şey olabilir mi? Tabii ki olur. Kendisini yakinen tanıyorum. Bir öğleden sonrası kahvaltıda birinin başka birini Tribeca'da tanıdığı gibi yakinen tanıyroum hem de. Lanet olsun hepsine.

Yine de kimse yılmasın. Bu kadar konuşuyorum ama öyle bir mutluluk anının yanımda belirmesi üzerine ona dokunmayacak kadar basireti bağlanmış bir halde durabilecek bri insan olmadığımı umut etmek istiyorum ben. Benim gibileri -eğer varsa başka ki olduğundan şüpheliyim- bizi bizim gibi yapanları tıktığımız odaya atalım. Birbirimizi boğazlayalım. galip gelen ödülü kazansın falan filan.

Bir yerde sonlandırmam gerekiyor yazıyı. Yoksa kötü ifadeler tek tek dökülecekler buraya. Kimseye dokunmak istemediğim, kendim dışında başka "tek bir şey" ile "ilgilenebilecek" bir haldeyim. O şey de beni bulursa ve sonsuza kadar kendisiyle ilgilenme talebinde bulunabilse elimden geleni ardıma koymam ama sanırım where i end and you begin.

Hadi zil çaldı, burası kapanıyor. Dağılalım.

Salı, Nisan 21, 2009

Brian git saçlarını değiştir, adam gibi müzik yap

Hayat boyu böyle bir şarkıyı buraya ekleyeceğim aklıma gelmezdi ama üzgünüm. Sabah sabah derse girmeden önce bunu izledikten sonraki şaşkınlığımı öğrencilerimin önünde sergilemektense burada yapmayı tercih ettim.

Bir varmış bir yokmuş, eskiden bir Placebo varmış. Sonra bir bakmışız Bon Jovi olmuş. Ben de iyice nefret etmişim. Manyak mıyım ben, bir de konserine gideyim diyordum. Bu contexti kullanmak istemezdim ama o adam söylemese de ben derdim bunu şu dakika burada. O zaman gelsin bir "Bir daha da Placebo dinlemem ben". Ohh.

For What It's Worth

Deerhunter - Rainwater Cassette Exchange

Yeni Deerhunter şarkısı. Bir pire, bir arı gibiler maaşallah. Hastası mastası olmak.

Pazartesi, Nisan 20, 2009

I Wish I Was

Çarşamba günü saat 12:30 itibariyle Cumartesi sabahı saat 09:50'ye kadar yapacak işimin olmayışı bu gece beni anlamsızca mutlu etti.

Şimdi elimizde birkaç plan var. Birincisi tası tarağı toplayıp iki günlüğüne anne-baba ziyareti yapmak, ikincisi Eskişehir'e pek bir özlediğim Muzo'yu görmek ve hiç gitmediğim sokaklarını görmek için günübirlik uğramak, bir diğeri ise oturduğum yerde oturup, orası senin burası benim gezip, alışveriş yapıp, güzel filmler izleyip, müzikler dinleyerek birileriyle veya yalnız vakit geçirmek.

Aklımda bir İstanbul planı da geçmiyor değil ama sanırım bunu konserlere saklıyorum. Bir de zaten çılgınca uzaklaşasım var buradan artık. Yıllardır bunu söyleyip durup, tek tük girişimlerde bulunup, tembellikten hala Ankara'da ikamet ediyor olmam tak etti geçenlerde. Oturduğum yerde, bu yazın planını çıkarırken, kendi kendime sinirlenip, bir anda "Ehhh yeter be" demiş olmam bunun ilk işaretçisiydi. Bu yaz elimden ne geliyorsa yapıp, artık buradan çekip gitmeye niyetliyim. Olursa eğer bir daha buraya eş dost ziyaretleri dışında dönmemecesine giderim artık diye düşünüyorum. Aylardır da gelecek planlarımdan pek kimseye bahsetmeyişime bu paragrafla son koyuyorum.

Matthew Herbert dinlediğim bir dönem vardı. Yoğun olarak adamın türlü projelerini tüketiyordum o ara. Şimdi o döneme bir dönüş yaşamaktayım herhalde. Kendisinin her ruh haline uygun bir projeye sahip olması insanı kıskandırıyor.

Birkaç gündür süregelen sersemliğim bugün azalmıştı epey. Sanırım bunda öğleden sonra 1:30'da gözlerimi açmamın yeri epeyce büyük. Gece saat 2'den o saate uyuyunca, hayat daha normal, aklım daha yerinde çalışır hale geldi. Uykuyu sevmeyen bir insan olarak arada böyle uzun uykulara ihtyacım oluyor benim de. "Ben de insanım" veya "Human after all".

Dün gece de çıldırıp birkaç yolculuk fikri düşürdüm aklıma. Eşek kendi aklına karpuz kabuğu düşürebiliyormuşmuş meğerse. Başkasına da gerek yokmuş. Prag'daki Radiohead konserine bir bilet alma konusunda birkaç güne karar vermeliyim. O kararın olumlu olmasını tüm kalbimle istiyorum. Ama düşünülecek birkaç ekstra olasılık daha var. Bakalım.

Madem öyle sizi Doctor Rockit süsü verilmiş bir adet Matthew Herbert ile başbaşa bırakayım. Si ya.

Doctor Rockit - I Wish I Was

Boring machines disturb sleep

Sanırım en sevdiğim Mogwai şarkısının ne olduğunu anladım: Boring Machines Disturb Sleep. Gerek sıkıcı makinelerin, gerekse delme makinelerinin uykuyu bölmesi olarak çevirisiyle gönlümde apayrı bir yere sahipmiş. Her taraftan anlamlı canım.

Eskiden beri Take Me Somewhere Nice adlı lanet şarkı aklıma gelirdi sonrasında ise hep bu şarkı ama diğerinin değerini geç farkettim ben sanırsam. Şimdilerde aklıma geldiğinde bile ne hissedeceğimi bilemiyorum. Zaten ne hissettiğimi bilemediğm zamanlardayım. Hissiz geçirdiğim garip bir haftaydı bu geçtiğimiz hafta. Aklımın yerinde olup olmadığını kontrol bile etmedim hatta. Önüme ne çıkıyorsa onu tükettim. Aklıma ne geliyorsa onu dedim. Ne hissettiğimi ve neye nasıl tepki verebileceğimi hiç ölçmedim biçmedim. Sadece katıksız kendiliğinden olan hareketlerim ve tavırlarım vardı koskoca hafta boyunca. Bugün mesela karşımda oturan birkaç kişiye öyle absürd sorular sordum ki, en sonunda B. dayanamayıp "Ö. bugün herkesi en can alıcı yerinden vuruyor, öyle sorular soruyor ki" dedi de farkına vardım.

Tüm bu dediklerime ek olarak bir de herkesle mutlu mutlu vakit geçirirken bir anda bulunduğum yerden ani bir dürtüyle uzaklaşma isteği içine girmem ve onlardan ayrılıp kendimi yollara vurmam var. Nedenini hiçbir zaman anlayamayacağım hareketler yapmakta üstüme yok tabii. Niye bu kadar dünyadan kopuk gözlerle etrafa bakındığımı ve sanki her şeyi ilk defa deneyimliyormuş gibi izlediğimi soranlara "Bahardandır ya" cevabını veriyorum. Biliyorsunuz "Bahardandır" sezonumu açmıştım Mart başı gibi. Hakkaten başlamış. Son iki aydır bana doğrultulmuş "niye" sorularına en fazla bu cevabı veriyorum. Yerlerse tabii. Yemiyorlar da. Keşke ben de bilsem de insan gibi cevap versem ama değil mi?! Yok işte cevabı. Belki de cidden bahardandır bilemiyorum.

Arada kendimi yokluyorum. Klasik tabii bu da. Mesela hemen beni en zayıf yerlerimden vuracak şarkılar açıyorum. O şarkıların içinde Sigur Rós ve Mogwai şarkılarının yerleri apayrı. Az önce yine pek bir sevdiğimiz bir insanı uğurladıktan sonra kendime vakit ayırmak ve içimde kazı çalışmaları başlatıp bir şeylerin dibine varmak için yazının başındaki şarkıyı açtım. "Hit the bottom and escape" der bir büyüğümüz ama maalesef öyle olamıyor zira elimde her zaman hazırda bulunan delme makinelerinden yok artık. Eskiden kendimi delik deşik etmek için onlarca farklı sebebi temsil eden bir iş makinesi serisine sahiptim. Şimdi onlar da kalmamış. Sanki hepsi tası tarağı toplamış, ayaklanıp gitmişler. Şimdi ben bu duruma sevinsem mi üzülsem mi bilememekteyim. Tabii umuyorum ki yeni sebepler yaratmayayım sırf alışkanlık haline gelmiş bu kazıları devam ettirmek için. Bu en son istediğim şey olurdu. Aman aman.

Kendi halimde olmayı ve bu şekilde numb halde hayatımı idame ettirmeyi o kadar farkında bile olmadan seçmişim ki, kaderin varlığına inanacağım bu bilinçsizlik düzeyinde bu şekilde yaşamaya biraz daha devam edersem sanırım. Sani John Lenon'ın I'm Only Sleeping şarkısındaki o mıymıy "uyandırmayın bi durun" diyen benmişim gibi de hissediyorum ama ııh. Hakkaten uyanmam lazım. Sabah kalkınca hatırlanan rüyanın gün ilerledikçe eriyip gitmesi ve o rüyaya dair sadece bir his yoğunluğu bırakması gibi geçiyor tüm günlerim. Gün sonunda ne yaptığımı o gün içinde hatırlıyorum ama bir sonraki güne taşıdığım hiçbir şey yok. Özellikle de bir önceki gün bir şey hissedememişsem, tamamen yok oluyor o güne dair kayıtlar. Sonra böyle böyle içim bomboş oluyor.

Öte yandan acaba bu durumum başka bir şeylere hazırlık mı diye içimden hevesli hevesli bir ses gayet iyimser bir neşeyle sorular soruyor. Kumandanın mute tuşuna basıyorum. Susuyor. Bakmayınca dudaklarını da okumamış oluyorum o orda söylenirken. Aferin bana diyorum falan.

Tek istedğim şey iPod'u senkronize etmek için bilgisayara bağlamadan önce, büyük bir hevesle yeni dinlediğim ve aynı hevesle sokaklarda dinlemeye devam etmek istediğim şarkıları iPod listeme eklemiş olmak ki sonra salak gibi dışarı çıkınca hüsrana uğramamak. Ama bunu bile yapamıyorum artık. İnsanda akıl bile bırakmadılar... Kimlerse onlar.

Perşembe, Nisan 16, 2009

"April, What if I Drown"



Ben bu aralar pek bir havai oldum. Şu üstteki kadar dağınık her yer aklımda. Uzun süredir adam gibi bir şeyler yazmamamın sebebi de bu sanırım. Hiçbir şeyi o kadar da kafama takmıyorum. Eskisi gibi detay detay incelemiyorum. Bu bir yerde iyi bir şey tabii zira sonra hastalıklı bir zihin ve yorulmuş bir beden olarak geri dönüyor insana her düşünüp kafasına taktığı şey. Uzun süredir hiç olmadığım kadar kafam rahat dolanırken, yine bir şekilde kendimi rahatsız edecek bir şeyler buldum tabii ama. Eski alışkanlıkları bırakmak o kadar da kolay değildir ya zaten. Şimdi de aklımdaki şeyleri bir sıraya dizip bir şeylere düzen getirmeye çalışırken buldum kendimi. Bu düzen sırasında o düzeni yerle bir edecek şeyler de yok değil tabii. Aklımdakileri kimseyle paylaşmama ama şahane paylaşıyormuş gibi yapma konusunda üzerime tanımadığımdan, yine pek kimse durumun farkında değildir. Şimdi buraları okuması muhtemel sevgili S. ve B.'ya tavsiyem beni görünce bir şey sormayın, imalı imalı da bakmayın nedir nedir diye sorgulayan gözlerle.

Günlük hayatımın içine bu gizli saklılarımı öyle komik yereştiriyorum ki, bazen verdiğim bir cevabın içinde her şey apaçık görünürken, kimsenin durumu anlamaması için farkında olmadan nasıl oluyorsa seçtiğim kelimelerle oluşturduğum cümleler beni gülümsetiyor. Az önce post'u yazmaya başlarken başladığım Glissando ise şu anda üzerimdeki etkisini devreye sokmuş olmasına rağmen yine de aklım orada burada.


"I am up in the clouds and I can't and I can't come down". Harfi harfine. Biraz daha devam edersem bu halime paralize oluş eylemsizlikten katılaşmış bir madde haline gelip şarkının sonraki satırlarına sızmaktan korkuyorum. Görünce önce ürktüğüm o at gibi beni ürküten şeyler oluyor. En azından bu aralar farkına varınca şapşallar gibi ağzımı açarak şaşırdığım "yaşıyor olduğum hissi"ni yakalayabiliyorum sayelerinde. Speşıl tenks to _________________________.

Sonra bazı şeylerin kemiklerimi ısıtmasına izin veresim bazı şarkıların sözlerini buraya kopyalıp yapıştırasım geliyor. O kadar zamanlık çalışmayı heba etme, ezberi bozma diyorum. Milli marşları ezberletip, ıkına ıkına söylettirilen çocukların o eğreti görüntüsü gözümün önüne geliyor. Daha ne kadar sevimsiz görünebilirdi bu halim gözüme bilmiyorum.

Neyse ki kendisi de öyle olduğundan beni anlayıp, bana Ms. Bakarız diyen biri var. Sevgili Mr. Bakarız'a gelsin o zaman Fifths of Seven'dan Bless Our Wandering Dreamers. Mır.

Pazartesi, Nisan 13, 2009

Fifths Of Seven - Spry from Bitter Anise Folds


Şu pek bir sakındığım grubu az önce dergiye yazdım. Buradan da duyurayım ki elimden geldiğince fazla insanın hayatına böylesi bir güzellik katayım istedim.

Grubumuzun adı Fifths of Seven. Albümün adı ise grubun ilk ve tek albümü olan Spry from Bitter Anise Folds. Uzun süredir dinlemediğim kadar kaliteli bir deneysellikte post rock icra eden şahane bir grup kendileri. Montreal'den çıkıyorlar bir çok başka şahane grup gibi. Grubun üyeleri ise cv'lerini epeyce doldurmuşlar grubu kurmadan önce ki arkaları sağlam olsun. Mesela cellist A Silver Mt. Zion, Set Fire To Flames ve Esmerine'den Beckie Foon, piyanistimiz Sunset Rubdown, Frog Eyes, Wolf Parade gibi gruplardan bilinen Spencer Krug ve mandolinci Rachel Levin grubun birbirinden yetenekli üçlüsü. Yapılan müzik üst düzey bir müzisyenlik geektiriyor. Akordeonlar, kemanlarla, mandolinler piyanoyla uyumlanıyor ve ortaya bir yanı Yunan adalarının birinde güneş altında dinlenirken elde edilebilecek bir huzur ve mutluluk bir yanı ise hüzünlü ve derinliği nefes aldırmayacak düzeyde bir müzik oluşturuyor.

Bu kadar grubu öven tanımdan sonra dinleyiniz diyorum ve sizi albümün indirilebileceği bloga davet ediyorum. Buyrun.

Feist - The Water

Ö. sağolsun, bu videodan haberdar etti beni. Feist'ın son klibiymiş. İlginç, soğuk, Feist oyuncu değil tabii ama "Hiç mi rol yapamazsın be kadın" demek, sonra da kolumu sırtına dolayıp, "Ben de yapamıyorum ya" deyip 32 dişimle gülümsemek istedim. Cillian Murphy ise dün Batman Begins'te izlediğim adamdı. O filmde bile iyiydi ki o ne sıkıcı filmmiş yahu. İzlerken karnıma ağrılar girdi. Bir daha süper kahraman hikayesi falan yok bana.

Neyse. Güzel olmuş. İzleyiniz.

Pazar, Nisan 12, 2009

"to a place I know"


Ben geçende burayı bir ferahlattım ya, meğerse içimin rahatlığı yansımış buraya. Köşeye de "I'm super, thanks for asking" yazdım ya. Öyleymiş cidden. Her bir tarafa saçma sapan gülücükler saçasım var.

Bugün beraber maç izledik K. ve S. ile. Baya baya eğlendik. Bayadır böyle oturup ciddi ciddi maç izlememiştim. K.'in hareketleri ve arkalardan yapılan yorumlar daha da keyifli hale getirdi maç izleme sürecimizi.

Nihayet Polly Jean'ciğimin albümünü tam olarak bir dinledim. Passionless, Pointless neymiş öyle. Böyle ayarında hüzünlenebilsem keşke hüzünlendiğimde diye düşünüyorum her seferinde. Oturup bir süre boyunca elimde içkimle bir yere baksam, böyle melodiler geçse kafamdan, yüzümde minik ne idüğü belirsiz bir gülümseme ile ama. "I don't remember" kısmına şaşırsam, nasıl olur da hatırlanmaz desem kendi kendime. Sonra bir farketsem mesela ben de hatırlamıyormuşum. Ama sanırım öyle. "I wish this moment here forever!"

Soldier hiç olmamış ama aynı albümden. Mıymıymıy sesler PJ'e gitmiyor. O bağıra çağıra şarkı söylediği ve sonunda tam arkasında dükkanda "halal meat" (B.U. tırnağı ve detay insanı) yazan videosundaki gibi fütursuzca sade ve şık gece kıyafetleriyle saçlarını savurarak söylemeli bu kadın şarkılarını. Veya soğuk soğuk hüzünlenmeli. Albümün en güzel kısımları Black Hearted Love, Woman A Man Walked By/The Crow Knows Where All The Little Children Go ve Passionless Pointless'mış ama ilk dinlemelerden çıkardığım bu oldu. Tam da az önce dediğim ideal PJ şarkısı ve tarzına örnek teşkil ettiklerinden herhalde.

Son olarak bir grup keşfettim ki sormayın. Sormayın evet şimdilik Bir ara buralara koyacağım; belki yarın belki yarından da yakın. Şimdilik vaktiyle ilgili net bir bilgi elimizde bulunmamakta. Hem haz ertelemek iyi bir şey; valla bak.

Cuma, Nisan 10, 2009

Bodysnatcher Dansı

Boing Boing bayadır severek takip ettiğim bir site. Kendileri bugün Happy Friday! diyerek yaklaşık bir sene önce kendilerini ziyarete gelen iki insana bu garip kafaları taktırıp Bodysnatchers'da dansettirmişler. Bugün de artık ne akla hizmetse o kadar zaman sonunda koyalım demişler. Sonlara doğru ortaya çıkan sarışın teyze boinboing muhabiri aslında. Bu videoda kamera arkasından verdiği direktiflerle elinde bir kamçısı eksikmiş gibi geldi bana. Radiohead dinlerken bu kafalardan takmamalıymışız bir de. Veya takın ne bileyim.

Stella McCartney - Lucky Spot

Stella McCartney kişisini Paul Amca'nın kızı olarak seneler önce tanımıştım bir ara. Sonra tanımazlıktan elmeye başladım zira Adidas'a yaptığı o berbat tasarımlardan sonra kendisinin telefonlarını açmamaya ve gördüğümde başımı çevirmeye karar vermiştim. Kalbini kıracağıma görüşmem daha iyiydi zaten.



Sonunda geçende gördüm ki değişik bir şeyler yapmış kendisi. Şu gördüğünüz atı tasarlamış. Şu artık her yerde adı geçen, 5 TL'lik malların üzerindeki taşların da bunlardan olduğu iddia edilen Swarovski kristallerinden - nedir bu taşların başka kristallerden farkı anlamış değilim, benim kristal deyince aklıma gelen dandik anne, anneanne vazosu şekerliği falan - böyle bir at enstallasyonu yapmış kendisi. 2004'te İngiltere'de Belsay Kalesi'ndeki özel bir sergi iin tasarlanmış Lucky Spot aslında. Enstallasyonlarla aram çok çok iyi değildir. Özellikle de pop art'ı hala pişirip pişirip önümüze sunan seri üretim sanatçılarından pek hazzetmem ama hiçbir işlevi olmasa da, sevimsiz ve kitsch görünen Jeff Koons saçmalıklarından daha hoş görünmekte Lucky Spot.



At demişken, geçen gün Ayça'nın bana yaptığı testte at görünce sevip, okşayıp sonra ona bir de sahip yaratıp o sahibe dönerek "çok güzel bir at bu iyi bakın ona" diyor ve uzaklaşıyordum. Başka birisi ise küpün içinden yansıtılan bir at hologramı yaratmıştı. O kadar doğru gelmişti ki o anda bu kurgu bana. Herkes ne yapıyorsa kendi kendine yapıyor zaten. Herkesin kurgusunda atlar küplerden çıkan bir hologram olsa veya böyle kristallerden el yapımı olsa ama olan atların içinde en güzeli o olsa ne kadar sağlıklı insanlar olurduk diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Sanırım bu atın bana güzel gelme sebeplerinden biri de yine aynı testte bana anlatmam söylenen küpün parçalarının böyle kristalden oluşu ve sanki bu atın da o küpün parçalarından oluşmuş gibi görünmesi olabilir.



Testi bilmeyenler ne anladılar bu yazdıklarımdan bilmiyorum ama bir yol, bir kase, bir küp, bir at, su, akvaryum ve boşluktan oluşuyor test ve her birinin psikolojik olarak ayrı ayrı anlamı var. Kim çıkarmış bu testi bilemiyorum ama birilerine yapıp dediklerinin o insanın kişiliğiyle uyumlu olduğunu görünce insan çok eğleniyor. Stella da demek ki kendi kendine birilerini yarattığını bilenlerdenmiş. Aferin.

"For the first time in June"

Eveet, nihayet son zamanlarda blogumun renklerinden hiç memnun olmayışım buranın bu hale gelmesine ön ayak oldu. Bembeyaz, tertemiz oldu her yer. Yukarıda gördüğünüz benim gözlüğüm. L.'in yani fotoğrafı çeken insanın deyişiyle "faceglasses". Oradan beni çekmeye çalışmıştı geçen sene bir ara kendisi. Çok da güzel bir fotoğraf olmuştu. Ben de dün bilgisayarımı temizlerken bu fotolara rastladım. Ağustos 2008 sonu olmalı bu. Hatta bu fotoğrafın çekilmesinden bir gün önce de baya keyifli bir gece geçirmiştik. Hemen bir adet kanıt sunalım efendim.



L.'e bilmeden buraya header olacak bu fotoğrafı çektiği için teşekkürler ediyoruz buradan efendim. Eğer ki istemem senin odanın fotoğrafını çekmiş olmayı diye yan çizmeye kalkarsa, buradan kendisine tezindeki Starbucks'ta sarma konulu fotoğrafı kimin verdiğini hatırlatmak isterim. Çok adiyim, evet.

Bu aralar içimde mutlu hisler sezinlemekteyim. Buraları tertemiz yapma isteğimin ardında da bu yatıyor olabilir. Her güzel histe saçmalamaya meyilli bir hale gelmiş olmama karşın güzel bile idare ettim şimdiye kadar. Pencereden içeri giren güneş ışığından bile rahatsız olmuyorsam ben, yakın vakitlerde ilginç bir hale dönüşeceğim sanırım.

"Müzik nooldu müzik?" diye soracak olan varsa, şimdiden otursun oturduğu yere. Bu ara kendimi Cymbals Eat Guitars, Patrick Watson, Dumb, Asobi Seksu dinlemeye vermiştim ki, bu sabah gözümü My Bloody Valentine diyerek açtım. Aklımda Lose My Breath vardı. Tabii sadece o şarkıyla ve bu grupla sınırlı kalamadım. The Jesus and Mary Chain'e kaptırdım. Sonuç ise mutluluk verici. Uzun süredir kendimi evin içinde bu kadar rahat ve huzurlu otururken bulmamıştım.

Neyse işte, bir ara ava çıktığımda yeni bir şeyler bulursam ortaya atarım, beraber yeriz işte. Şimdilik Cymbals Eat Guitars'ın like Blood Does'ını dinlemeniz için Bozuk Kaset'e yönlendiriyorum sizi. Şimdi şarkıyı upload edemeyecek kadar üşengecim de.

Salı, Nisan 07, 2009

Stay Inside, Feel Everything

Bir hevesle gittim ben de Armada'ya. Kaybolmuştu ya sütlü yüzüğüm, gidip yenisini almak istedim bir anda evden çıkar çıkmaz. Saatler 16:55'i gösteriyordu. Saat 18:10'da derste olmalıydım. Taksiye bindim ve saat 17:03'te Armada'daydım. Saat 17:15'te kaybolan yüzüğün yerini yenisi almıştı ve ben yağmur altında taksiye doğru yürüdüm. Saat 17:18'de taksideydim. Bundan tam bir saat sonra yani aslında 18:20'de on dakika gecikmeli olarak dersimdeydim. Obama sağolsun her bir yol tıkanmıştı kendisi rahat rahat geçip gitsin diye. Bir saat boyunca taksici amcayla herkese sövdük saydık. Yasak masak dinlemeyip sigaralar yaktık karşılıklı içtik. Adamcağızın elinde olsa bana kahve çay da ikram edecekti ama yerimiz yoktu. Normalde on dakikayı aşmayacak o yolculuk nasıl o hale geldi daha fazla anlatmak istemiyorum açıkçası. Sinir krizleri geçirdim zira arabadan inip yürüsem daha rahat giderdim ama işin kötüsü deli gibi de yağmur yağıyordu, çıkıp yürüsem kesin hasta olurdum. O halde derse de giremezdim. Velhasıl bugünkü bir saatlik taksi hapsimden çıkarılacak sonuç yarın İstanbul'un geçici ama ciddi ciddi felç geçireceğidir. Haberiniz olsun şimdiden, evden mevden çıkmayın olabildiğince.

Sütlü yüzüğüme gelince ne badireler atlatmıştı kendisi. Yani eskisi. Ama sanırım daha fazla bende durmak istemedi, mistik bir şekilde kayboldu. Tabii bunu mistik sıfatıyla betimlemiş olmam tamamen hafızamın onu son gördüğüm vakitlerdeki yamulmasıyla da alakalı. Yoksa buharlaşıp uçmadı ya. Yenisinin ise tanrı yardımcısı olsun. bana dayanmak biraz zor olsa gerek ama olsun. Kaybolmasın öyle. Adam olsun biraz. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla.

Asobi Seksu böyle güzel akustik hale gelmeyi kimden öğrendi acaba. Bağımlılık yarattılar yine sağolsunlar. Üzerimden bir çok şey çıkarıp atmaya çalıştığım şu günlerde Asobi ve bu yüzük üzerime yapıştı. hiç de atasım yok. Yerim onları. I will eat you all alive and there'll be no more lies. İvit.

30 Mayıs'ta Friendly Fires'a gidilecek bir de. Zıplanıp, dansedilecek diye not düştüm ajandama. Keşke ajanda sahibi olabilecek kadar planlı programlı olsam.

Paul Banks'in yüzünü peynirli gözlemeye benzetenleri kınıyorum bir de.

O kadar.

Pazar, Nisan 05, 2009

Altı Kaval Altı Şeşhane



Hep müzik, hep mızıldamak olmaz. Arada gözümüz gönlümüz açılmalı.

Cuma, Nisan 03, 2009

Patrick Watson - Slip Into Your Skin

Gün geçmiyor ki fütursuzca gün boyu kendilerini dinletecek kadar güzel müzik yapan insanlar türemesin. Patrick Watson da onlardan biri. Kanada'lı ve iyi bir söz yazarı, piyano çalarken yüzü eğiliyor büzülüyor. Onun hakkında daha söyleyecek söz var ve fakat uykum da var. Kendisini dinleyerek sakin ve dingin bir şekilde yatağıma uzanmayı ve güzel vakitleri düşünmeyi istiyorum.


Patrick Watson @ Soirée de poche - Slip into your skin from La Blogotheque on Vimeo.

Çarşamba, Nisan 01, 2009

Sarı, kırmızı, turkuaz

Bu aralar bir renkli giyiniyorum ki sormayın. Dün parlak sarı bir elbise, hatta tam olarak Björk'un "It's Oh So Quiet"indekinden, nar çiçeği kırmızı bir hırka ve turkuaz rengi atkımla pek eğlenceli bir görüntü çizmekteydim.

Velhasıl yanlış zamanda yanlış bir iş yapmış olduğumu anlamam pek geç olmadı. Öğleden sonra derslerimi bitirmiş ve arkadaşlarımla keyifli bir yemek yedikten sonra, bir gün geciktirdiğim su faturasını yatırmak için yola koyuldum. Kulağımda müzikle ilerlerken koca bir kalabalığı görmemle olmamam gereken bir yerde olduğumu farketmem bir oldu. Muhsin Yazıcıoğlun'nun cenaze töreninden çıkan yaklaşık bir milyon insan Beğendik'te Sıhhiye'ye doğru giden yolu kaplamıştı. Artık nasıl sloganlar atıyorlarsa, yüzlerinde kin ve nefret vardı üzüntüden çok. Kulaklıklarımı çıkarmak bile istemedim ve kalabalığı yara ara geçmeye çalıştım oradan. Eğer bekleseydim zaten sanırım en az bir saat bekleyecektim insan selinin durmasını. Yalnız tabii bu kin ve nefretin bir kısmını da kıyafetlerimle ben üzerime çektim sanırım. İnsanların ellerini kollarını kaldırarak ülkücülere ait işaretler yaparak bağırıp çağırdığı bir ortama o halde mini elbisem ve o renklerle girmiş olmam baya canlarını sıktı. Bana doğrultulan bakışların hepsini tek tek fotoğraflamak isterdim aslında. Liderleri belledikleri insanın kötü bir kazada ölmüş olmasına rağmen, o halde bile bazılarının üzüntü duymak yerine delice bir nefret hissiyle oraya buraya laf atmaya, saldırmaya can atıyor olduğunu görmek epeyce can sıkıcıydı.

O sırada en mantıklı şey her nedense babamı aramak gibi geldi, aradım. Herhalde uzaktan da olsa güvenlik desteği istedim. Babam sesleri duyunca hemen oradan uzaklaşmamı söyledi tabii. Ben de olabildiğince hızlı ilerliyordum zaten. O sırada o tarafa giden polisleri görmek ise ayrıca can sıkıcıydı. Dönüşü de aynı yerden yapmak zorunda kaldım ve aradan geçen 15-20 dakikaya kadar hala hiçbir şey değişmemişti. Hala minik adımlarla ilerleyen o insan kitlesini bir kez daha geçtim kazasız belasız. Sonradan aklıma geldi ki üzerimdeki turkuaz renkli atkıyı yeşil olarak gördülerse, o rengin üzerimdeki sarı ve kırmızı renkleriyle bileşimine rağmen, oradan sağ çıkabilmiş olmamın şükredilesi olduğuna kanaat getirdim.

İlginçtir ki son zamanlarda insanların birilerinin ölümünü, kendi fikirlerini ve ideolojilerini ortaya koyma fırsatı haline getirdiğini görüyorum sürekli. Ağzına ideoloji kelimesini almamış insanlar bile öyle galeyana gelmiş, öyle ayrımcı ve nefret dolu halde ifade ediyor ki düşüncelerini, artık o ideolojilerin düşünce ürünü olduğunu söylemek imkansız oluyor. Hissel çalkalantılarla ne söylenecekse söyleniyor, hedef kitlenin sinir olabileceği ne varsa söyleniyor. Ölen insanın düşüncelerini benimseyenler bile gönülden bağlı olduklarını söyledikleri o insanı unutuyor. Olaylar bambaşka yerlere taşınıyor. Dün gördüğüm olumsuz bakışlar karşısında kendi bakışlarımı ve dilimi kastre etmeye, kulaklarımı ise müzikle sesi sonuna kadar açarak boğmaya çalışırken gördüğüm kötücüllüğü oradaki insan sayısıyla çarpıyorum. Bunu yaptığımda bu ülke insanlarının içindeki nefretin ufacık bir çarpışma anında neye dönüşebileceğini düşündükçe buralardan uzaklaşmak istiyorum. Uzaklaşmak hiçbir şeye çare değil onu da biliyorum. İnsanları bu hale getiren her şeye ve herkese lanet okumanın şu an yapılabilecek en mantıklı şey olduğunu sanıyorum.

Barzin - Leaving Time


Barzin _ Leaving Time from vincent moon / temporary areas on Vimeo.