Çarşamba, Eylül 30, 2009

Sparklehorse - Dreamt for Light Years in the Belly of a Mountain


Yine gece yarısı uykusuzluk zamanlarıma dönüş yaşıyorum. Bir yaştan sonra özlemek denilen şeyin ne olduğunu, özlem duyduğum şeylerin giderek artmasına bağlı olarak deneyimlemekteyim. Sanırım insan büyüdükçe hayatına aldığı şeyleri veya yaşadığı anları delikleri daha sık olan eleklerden geçiriyor olmalı ki, o deliklerden içe sızanları daha çok içselleştiriyor ve özlüyor.

Tıpkı zamanında Dream for Light Years in the Belly of a Mountain adlı muhteşemliği hayatıma aldığım vakitlerde veya heyecanlı bir anı koku, tat, imge, doku, his olarak bir bütün haline kodladığım zamanlarda olduğu gibi. Artık hayatıma giren şeyleri "seviyorum" diye niteliyorsam bu 20 yaşımdaki "seviyorum"umdan, hatta iki sene önceki "seviyorum"dan bile farklı olacak.

Velhasıl nasıl oluyorsa bazı şeyleri öyle bir yere koymuşum ki, onlar ne yapılırsa yapılsın izleri silinemiyor. Bana bozuk bir hafıza kartıymışım gibi hissettirseler de, kendimi bir bütün olarak "ben" gibi hissettiren şeyler onlar. Sokaklarında yürüken kendimden ve müziğimden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığım bir şehir gibiler. O şehirler ne kadar uzaklar, ne kadar güzeller.

Bu şaheser Sparklehorse şarkısını ne zaman açsam dinlesem, ki çok uzundur dinlemiyordum ruhumda yarattığı tahribattan ötürü, böyle hislerle doluyorum. İnsan gibi hissetmediğim zamanlarımın, yaraya tuz basarak acıtıp insan olduğumu hatırlatanıdır bu şarkı olsa olsa. Yaşadığını ya acı çekerek ya da düşünme eylemini paralize ettirecek kadar mutlu olarak fark eden bir insan olarak bu saatten sonra hayatta özleyebilecek başka bir şeye ihtiyacım var mı bilmiyorum. Bu aralar buralara bir şeyler yazmıyorsam da bu ve bunun gibi bir çok şeyi bilmeyişimdendir diyorum. "Bilmiyorum" kelimesini bu kadar sıklıkla kullanmanın mide bulandırıcı yan etkilerini başkalarına yaşatmaktan tedirgin oluyorum. Kimsenin canını ne intikam almak için ne de her şeyi ince detayına kadar incelemeye çalışan bir insan olarak arada bir yorulup düşüncesizlik yapma ihtiyacımı karşılamak için yakmak istemiyorum. O yüzden bazılarını umursamıyorum, kendim de dahil olmak üzere.

Ama yeter ki bana böyle şarkılar dinletmeyin. O zaman susamıyorum. Mutlaka kendimi ifade edecek bir yola ihtiyaç duyuyorum. Yanımda birisi varsa bazen konuşuyorum bazen içime akıtıyorum tüm sözleri. Geçen gün gördüğüm lamba gibiyim aslında. Bu lamba aslında ufak bir ampul. Yalnız içine kan damlatıldığındal yanacak şekilde tasarlanmış. Ben de işin içince biraz kan olmadıkça aydınatmıyorum etrafımı, yazamıyorum, ifade edemiyorum. Bu şarkılar kesikleri ne kadar derinleştirirse, o kadar konuşuyorum, yazıyorum.

Bu kadar ifade yeter deyip, dakikalarca bu yazıyı bana yazdıran şarkıyı buraya ekleyeyim istiyorum ki hep beraber canımız yansın, hırpalanalım, insan olalım, değil mi?

Cuma, Eylül 25, 2009

"Bradfox"

Sabah sabah eğlendim yine gudubet Bradford sayesinde. Gudubet mudubet seviyorum ama çok. O ve The Flaming Lips solisti Wayne Coyne meğerse birbirlerini hiç sevmezlermiş, bunu söylemekten de çekinmezlermiş.

The Colbert ReportMon - Thurs 11:30pm / 10:30c
Exclusive - Backstage with The Flaming Lips and Deerhunter
www.colbertnation.com
Colbert Report Full EpisodesPolitical HumorHealth Care Protests

Salı, Eylül 22, 2009

Tiësto feat. Jónsi - Kaleidoscope

Buraya hiçbir zaman Tiësto şarkısı ekleyebileceğimi, albümünü bu kadar yana yakıla arayacağımı düşünemezken fikrimi bizim Jónsi'yle yaptıkları şarkı Kaleidoscope değiştirdi. Aklımın almadığı bir şey bu ikisinin nerede ve nasıl bir arada çalışmayı akıl ettiği. Dışarıda yağmurun yağdığı, içeride ise ayaklarıma pofuduk terliklerimi geçirdiğim şu gece vakti tam istediğimmiş bu şarkı.

Tiësto feat Jónsi - Kaleidoscope by lucidpr

Pazartesi, Eylül 21, 2009

Thom Yorke - The Hollow Earth

Banksy, Londra, post-video sendromu olarak epilepsi ve neyaparsayapsınherzamanhastasıolacağım Thom Yorke'u sevmek için yeni bir sebep, yeni şarkı.

Deerhunter @ The Annandale Hotel (20.06.09)

Ya bu kadar güzel olmak zorundalar mı? ♡

Çarşamba, Eylül 16, 2009

"to be so haunted by a touch"


7
Originally uploaded by robdobi
Rüyamda "Ö. The National'ı çok sever" demişti blogunda. Ben de üzerime alınıyordum. Üzerine alınmak iyi bir şey değil, o yüzden bu sabah üzerime alınmadım.

Gidip bir duş alayım ve üç gündür görmediğim öğrencilerimi göreyim artık.

Salı, Eylül 15, 2009

Grizzly Bear / The Phenomenal Handclap Band

Ben bedenen ve/veya ruhen buralarda değilken, müzik dünyası almış başını gitmiş yine. İki adet dikkatimi eken video ile bu duruma bir dur diyeyim dedim. Duruma epeyce uygun olarak pek sevdiğim grup Grizzly Bear While You Wait for the Others adlı güzelim şarkısına öyle anlam veremediğim, saçma bir video çekmiş ki izlerken videoyu sürekli ilerlettim faremle. O halde bile sonunu görmek nasip olmadı. Bu sıkıcılığı ve anlamsızlığı sizinle paylaşayım istedim. Hem hepimiz iyi bir şarkının hakkının, böyle kötü bir videoya sahip olsa bile yenmeyeceğini görelim, öğrenelim.

Grizzly Bear - While You Wait for the Others from Grandchildren on Vimeo.



Başka bir catchy şarkı ise bu hafta birkaç yerde birden gördüğüm şu videodan izlenip dinlenebilir. The Phenomenal Handclap Band manidar ve eğlenceli ismi ve bu şarkıları itibariyle 2005-2007 civarlarında çok iş yapardı demiş birisi bir blogda. Katılıyorum. Hatta bu şarkıyı CSS yapsa daha mı çok tutardı acaba şeklindeki sorusuna da "sanırım öyle evet" cevabı vermek istiyorum. O dönemin insanı yakalayan kadın vokal ve sample bütününe sahipmiş. Ben pek bir sevdim. Siz de sevin.

Watch more AOL Music videos on AOL Video



Bir ara şu gezi ve konser yazılarını sonlandırayım diyorum artık ama hangi ara bilmiyorum. En güzel dediğim her şeyi kendime saklama eğilimindeyim. Hayırlısı.

Pazartesi, Eylül 14, 2009

Klimt


Ağustos ayının tüm yorgunluğu bugünlerde hastalık olarak burnumdan fitil fitil gelmekte. Bense günlerimi işe gitmek yerine, yatakta kedimle oynayarak, yan tarafımda birikmiş selpakları çöpe atarak sonra bilgisayar başına geçip, bşımı dik tutabildiğim kadar internet başında durarak geçiriyorum.

Bu aralar çok bir şey de dinleyemiyorum. O güzel konserler, ki daha Radiohead konseri hakkında tek kelime etmemiş olduğumun farkındayım, müzik anlamında tüm iştahımı bir süredir kesti. Kendimi akupunktur yaptırmış gibi hissediyorum.

Tam da böyle hissediyorken bu halimi bozmadan kendini bir şekilde kendiliğinden hayatıma entegre edebilen bir gruptan bahsetmek istiyorum. Gustav Klimt hayat boyu ne zaman eserlerini görsem beni hipnotize olmuş bir kediye döndüren adamdır. Şimdi sadece resimleri değil müziğiyle de beni aynı boşluğun için sokuyor. O boşluk ki gözlerimi kapamama gerek kalmadan benim için mutluluk anlamına gelen tüm anların renksel kodlarından kaleydoskoplar görüyorum içinde. Kah bir kulenin tepesinde, kah küçük ve dar bir sokaktan geçerken o daracık sokakta yerimi yolumu bilmeden, umarsızca dolaştığım bir anda veyahut ufacık bir kafenin kaldırımdaki iki ufak masasından birinde kahve içtiğim zamanlarda buluyorum kendimi. Gri gökyüzünün ilk kez bir şehrin renklerini daha canlı hale getirebildiğini anladığım o zamanlara dönüp baktığımda bu şarkılardaki dinginliği görüyorum kendimde. Sonra ikametimin yanlış enlem ve boylamda olduğuna dair kötü fikirlere kapılıyorum.

Klimt ise bahsettiğim o masal şehrin yakınındaki Polonya'dan -tabii ki sevgili Gustav'ın değil (çok samimiyiz evet)- Antoni Budzinski'nin projesi. Ambient olarak tabir ettiğimiz müziğe eklenmiş shoegaze'in bel kemiği drone sesler bütünü, ara ara müziğe dahil olan ne idüğü belirsiz sesler benim tam da ihtiyacım olan şeymiş aslında. Antoni Bey ile ilgili henüz başka bir şey bulamadığımdan sizi Jesienne Odcienie Melancholii albümünden iki şarkıyla tanıştırayım artık diyorum.

Klimt - Oceany

Klimt - Ennui

Cuma, Eylül 11, 2009

Practising Music

Tek tek şarkılar üzerine buraya baya yazmış çizmişliğim olduğundan alışık olduğum bir şeyi tam da bu iş için açılmış bir blogda hakkını vererek, hakkını verebilen insanlarla yapayım istedim. Tam burdayız:

http://practisingmusic.blogspot.com

Pazartesi, Eylül 07, 2009

Glint/Crystal Antlers/Deerhunter/Black Lips @Arena, Vienna (19.08.09)





Arena Viyana'nın tüm o büyüleyici mimarisinin dışına itilmiş, old school bir konser salonu. Hem kapalı hem de açık alanı olan Arena'da öğrendiğime göre Z. Arctic Monkeys izlemiş bu yaz da. Etraftaki posterlerden anladığımız kadarıyla oldukça indie grupları oldukça sık misafir etmekte hatta. Bizden bir gün önce 18 Ağustos akşamı da The Whitest Boy Alive varmış zaten. Gayet düzenli olan şehrin gördüğüm en düzensiz yapısına sahip olan Arena'dan girdiğimizde ilk işimiz bu yukarda gördüğünüz açık alandaki sıralara biralarımızı alıp oturmaktı. Masalara koyulmuş bedava dergilerden birinde ilginç tasarımlı dildolarla ilgili bir yazıyı sağolsun O. bana çevirdi, epeyce eğlendik. Grupları en önden izleyeceğim diye saat tam yedide oradaydık ama daha içeri alınan tek kişi bile yoktu. Sonunda 8'e doğru içeriye almaya başladılar insanları. Zaten çok da kimse yoktu. Konser sonunda anladık ki zaten Viyana'nın indie çevresinin beklediği grup aslında Black Lips'miş. Sıra Black Lips'e geldiğinde ki gecenin kapanışını onlar yaptılar bu kadar çok içilen ve saçmalanan başka bir konserde bulunmamıştım hayatımda diyebilirim hatta.

İçeri girerken Deerhunter t-shirtüm ve cd'm vardı çantamda artık. Bir de siara içebilir miyiz içerde şeklindeki sorumuza sevimli bir ifadeyle "İçemezsiniz demek zorundayız ama içerde içerseniz kimse bir şey demez size" cevabını veren insan cennetlikti artık gözümüzde. Dumansız hava sahası diye bir şey yok insan gibi yaşanan yerlerde diye düşünmekteyim. Ne Prag'ta ne de Viyana'da içinde sigara içilmeyen bir yer görmedik ve her yer sigara içilen ve içilmeyen olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Zaten makul olanı da bu değil mi ki Miki diye sormak istiyorum.

İlk performans Glint'e aitti. Onlarla ilgili hiçbir şey bilmiyordm. Birkaç yerde sadece dinlemiştim ve çok da beğenmemiştim. Solistlerinin Klaus Kinski'ye benzediğini ve henüz olgunlaşmamış müziklerinin çok da gelecek vaad etmediği kanaatindeyim ben. New York'ta boka benzeyen müzik yapsan yine de dinleyici kitlesi kazanırsın eminim. Tabii öyle bir durumu yok Glint'in ama sahnede kasıntı kasıntı bir avuç izleyiciye şov yapmak yerine daha içten bir performans sergileselerdi böyle suratları görmezlerdi karşılarında.




Sonra Crystal Antlers aldı sahneyi. Güzeldi. O. kesin alacağım albümlerini deyip durdu. Hakikaten de o coşkulu tavırları, klavyedeki kızcağızın, ki adını dahi bilmiyorum ve şu anda bulmak için fazla üşengecim, sağa doğru keskin salınımı derken o zamana kadar dinlememiş olduğum bu grubu ilk kez canlı dinleme fırsatını buldum. Hakikaten de dinlenebilecek kadar keyifli bir albümleri varmış. Ara ara Arcade Fire coşkusunu da sahneye taşıdıklarıı düşünmekteyim. Bir de şu perküsyondaki amcanın daha konserin başında "Masturbating is better than sex!" diye bağırması ve konser esnasında yavaş yavaş striptiz yapması dışında her tarafıyla izleyenleri Glint'ten sonra harekelendiren bir performanstı. Bana biraz 70ler biraz da 90ların karışımı noise rock yapan bir grupmuşlar gibi geldiler ve fakat henüz oturup adam akıllı dinlemediğim bir grup için daha yorum yapmamalıyım gibi bir his var içimde. Buyrun o performanstan bir video.







Saat 10'a doğru yaklaşırken artık sıra Deerhunter'daydı ve ben epeyce heyecanlıydım. C. nihayet Arena'ya teşrif edebilmişti ve biz biraz hava almak sonra da bira almak üzere dışarı çıkıp biraz sohbet ettik. Geri döndüğümüzde O. yanımızda duranlardan bir Alman adamla sohbete dalmıştı ve ben o sohbete ara ara dahil olmuştum ki ikisinin arasından sahnede duran yeşilli birini fark ettim. Tabii ki bu Lockett'tı. Hemen ikisinin arasından yukarıda gitarını eline almış, konser öncesi kontrollerini yapan Lockett'a seslendim. Beni duydu. "You're from Turkey, I remember you" şeklinde beni tanımış olduğuna dair sinyallerini verdi. Sonrasıysa epeyce eğlenceliydi. Sanırım 20 dakikaya yakın bir süre sanki arkadaşmışız da bir süredir görüşememişiz, konserde birbirini görünce görüşmediğimiz o arada yaptıklarımızı birbirimize anlatıp sohbet ediyormuşuz havasındaydık. Nerede kaldığımızı sorunca hiçbir fikrimiz yok şeklindeki cevabıma attığı kahkaha ve sonra Linz'de kaldıklarını ve orada yer olduğunu söylemesi ve bizi oraya çağırması benimse içim kan ağlayarak böyle bir fırsatı çok içmiş olmamız ve araba kullanamayacak olmamızdan dolayı geri çevirmem ise beni hatırlaması ve adımın "O" ile başladığını bilmesi kadar gecenin highlightlarındandı benim için. O. hangi ara benim makinemi aldı ve fotoğraflarımızı çekti bilemesem de buyrun bunlardan bazıları.




Sonunda konsere başladılar. Setlist'i almıştım ama bir türlü bulamadığımdan tam olarak hatırlayamıyorum. Konser boyunca kocaman bir gülümsemeyle izledim, söyledim şarkılarıonlarla. Seyirciler de epeyce mutlulardı Deerhunter'ı izliyor olduklarına. Sahnede Joshua'nın ne kadar sevimli görüldüğünü fark ettim. Sürekli gülümseyip, göbeğinin altında duran gitarını yürüyerek çaldı durdu. Bradford ise o sırada çaldığı gitar ve söylediği şarkı dışında başka hiçbir şey düşünmüyor gibiydi. Arada Joshua benim Pink Elephant'ımı görüp gözlerini açıp "It's pink!" diyerek onunla aramızdaki komik iletişimi başlatmış oldu. Ben ona onun deyimiyle "weird cig"lerimden verdim. Sahnede Lockett'la dedikodumu yaptı. Biramı istedi biramı verdim. Sonra elimi istedi elimi uzattım. Sonundaysa artık fotoğraf makineme dadandı ve sahneden fotoğrafımı çekti. O sırada Bradford ise suratsız suratsız bizi izlerken, arkamdaki kızlar bana grup üyelerini tanıyıp tanımadığımı sordu. I was up in the clouds işte.














KOnserden çektiğim bir Cover Me Slowly ve Agoraphobia videosu var ama korkunç sesimle şarkıları rezil ettiğim için bende saklı kalsın istiyorum o video. Sonuç olarak Bradford'ın nedense sesinin pek iyi gelmediği ve fakat ses sorunlarının pek umrumda olmadığı sonuna kadar zevk aldığım bir konser olmuştu ki Lockett beliriverdi konser bittikten sonra sahnede. Beni gördü. Can cdlerini imzalatırken, dünyanın en sevimli kızları doluştular ön taraflara. Belli ki Black Lips'i en önden izleme niyetindelerdi. Gelmişken Lockett'a kollarını imzalattılar. Lockett onları imzaladıktan sonra Joshua ile benim cd'mi imzaladılar. Joshua "Thanks for the weird cigs" derken Lockett uzun uzun oturup uğraşıp bir fil çizdi ve filden çıkan konuşma balonuna "Ozge! Thanks for coming and for the elephant" yazdı ve tüm sevimliliğiyle bana "Linz konusunda gelmeyeceğinize emin misiniz?" diye sordu. Ben de yüzümü buruşturdum ve maalesef gelemeyeceğimizi zira içkili olduğumuzu ve dışarıda bir arabanın bizi beklediğini söyledim. O da yüzünü buruşturup peki o zaman dedi. Sonra Bradford'ın gitmek istediğini ve yanımıza uğrayamayacaklarını söyleyip uzaklaşmıştı ki geri dönüp birkaç gün sonra Lüksemburg'ta olacaklarını ve bizim planımızın ne olacağını sordu. Prag'a geri döneceğizi ama keşke orada da onları izleyebilseydik şeklindeki cevabımı duyduktan sonra konuşuruz o halde biz de deyip uzaklaştı. O uzaklaşırken ben Agoraphobia'yı canlı dinlemiş ve ekstra bir de Joshua ve Lockett'la bu kadar sevimli sohbetler ettiği için dünyanın en mutlu insanı olarak Deerhunter maceramızı sonlandırdık.







Sonunda Black Lips sahneye çıktı ve C.'ın dediğine göre metroda gelirken Arena'ya o sırada geliyor olanların Black Lips'i delice merak ettiğini ve konsere sadece Black Lips için geliyor olduklarını söylemişti. Dışarda biraz vakit geçirip konser alanına dönünce hakikaten de öyle olduğunu fark ettik zira delice dolu olan hall'un içinde tuvalet kağıdı ruloları ve fırlatılan biralar havalarda uçuyordu. Delice bir gürültü ve tam olarak 15-20 yaş arası teenage'lere yönelik yapılmış punk o yaş aralığındaki insanları kendinden geçirmişti. Bizse yaşı geçmişler olarak uzaklardan izlemeye başlasak da, dayanamayıp önlere doğu gittik ve en öndeki yerimizi aldıktan sonra hakikaten de o eğlenceye katılabilceğimizi fark edip, zıplamaya başladık. Bu arada ben Deerhunter setlist'ini kapmaya çalışırken, bana sahneden "Heey, what's up?" şeklinde elini uzatan ve konuşmaya başlayan garip dişleri olan adamın, Black Lips'in gitaristi olduğunu fark ettik. Halbuki biz onu sahne görevlisi sanmıştık. Sonuç olarak Black Lips o ana kadar sahnede olmayan bir enerjiyi bağırarak, terleyerek ve gürültü çıkarıp zıplayarak onları izleyenlerin üzerine saldı bir saat boyunca. Müziklerini çok spektaküler bulamasam da orada olup eğlenmeyen insanın aklına şaşardım.







Konserin sonuna doğru şu yukarıda gördüğünüz konser sırasında sahneye doğru uzanıp yatan ve çıkıp dans eden bu sevimli kızla da o kadar samimi olduk ki üzerime bira dolu bir bardağı düşürdü. Ben kahkahalar eşliğinde dışarı eğlenceye devam ederken özür diledi bir de o sarhoş haliyle. Önemli değil deyip, üzerim sırılsıklam ve fakat ne olursa olsun böylesi keyifli bir konser izlediğim için mutlu olarak mekandan ayrıldım. Ayrılmadan önce bir saat boyunca dışarıda insanlarla konuştuk. Deerhunter dışında tüm gruplar dışarıda insanlarla oturdu, içti, bir şeyler yedi. Herkes en az benim kadar halinden memnundu. O. ile Avrupa'nın ortasında kalacak yerimiz olmasa da yüzümüzde kocaman gülümsemeler ile gecenin 2'sinde oradan ayrıldık. Aklımdaysa Linz'e gelip gelmeyeceğimizi son kez soran güzel bir surat, elimde de imzalı cd'm ile 20 dakika içinde kalacak bir yer bulduktan sonra kulağımda Operation ile uykuya daldığımı hatırlıyorum.

Sonrasıysa hep rüya.

Pazar, Eylül 06, 2009

I am a "Thomosexual". Oh yeah!

Bunu araya eklememek olmaz. İnternet bağlantımın saçmalamasından ve resimleri bir türlü doğru düzgün upload edemememden dolayı Deerhunter ve Viyana'nın diğer yarısı yarına kaldı. Bu sanırım benim yazımdan daha eğlenceli olacaktır ama. Ah Thom şu adamla geyik yapacağına benle röportaj yapsaydın be.

Cuma, Eylül 04, 2009

Saçmalamaya devam in Vienna

Nerede kalmıştık? Sanırım bir Viyana vardı. Hemen başlıyorum.

19 Ağustos sabahından bir gün önce O. ile Viyana'ya doğru yola koyulmaya karar verdik. Fakat biraz salak biraz da sarhoş olmamızdan dolayı, bir gün önceden yapmamız gereken en önemli ve hatta belki de tek şeyi yapmadık ve koca Viyana'ya arabayla Prag'tan nasıl gidileceğiyle ilgili hiçbir harita falan almadık. Google maps'imizden çıktılar almadık. Sonra sabahın saat 7'sinde ben O.'ı uyandırırken aklıma gelmeseydi, daha evden sağa mı yoksa sola mı dönüleceğini bile bilmiyorduk. Sonunda O. giyinirken ben de bilgisayardan en azından otobana nasıl çıkılacağıyla ilgili araştırmalar yaptım. Velhasıl birkaç belli başlı dönüşü ve yolu belleğe kazıdıktan veya daha doğrusu kazıdığımızı düşündükten sonra, 2 günlük Viyana yolculuğumuza başladık.







Normalde arabaların sağ koltuğunda oturmak konusunda herhangi bir tedirginlik yaşamam ama bu araba biraz farklı bir arabaydı. Söz konusu olan iki kişilik üstü açılan ve çizgi filmlerde görülen türden bir turbo butonuna basınca bir anda delice hızlanan ve yere yakın oturan içindekileri her hareketinden haberdar eden bir z4 olunca, sürücüsünün o araba içinde ne kadar aklı başında kalabilceği konusunda şüpheler doğuyor tabii ki. Çek Cumhuriyeti'nin garip trafik işaretleri var. Bir kere hiçbir yerde görmediğim trafik ışıkları ve garip "ordan dönülmez, buradan dönülür" tadında işaretleri insanı salaklaştırıyormuş. Üstüne bir de nereden nereye çıkılır konusunda oldukça yetersiz yolları var. Otobanı bulana kadar bir saatimizi geçirdik ki O.'ın Almancası ve benim İngilizcem tek bir Çek vatandaşıyla iletişim kurmamıza yardımcı olmadı. O benzin istasyonun senin bu araba tamircisi benim bir saat boyunca bulduğumuz her köşede durup navigasyona baktık, haritaya göz attık, insanların Çekçe yer yön anlatmalarının imkansızlığında sonunda Almanca konuşan bir insan bulup onun yardımlarıyla otobana çıktık. Rahat rahat otobanda müziğimizi dinleyerek bir buçuk kadar yol aldıktan sonra üzerinde şehirleri ve köyleri tek tek görebilecğeimiz bir yola çıktık ve bu yolda tabii ki tırların arkasında kaç dakika geçirdik anlatmak istemiyorum. Köyleri, kasabaları ve güzel minik yerleşim alanlarıyla nispeten büyük olduğu için şehir sayılmış tüm Çek yerleşim birimlerinin içinden geçerken daha rahattık zira doğru yolda olduğumuzu biliyorduk.

Her tarafta Brno denilen yere gittiği söylenen yolların önünden geçtik ve neresi burası şeklinde sorulara gark olduk. Sonunda Avusturya sınırına yaklaşırken yol kenarlarında playboy mansion tadında güzel kızların içerde fink attığına dair kocaman panolar ve görünce insanı epeyce şaşırtan devasa ejderhaları ve uçaklarıyla süslü casinoları geçtik ve o sırada Avusturya sınırları içinde olduğumuzu bana büyükelçilikten gelen mesajla onayladık. Gördüğümü hatırladığım ilk şey bir yel değirmeni ve otobanın üzerindeki ufak geçitlerden sakan asma yapraklarıydı. Hoşgelmiştik.



Beş saatlik bir yolculuğun ardından Viyana'ya gelmiştik ama bu şehirle ilgili Prag kadar önceden edindiğim bilgi yoktu. Öyle ki kalacak yer bile ayarlamamıştık nasılsa bir yer buluruz diye. Her şeyin Viyana'da sürpriz olarak beni bekliyor olduğu fikri taa bu tatil fikrinin oluştuğu zamanlardan beri beni heyecanlandırıyordu ve fakat şehre ilk girdiğimiz anda gördüğüm o harika tarihi binalar bile beni heyecanlandırmamıştı. Ufaktan hayal kırıklığına uğramış bir şekilde yemek yemek ve arabayı park etmek için bir yer bulmaya çalıırken etrafı izledim ve birkaç fotoğraf çektim. Prag kadar beni ilk anda etkilememiş bu şehre büyük haksızlık yaptığımı o dakikalarda bilmiyordum tabii. Sonunda Museumsquartier'in yakınında bir yerlerde arabayı park edip, güzel bir cafe arayışına girdik. Nitekim bulduk da. Kocaman güneş gözümüzün içine girmesin diye yer bile beğenmedik hatta. Oturduğumuz yerde ise Almanca'nın içinde kaybolan ben O.'ın başını didiklemeye, menüye bakarken "bu ne şimdi?" "peki burdakinin içinde ne var" şeklinde sorularla onu bunaltmaya başladım. Sonunda garson gelip siparişi alacağı zaman ben hemen atlayıp İngilizce konuşmaya başladım. Bir süre siparişi o şekilde verdikten sonra O. ve garsonun bana gülümsediğini fark ettim zira adamcağız Türkmüş ve içeri girerken Türkçe konuştuğumuzu duyduğundan sanırım, Türk olduğumuzu anlamış. Benimle de Türkçe konuşuyormuş ama ben otomatiğe bağlamış şekilde her işimi İngilizce görmeye şartlanmış bir insan olarak onunla İngilizce konuşuyormuşum. "Ama o bagetin içinde salam var" dedi mesela adam bana. Türk'tü evet gerçekten de.

Orada harika bir öğle yemeği yemişken, hemen akşamki Deerhunter biletlerini almaya gidelim dedik. Online almıştık zaten ama oradan da biletleri almak gerekiyordu. Museumsquartier'e doğru yola koyulduk. Park ettiğimiz yerde bize ceza yazacaklarını söyleyen adama inanan O. ise bana bir bira borçluydu zira girdiğimiz "bize ceza yazdılar, yazmadılar" iddiasında umutsuz olan ve bir önceki gün Prag'ta kale tarafında yediğimiz park cezası lanetinin onu Viyana'da da bulacağına inanan O. ceza yediğimizi düşünüyordu. Bense umudumu yitirmemiş bir insan olarak iddiayı kazanan taraf oldum. Museumsquartier civarındaki bilet ofisi yolundayken, nihayet navigasyon teyzemiz Çek Cumhuriyeti sınırları içindeki felaket "female gps" modundan çıktı ve tıkır tıkır bize yolları tarif etmeye başladı. Ben de elimdeki küçük Viyana rehberini çıkarmış o bölgede neler olduğuna bakarken MUMOK'un orada olduğunu görüp büyük çapta bir sevinç yaşadım zira MUMOK Viyana'daki bir modern sanat galerisiydi ve içinde görmek istediğim şahane eserler vardı. Museum Moderner Kunst Stiftung Ludwig Wien şeklinde bir isme sahip olan bu galeri mutlaka gezilmeliydi. Ofise uğrayıp görevliyi biri İngilizce biri Almanca konuşan iki arkadaş olarak iki dili de konuşmaya mecbur bırakıp şaşırttıktan sonra sıra galeriyi gezmeye gelmişti. İçeriye girince koca bir avluya açılan bir bina ve avluda hoş kafelere sahip olan bir alanda ortadaki çiğ sarı renkteki koca yapılar üzerinde dinlenen ve vakit geçiren, ders çalışan, arkadaşlarıyla birasını yudumlayıp konuşan insanları görünce Viyana'ya içim bir anda ısınıverdi sonunda. İçeri girince sağ tarafta MUMOK solda ise Klimt ve Schiele'nin eserlerinin görülebileceği Leopold Museum görülüyor. Leopold'u sonraya saklamaya karar verip hemen MUMOK'a daldık.





Müzenin binası gri renkte gayet ilgi çeken bir mimariye sahip ve yedi kat ayrıtemalarla düzenlenmiş. Her katta sergilenen eserlerin dönemi ve o döneme ait bilgiler hem İngilice hem de Almanca olarak salonların girişlerindeki ufak hollerde ilgilenmeyen insanı bile içeri sokabilecek kadar basit ve ilgi çekici bir dille duvarlara yazılmış. Biz gittiğimizde ki hala devam ediyor olmalı o özel sergi, Cy Twombly'nin eserlerine ait ayrıca bir kat vardı. Bu ziyaretle ilgili sayfalarca yazı yazabilirim zira üç saat boyunca bıkmadan usanmadan bazı katları ikişer üçer kez gezdiğim bu müze bu gezimin en duygusal en climatic anlarına ev sahipliği etti. Fakat onun için ayrıca bir yazıyı bir ara buralara yazmak istemekteyim. Velhasıl 1960larda Amerikan Sanati temalı Pop Art akımına dahil olan Jasper Johns, Rauschenberg, Oldenburg ve Rothko'nun yakın arkadaşı ve akımdaşı olan Motherwell'in eserlerini gördüğüm katta beni deli sanmış olabilirler zira her eseri gördüğümde yüzümde kocaman bir gülümseme, aklımda bu zamana kadar onlarla ilgili okuduklarımın ve düşündüklerimin aklımdan kalbime doğru akması ve karşısında çocuk gibi mutlu olduğum kocaman kanvasları bir saat boyunca izlemiş olabilirim.


Bu kısım ise Klasik Modern'lerin bulunduğu kattı. İçinde Oppenheimer'dan, Kupka'ya, Picasso'dan, Matisse'e ve oradan Richter'e ve Kandinsky'e uzanan bir skala var ki bu kısım da beni öfori krizlerine sokacak kadar heyecanlıydı.


MUMOK'u kolay kolay terk edemedim tabii. Mağazasından kendime, kardeşlerime ve arkadaşlarıma hediyeler aldım. Sonundaysa O. ile oturup müzenin yanındaki kafede biralarımızı içtik. Küçük Rebecca'ya ufak bir hediye verdim, onu mıncıkladım, bana gülümsedi. Öyle bir bebeğimin olması fikri o müzenin yanında epeyce hoşuma gitti ama nedense şu anda Ankara'da oturduğum koltukta bu bana o kadar da iyi bir fikir gibi gelmiyor. Neyse, oradan kalktığımızda saat 5'ti. Bu arada last.fm'den zamanında tanıştığım ve komik bir tesadüfle Radiohead konseri için Prag'a geleceğini öğrendiğim C. ise Deerhunter'da da bizimle olacaktı. O da kalkıp İstanbul'dan gelmişti ama onun gezi programı daha farklıydı. Onunla mesajlaşıp, konser alanında buluşmaya karar verdik ve Arena'ya gitmek üzere heyecanla Museumsquartier'den çıktık. Leopold her ne kadar sonraki güne saklanmış olsa da kendisine bir sonraki Viyana gezimde görülmek üzere göz kırpılmış da o esnada farkında değilmişim meğerse. Saklayın o Schiele'leri Klimt'leri benim için!

Bilet üzerindeki bölgeyi bulmak o kadar da zor olmadı şeklinde bu post'u bitirip bir diğerine hemen geçeyim diyorum çünkü son bir yılda en çok dinlediğim grup olan Deerhunter'ın delisi bir divina olarak tek başına bir yazı konusuydu onları izlemem. Görüşürüz yarına. Söz yazacağım.