Salı, Eylül 30, 2008

"drink sangria in the park"

Akşam yemeğe gitmeden önce, orada burada dolandık durduk K. ile. Epey de eğlendik zira kendisiyle Orhan Pamuk'la ilgili çılgın konuşmalar yaptık. Daha açılış cümlesiyle kendi kalesine gol atan bir adammış; tescilledik gün itibariyle. Onun Nobel almasını sağlayan çevirmenlerini ve PR ekibini kutluyorum buradan. Ha bir de bugün Nobel alanlara ısrarla Oscar aldırtıldığı gün olarak tarihe geçsin hatta.

Diğer yandan bugün Aslı Erdoğan'ın CERN'de çalışmalar yaptığını, K. ile anlam veremediğimiz bir şekilde "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü okumak isteyip bir türlü kitabı alamadığımızı, Ayn Rand kitaplarının önsözünü Sinan Çetin'in yazmasının zaten kötü kapak tasarımı olan o tuğla kitapları çok çok itici kıldığını farkettik. "Sen bunu okudun mu?" "Peki ya bunu?" şeklinde birbirimize edebiyat imtihanları yaparken ve tam da taa üniversitenin ilk yıllarında çok severek okumaya başladığım İhsan Oktay Anar'ı K.'a tanıtırken, K. bana dönüp aşağıdaki raflarda duran Adalet Ağaoğlu kitaplarını gösterip "Sen Adalet Ağaoğlu okudun mu?" diye soracaktı ki ben hemen cevap verdim "Hayır, ama gördüm, dinledim." Hazır cevap bir insan ve hatta biraz da salak olduğumu kabul ediyorum.

Banyo yaptıktan sonra soğuk havalarda dışarı çıkmamam gerekiyor ama her nasılsa her banyodan sonra dışarı çıkmayı başarıyorum. Halbuki yaz aylarında gayet de dikkat ediyordum çıkmamaya. Kendime kastım var, evet.

Onun dışında geçende The Walkmen'le ilgili bir yazı yazdım Reset'e. İsteyen olursa gidip baksın ama ben sıkıldım okurken. Yazarken sıkılmamıştım oysa ki.

İki tane komik ve çok akıllı kızkardeşim var benim bir de. Onlarla konuşmaya dalıp buraya yazı yazdığımı unutmuşum. O yüzden burayı bırakıp onlarla sohbete geri döneyim diyorum.

İyi geceler!

Pazartesi, Eylül 29, 2008

The Last Farm

Akşam K. ile yediğimiz akşam yemeği ve sonrasında güzel tatlı seansından mutlu mutlu evime dönmüşken, Y. bana şu videoyu yolladı; tadım tuzum kaçtı. Yediğim tatlılar, güldüğüm her şey, yemekteyken bana bakan çocuğun yüzü... Hepsi bir bir boğazıma dizildi; feci şekilde anlamsız gelmeye başladı. Hayatta şöyle birine rastlamayacaksam niye yaşıyorum ki bile dedim bencilce. Kısacık ama içte devam eden türden bir film bu. Fonda İzlanda olmasının etkisinden demiyorum, 2005'te Oscar adayı olmuş The Last Farm'a bir göz atın. Eğer imkan olsa buraya iliştirecektim, sizi başka yere yollamayacaktım ama olmadı.

http://video.google.com/videoplay?docid=5581847596743224269&ei=7DXhSLHJA42uiAKxgsCiCw&q=%22the+last+farm%22

"Cold Fusion For G"


"Son bir senede öğrendiğinizde sizi en çok şaşırtmış olan şey nedir?"

gibi bir soru vardı bir yerde az önce gördüm. Bugün evi toparlarken düşüneceğim ve sonra uygun vakitte buraya yazacağım bunu. Siz de düşünün, aklınıza gelirse yazın. Merak içindeyim hangimizinki daha şaşırtıcı.

Pazar, Eylül 28, 2008

Stop Global Warming

Sabah sabah içimi acıtan bir şey yolladı Y. bana. Sizi videoya boğmak gibi bir amaç edindim sabah sabah zaten.


Quercus / Global warming from dirtyjohan on Vimeo.

World's End Girlfriend - We Are The Massacre

World's End Girlfriend

Last.fm'den profilime bakan insanları görmek bazen eğlenceli olabiliyor. Müzik konusunda keşfetmeyi seven bir insan olarak, epey de işime yarıyor bu durum. Mesela en son birinin masif olarak dün benim profilimde gezindiğini gördüm. Ben de onunkine bakayım dedim bu sabah. Onun kendi sitesi olarak yazdığı adrese tıkladım. Harika bir müzik beni bekliyormuş meğerse. Harıl harıl araştırmalara giriştim nedir bu diye. Sanıyorum ki Mono'yla bir işler çevirmişler beraber ilk izlenimime göre. Hemen adresi vereyim ve bu güzel site ve harika müzikle sizi de tanıştırayım.

World's End Girlfriend

Cumartesi, Eylül 27, 2008

Take Me Somewhere Nice

Bu çok garip bir şarkı. En son sözlükte şöyle bir şey yazmışım onunla ilgili:

"isminin şarkısıdır. hep eksik gedik vakitlerde dinletmesinden midir bilinmez, o anda etrafınızda bulunmayan ne kadar güzel şey varsa aklınıza üşüşüverir. sizi alıp götürür en güzel anlara. bir anda anılar arasında gezinen bir ruh ile, oturduğu yere çakılmış tamamlanması imkansız bedeninizin senkronizasyon bozukluğunu farkettirir içinizi yakarak. geçip giden zamana mı, yoksa gelecekte görünmeyen mutlu anlara mı üzüleyim diye iki tane ucu var ya hani bu şarkının, o iki uç arasında gidip gelen orasına burasına vurulmuş tenis topuna dönersiniz. aman diyeyim."

Bazen last.fm'de "aşağılık şarkılar" diye bir tag açasım geliyor. Başlıca sebebi bu şarkıdır. Tutuklayın lütfen.

"If you say stay then you know I'll stay"

Bir kere, "intihar" nasıl yazılır bilmeden intihar etmeyiniz, asabımı bozmayınız. Buraya neden uğranıyor mesela "canımı acıtmadan nasıl intar edebilirim" gibi bir keyword ile onu da anlayamıyorum zaten. Her neyse... Ayrıca intihar edecekseniz canınızı acıtarak yapınız ki, yarı yolda tıkanıp kalınız. Birilerini yardıma çağırınız. Öldürmeyiniz kendinizi. "İntar" değil, "intihar"mış aslında yapmaya çalıştığım şey deyip, hayatınıza kaldığınız yerden devam ediniz. Saçmalamayın lütfen.

Bugün tüm günümü kelimenin tam anlamıyla waste ettim diye düşünürken akşam vakti hiç hesapta olmayan bir şekilde İ. geliverdi. İyi de yaptı. Güzel müzikler dinledik, sohbetler ettik. Bugün sabah uyandığıda aklımda çalan ilk şarkı Stay'di Asobi Seksu'dan. Nedendir bilmiyorum tabii hiçbir şeyin nedenini bilmediğim gibi. Sonra akşam vakti tam da İ. bu yaz garip bir kazada kötü şekilde ölmüş olan bir arkadaşımızdan bahsederken, çalıyor olan Stay'i last.fm programını açıp taglemeye çalışmam artık ölüm gibi konularda ne kadar hissizleştiğimi anlatıyor olmalı.

Bugün işten eve gelirken, The Verve'ün Bittersweet Symphony'si uğradı kulağıma. İyi de yaptı. O insanlarla dolu sokaktan yağmur altında umarsızc bu akda keyifli yürüyebileceğima klıma gelmezdi sanırım.

Önümüzdeki haftasonu, tatilde neler yapsam acaba diye kendime sorduğumda tüm yaz boyu verdiğim "Sadece evde dinlenmek istiyorum." cümlesini yine tekrarlamaya başladım. Birileri oralara buralara uçuyor, olabildiğince tatillerini verimli kullanmayı hedefliyor. ötekiler planlı programlı bir tatil planı çıkarıyor. Ama tatil denilen şey tatil işte. O sırada belki yapmayı hedefliyor olduğun şey daha az dinlendirici geldiği için yapmak istemeyeceksin veya rahatlatacak olsa da o planı uygulayacak ruh haline sahip olmazsın... Böyle absürd kriterlerim ve düşüncelerim olduğundan hayatımın hiçbir anında plan yapamama gibi bir özelliğe sahibim. Biraz da tabii işlerin planladığım gibi gitmediğini görmüş olmaktan da kaynaklanıyor olabilir bu durum.

Ş. bana bugün sabah sabah eğer çok çok çok parası olsaydı, Ege tarafında ufak bir ev alacağını ve iskelede bağlı duran ufak kayığıyla her sabah balığa çıkacağını söylediğinde bu iş için o kadar paraya sahip olması gerekmediğini söyledim. Hakikaten de yoktu ama.

Ben çok çok çok param olduğunda ne yapardım diye düşündüğümde aklıma bilmemneredeki okulda bilmemne bölümünde okurdum, aralarda da gezinirdim gibi cevaplar verdim. Hala neden okuyarak geçiriyorsam hayatımı artık.

Görülebileceği üzere aklımı zerre kadar kullanmadığım zamanlarımdayım. Gerçi normalde de çok sık kullandığımı söyleyemiyorum ama, bu aralar bu kullanmama hali daha bir yoğun. En çok da yazı yazarken ortaya çıkıyor bu durum. Yazacak tek bir şey bile bulamıyorum ama nasıl oluyorsa her gün delice yazmak istiyorum. İçimdeki anlamsızlıkları tanımlama ve belirsizlikler belirli kılmak gibi ulvi amaçlarım olduğu için yazma ihtiyacı hissediyorum gibi tanımlar yapmak istiyoum ve hatt yapıyorum da ama o tanım cümlelerine noktayı daha koymadan anlamsız geliyor hepsi.

Bir gün başka bir şeye ihtiyaç duymadan anlamlı hissedeceğim, kendi kendime yeteceğim bir an yaşamak istiyorum. Bu hayatta başka elle tutulur bir amacımın olmaması hiç de ilginç gelmiyor. Tam o sırada da şu anda pek bir dağınık olan hafızam bugün gördüğüm rüyayı anımsar gibi oluyor. Rüyayı anımsamıyorum ama, rüyanın bende bıraktığı o iz çok belirgin. O iz hiç iyi yerlere işaret etmemekte. Gözümü kapıyorum ve kendimi yatağın üzerinde, serilmek üzere havalanmış çarşafların altında uzanmışken görüyorum. Bir türlü düzleşmeyen o örtüler, daha düzgün görünsünler sürekli havalanıyor ama altlarında ben olduğum için bir türlü istenen şekli almıyorlar. Her nasılsa orada olduğum görülmüyor; ısrarla çarşaflar düzgün şekilde örtülmek isteniyor. Belki artık yataktan kalkma vaktim geldi diye düşünüyorum ve kendi yatğıma geçiyorum.

İyi uykular.

Perşembe, Eylül 25, 2008

If I were in your shoes...


Kids at Hanö
Originally uploaded by Johan L
Şöyle bir karede o kızın yerinde olup kırmızı ayakkabılarının içinde durmayı çok isterdim sanırım bir de.

"If only you knew the rain"

M.y.s.v.m.

Aklıma çok şey geliyor ama yazma özürlü bir insanım bu aralar sanırım ki dökemiyorum buraya hiçbirini. Biraz sessiz kalasım var gibi. Bazen de yukarıda yaptığım gibi bazı şeyleri kendimce şifreleyip (şifre de şifre olsa, baş harflerini hazıyorum cümledeki kelimelerin) sonradan çözmeye çalışıyorum, bakalım o anda neler hissettiğimi hatırlıyor muyum diye. Alzheimer hastası olursam ilerde en çok buna şaşırırım, eğer böylesi bir hafızaya zamanında sahip olduğumu hatırlıyor olabilirsem elbette.

Attesa diye bir güzelliği var Balmorhea'nın. Onu dinleyince garip hissediyorum. Garip hissetmek istediğim vakitlerde kendisine dadandım bu ara. Yağmur sesi üzerine oturtulabilecek en can acıtıcı seslere sahip kendisi. Ama artık canım da yanmadığına göre zamanında dinlerken canımın yandığı o yerlerdeki boşlukları hissettiğimden garip hissediyorum sanırım.

Rüyalarım yine acaip bu aralar. Ama neyse ki ellerime bakmaktan vazgeçtim. Şimdi gözümü açtığım anda yataktan kalktığım zamanlardayım. Her şeyi otomatik pilota devrettim herhalde.

Yazıp yazıp silme gibi huylarım var. Silmeden öylesine bıraktığımda da sonradan yazdıklarıma bakıp şaşırıyorum.

Boş konuşmak ve "sanmak" üzerine bu aralar üstüme yok. Birileri bana sponsor olsa da keyfime baksam, gidilecek yerlere gitsem, okunacakları okusam, dinlenecek müzikleri bitirsem -ki onlar hiç bitmezler aslında, bir şeylere aşık olsam peşlerinden gitsem mesela. Böylece buraya heyecanla gelip yeni şeyler hakkında yazabilirim belki.

Saatlerce bir şeyler hakkında susmadan konuşasım varmış bir de bugün farkettim. Yazmak yerine konuşarak ifade etmek istiyorum kendimi. Bugün dışarıda bir arkadaşımla otururken bir ara nefes almak için susturmak zorunda kaldım kendimi istemsizce. Nefes aldım ve konuşmaya kaldığım yerden devam ettim. Bu aralar bana rastlamayın epey başınızı şişirebilirim yoksa.

"Divina ve yan etkileri" şeklinde siteye gelen ve yanlışlıkla geldiği halde saatlerce kalmış biri varmış. Kendisinin varlığından bugün haberdar oldum. Aradığı ilacın yan etkilerini değil de bulduğu şey olan "ben"im yan etkilerim ne olmuş öğrenmek isterdim.

Dünya çok acaip bir yer bazen.

Çarşamba, Eylül 24, 2008

Lovely Head - Weird Fishes

NOTCOT sağolsun, bu sabah güzel görüntülerle güne açılış yapmamı sağladı. Hemen koyayım iki videoyu da.


Solar, with lyrics. from flight404 on Vimeo.


Weird Fishes: Arpeggi from flight404 on Vimeo.

Feelings For Something Lost

Pitchfork'ta az önce Mogwai'nin The Hawk Is Howling'ine yapılan review'ı okudum. Kendileri utanmadan Sigur Ròs'un son albümüne 7.5 verip, bu albüme 4.5'u uygun görmüşler. Sürekli öngörülebilir olmak ve fazla bilinçli müzik yapmakla suçlamışlar grubu da. Bok yesinler.

Onun dışında bugün bugün alakasız olarak, sabah 4,6'lık br deprem yaşamışız ve fakat ben duşta olduğum için hissetmemişim. Annem arayıp söylemeseydi farkına bile varmayacaktım.

Gün boyu dingin müzikler dinledim bugün sanırım. Sabah sakin sakin yapılan bir kahvaltı, gerçek renklerin şimdiden soluk gün ışığıyla aydınlanması, sonra Rachel's... Şimdiyse Ólafur Arnalds ki kendisini çok kişiden duyup bir türlü dinleyememiştim. Uyumadan önce terapi niyetine iyi gelebilen bir müziği varmış.

Bugün derste as if, as though diye anlatırken, kredi kartlarıyla insanların daha çok parası varmış gibi yaşamalarıyla ilgili bir örnek cümle kuruverdim. Ders sonrasında da kendi kendime birçok insanın bu yüzden şizofren hayatlar sürdürdüğünü düşündüm. Tam o esnada Fake Plastic Trees'i uygun gördü iPod'um. Sağolsun kendisi hal hatırdan anlıyor bilindiği üzere.

Ayça dün bana artık duvarlarım olmadığını birkaç soruyla kanıtladı. Bunu da farkına varmadan verdiğim cevaplarla kanıtlamış olması pek harika oldu hatta. Çok yol katetmişim çok zamanda. Sindirerek yaşanan mutluluk da acı da bu dünyada başka bir denkliğe sahip değil herhalde. İyi ki olduğum gibi bir insanım diye düşündüm bugün. Bunu hala ara ara düşünebiliyor olduğum için güldüm kendime bir de.

Yarına kadar güzel rüyalar görmek dışında hiçbir şey istemiyorum. Yarınsa sanırım kendi halinde ilerleyen hayatımı bir boş günde ne kadar aktivite varsa yaparak geçireceğim. İnsanı dış dünyada oraya buraya harcanan enerji kadar sağlıklı kılan başka bir şey yok sanırım. İyi geceler.

Pazartesi, Eylül 22, 2008

"It Doesn't Mean A Thing"

Pornopop diye bir grup var. Kendileriyle ilgili söyleyebiliğim şeyler, çok iyi bir grup oldukları ve İzlanda'dan çıktıkları. Çok sevdiğim Sigur Ròs'un hiç sevmediğim son albümü jdhakjdhasjdh'ı (hala bilmiyorum ismini evet ve copy-paste yapmaya üşeniyorum) sonrasında onlardan beklediğim tarz müziğe en çok yaklaşmış olan grup sanırım Pornopop oldu. O yüzden hemen çok güzel olduklarını yazdım durdurmadan kendimi. Sağolsun Dream Endless hayatıma kattığı bu grupla beni pek bir ihya etti yine. Bu grubu da o söyledikten ve albümü indirdikten iki hafta kadar sonra dinlemeye başladım ama öyle çok sevdim ki hemen buraya bir şarkılarını ekleyeyim istedim. Dinleyince bana hak vermemek olanaksız olduğundan şuraya alıyorum sizi:

Pornopop - It Doesn't Mean a Thing

Pazar, Eylül 21, 2008

"Cause today I'll change, I'll make you forget"

Yoğun bir haftasonunu daha geride bıraktığım şu dakikalarda, bir de uzun süredir görmediğim hatta kendi deyimimle ayrıldığımız K. ile tekrardan birkaç ay sonra görüşmüş olmanın rahatlığındayım. Bu rahatlık ilginç bir mutluluk haline sürüklüyor beni. Zaten birkaç gündür havaların tam istediğim kıvama gelmesi, Güneş'in "Ya bana katlanacaksın ya da git kendine gölge bir yer bul bulabilirsen hahaha" temalı diktatörlük günlerinden kurtulmuş olmak beni epeyce dinginleştirmişken, bir de nedensiz yere sonlandırdığımızı düşündüğüm bir ilişkiye tekrardan başlamak bana çok iyi geldi. Yine hiçbir şey olmamış gibi oturduk konuştuk, sevgilisi M. ile tanıştırdı beni. Otururken düşündüm de keşke her biten ilişki bu hale böyle çabucak gelebilse ve hiçbir şey olmamış gibi her şey kaldığı yerden devam edebilse... Çünkü bazen insan bazı şeyleri sadece "o" kişiyle paylaşabiliyor. Sonra başka biriyle aynı şeylerin paylaşımı, bu başka kişimiz aslında paylaştığınız şeyi daha iyi anlıyor olsa da bu kadar zevk vermiyor. Çok sevilen müzikleri paylaşmaktan delice keyif aldığınız birisi yerine başka birisi konmuyor. Veya konuyor belki bilemiyorum. Bu benim kendi sabitliğim ve zor değişebilirliğimden de kaynaklanıyor olabilir. Her şey mümkün.

Dün havaların yağmurlu ama bir şekilde gri bir aydınlık haline dönüştüğü zamandan beri ki benim bunu farketmem dün sabah 7'ye tekabül ediyor, tam da birkaç sene önce Rachel's denen şahane grubun Music for Egon Schiele albümünü hatmettiğim vakitlerle eşzamanlı olarak bu albümden Family Portrait kulağıma çalındı. Sonra tabii dayanamayıp, sabah sabah iki saat boyunca bu albümü dinledim. Birkaç sene önce bu albümü ilk dinlemeye başladığımda da aynı şey olmuştu ve bir hafta boyunca sayısız kez dinlemiştim. Ufacık odamda yatağın üzerinde aylaklık dışında bir şey yapmamın beklenmediği zamanımı kendilerini dinleyerek geçirmiştim. Hatta sadece bua lbüm vardı kulağımda ve o sıralarda nasıl bir gündüzdüşü mağarasına düşmüşsem artık saatlerce hiçbir şey yapmadan oturup ruhumu dinlendirme seansları düzenlemiştim. ha evet yaptığım tek şey vardı kendiliğinden kurduğum ve kendimi bir anda içinde bulduğum düşler dışında; o da dışarıdaki aynen şu andaki gibi gri olan yağmurlu havayı seyretmekti. Arada sevgilim E. geliyordu yanıma akşamları. Onunla da pek konuşmuyordum. Yanımda kitap okyordu o ben de müziğimi dinleyip yine dışarıyı izliyordum. Kendi içselliğimin içinde o kadar rahat olduğum, orada rastladığım imgelerle bu kadar barışık olabildiğim beni korkutmayan bir "kendi"liğin içinde eriyip gitmek bana son bir senedir epeyce zor görünmekteydi. Lakin dün harıl harıl derse son hazırlıklarımı yaparken, dinlediğim Music for Egon Schiele beni yine aynı hisler içine soktu ve her şey dünden beri daha bir pastoral, daha bir içinde durulası. Yağmur yağıyor, müzik yağıyor, içimde yapması gerekenler birer birer yere düşüyor. Arada rüzgarlar esiyor, kızarmış yapraklar ıslanmış bir şekilde yere düşüyor. Birilerinin onları toplamasını bekliyorlar ama şimdilik orada dursunlar iyi oluyor.

Her neyse... Serin havanın hakim sürdüğü, sürekli yağmur yağan, renklerin daha gerçek ve sade bir aydınlık sayesinde kendilerini ifade ettikleri zamanları seviyorum. Eğer benimle alakalı yapılacakların en iyi hangi zamanlarda yapılacağını söyleyen bir rehber olsaydı derdi ki: "Bu zamanlar Divina'yla tanışmak için en ideal vakit." Ben de bir şekilde orası burası değişmiş olan kendimin revize edilmiş haliyle yeni tanışıyorum. Tanımaya devam ettikçe pişman olmayacağımı ve kendisini hayat boyu hayatımda tutmak isteyeceğimi düşünmekteyim. Göreceğiz...

Cuma, Eylül 19, 2008

"all the moments you should have not locked up..."

Küçük bir çocuk vardı David diye bir filmde. Biyolojik olarak annesi olması mümkün bile olmayan bir çocuk. Gözünü açtığında annesi bildiği kadına programlandığı üzere öyle bağlıydı ki, başka bir filmde iki sevgilinin bir iple birbirlerine bellerinden bağlandığı o ip bu filmde David ve annesi arasında görünmüyordu ve fakat vardı bir şekilde. Gerçi bu sefer tek taraflıydı bu durum. Annesi diye bildiği kadın onun annesi olmadığını bildiği için, bu gerçek onun o bağı reddetmesine sebep oluyordu. David ise bildiği tek gerçek olan "gördüğü ilk kadını annesi bilme"ye inanıyordu. Herkesin gerçekleri farklı işte... Velhasıl platonik bir aşık olarak, annesi öldükten yüzyıllar sonra başka bir dönemde, artık dünya buzlarla kaplıyken, başka canlılar da dünyayı karış karış araştırırken dünyaya gözlerini açan David'in tek isteği Blue Fairy tarafından olmasa da, bu canlılar tarafından yerine getirilecekti ve David annesinin yeniden canlandırılmasını, tek gün bile olsa yanında annesi gibi davranmasını istemişti. Bunun için de özenle sakladığı o saç telini verdi onlara. Bir gün sonra uyandığında annesi oradaydı. Annesiydi gerçekten. Zamanında kayıp olan o bağ, bir anda gerçekleşmişti. Gerçekte olmayan o bağın bu kadar gerçek olduğu kayıp bir zamandaki kişisel bir kurgunun içinde geçirdiler tek günlerini. David dünyanın en mutlu çocuğuydu zira o zamanlar yapamadığı her şeyi yapmışlardı. Gerçek bir anne-çocuğunkinden farkı yoktu ilişkilerinin. Hatta oldukça idealizeydi. Bu kayıp zamanın sonunda David nihai hedefine ulaşmış olarak gözyaşlarıyla uğurladı annesini. Yatakta uyudular sonsuza dek yanyana.

Arada bu film aklıma geliyor. David'e verilen o şans bana verilse ne yapardım diyorum. Tam bu soruyu sorarken bunu "şans" olarak niteleyişimdeki sevimsiz gerçek adeta işlemi sonlandırıyor. Force Quit yapıyorum otomatik olarak. Hakikaten de düşünmüyorum sonrasını. Sanırım kaçabiliyorum artık bazı şeylerden. Bunu da meziyet olarak gördüğümden "-ebiliyorum" gibi bir ifadeyle söylemiyorum. Aksine kaçmanın dünyadaki en büyük suçun Björk'un dediği gibi kendini kapatmak, içe kitlemek olduğuna katılmam bir yana, kaçabilmenin de o en büyük suçlar kategorisine girdiğine eminim. Bunu yapabilmekteki o "-ebilmek" ifadesi tamamen olumsuz hislerle dolu benim dünyamda.

Yani olur da bir gün David'inki gibi bir anla karşılaşırsam, bu şeyi şans olarak görmemdeki iticilik nedeniyle kimsenin adını telaffuz etmeyebilirim. Kimseyi söylemediğim için de kendi kendimden kaçtığımı düşünüp daha da çok sinirlenebilirim. Kim 500 Milyar İster'deki son soruya gelip, soruyu beğenmediği için kalkıp giden bir insan gibi... Yarışmanın adını soru gibi algılayıp "Ben istemem o 500 Milyar'ı" diye cevap vermek gibi...

Bazen çok aptalım ben.

Girl Like You

Bu şarkıyı upload edip buraya koymadan da edemedim:

Hartfield - Girl Like You [Pia Fraus Remix]

Bisikletle İzlanda Deliliği

Unutmadan yazayım dedim sözlüğe de yazdım zaten. Geçende bisiklet almak istedim. Ama ne almam gerektiğini bimediğimden, google'da arattım konuyla ilgili bir şeyler. Tam o esnada benim gibi İzlanda delisi bir insanın görüp ölüp biteceği bir blogla karşılaştım (Google'ı seviyorum). Blog sahipleri, bisikletle buralardan izlanda'ya gitme sevdasına kapılmışlar. Tabii herkes benim gibi sevdaya kapılıp kıçı üstünde oturmakla tatmin olmuyor. Neyse ki olmamış onlar da ve hakikaten de yapmışlar. Onların güncelerini okumak isteyenler için bir blog açmışlar. Onları takip ederken heyecanlanıyorum, kıskanıyorum. Bisikletim olsun ben de yapayım diyorum ama hayalden başka bir şey değil bu biliyorum. Son zamanlarda bir yerlere kaçıp gitme isteği yaratan başlıca şey bu blog oldu işte. Bir gün tek başıma orada olacağımı biliyorum ama hiçbir zaman böyle bir deneyim olmayacak benimkisi.

Sağ tarafta linkini ekledim "The Others"a. Ama buraya da ayrıca yazayım istedim zira reader'dan takip edenler blog'un diğer kısımlarından bihaber. Buyrun efendim:

http://bisikletleizlanda.blogspot.com/

"To shut yourself up is the hugest crime of them all"

Nedense bu aralar pek yazmıyorum. Sanırım yoğunluktan ama tam olarak bu da değil herhalde. O yoğunluklardan ötürü sürekli ertelenen düşünceler içine ancak yatağa uzandığımda girebiliyorum ve bu da ancak uyumadan 15 dakika önce olduğu için, hiçbir düşünce sonlandırılamıyor veya çözülemiyor.

Bu hafta neler oldu diye düşününce, Ma geldi tek değişiklik olarak. Geç saatlere kadar oturuldu, yarasalardan bahsedildi. Nada'daki grubun Come As You Are yorumuna bol bol bok attı kendisi. Güldük. En son kendisini uyandırmaya çalıştım ama uyanmayınca artık işe gitmeye karar verdim ve kendisine istediği zaman uyanıp çıkabileceğini söyledim. Akşam geldiğimde beklediğim gibi yoktu. Ha evet bir de artık kendisinden bana kalan bir paket Pink Elephant'ım var.

İşle dolu bir haftasonu beni bekliyor ama bugün güzeldi. En azından 30 Ağustos'tan beri ilk kez evden çıkmadığım bir gün yaşadım. Çok ilginçti. Ama özel ders verdiğim öğrencim geldi ve işe devam ettim. En azından kendi evimdeydim ama. Arada öğrencimin beyni sulandığı vakitlerde müzikler açtım, kendisini dinlendirdim.

Bu aralar Ankara'nın havası çok güzel. Sabahları üzerime nispeten daha kalın şeyler alıyorum. En azından sabah ve akşam serinliklerini kesebilecek şeyler... Tam sevdiğim havalara giriş yaptığımız günlerdeyiz. İstanbul'a gitme isteğim gitgide artıyor. Bu duruma en kısa zamanda bir çare bulmak istiyorum ama "Nereye divina hanım, nereyeee?!" diyorum. Bu kadar ders dururken nereye hakkaten?

Bazen de her şeyi burada bırakıp çok absurd bir yere gideyim diyorum. Bu bu hafta en sık aklıma düşen fikirlerden biriydi. Ama öyle haftasonu falan değil, temelli bir gidiş bu. Aklımdaki çözülmemiş zımbırtıarı bile gülerek ve heyecanla kendiliğinden bana unutturacak bir yerlere. Arada da All is Full of Love dinliyorum. Sözlerine bu kadar zamandır nasıl bu kadar kayıtsız kalmışım diye şaşkınlıklar geçiriyorum. Sonra bazen küsüp, sevmediğimi söylediğim ne varsa hayatıma dahil edeyim, onlarla barışayım diyorum. Ama bazı şeyleri içim kaldırmıyor. Duruyorum o anda. Zorlamak istemiyorum kendimi. İyi yapıyorum.

Flaş Flaş Flaş!!! The Walkmen 2008 Eylül'üme damgasını vuran grup oldu bir de!

Son zamanlarda her post'ta bunu sayıklıyorum evet ama elimde değil. Kendilerinden başka bir şey dinleyesim yok. Açıp dinliyorum sürekli öyle. Bir de Fujiya & Miyagi dinliyorum aralarda da. Eski albümlerini daha çok seviyorum onların da. Birisi çok şaşırmıştı bir ara Last.fm'deki overall listemde ilk onda onları görünce. Ben hiç şaşırmıyorum.

Dün gece Hartfield adında Japonya'dan bir grupla tanıştırdım kendimi. Grubun elemanlarının Terazi burcu olduğundan mıdır artık bilmiyorum ama L.I.B.R.A adında bir albümleri var. Ben bir albüm yapsam kendi burcumu isim olarak seçmezdim herhalde ama çok da güzellermiş. Shoegaze seviyorum evet, bu grup da tam sevebileceğim türden. Geçen sene Ulrich Schnauss'un Look At The Sky'ına benzer şarkıları var. Hatta pek çok sevdiğim, Asobi Seksu'ya da epey bir benzerlik göstermekteler. Yine gitarlarla örülü, sivri uçları törpülenmiş bir müzik tabii ki. Shoegaze olunca başka türlüsü olmuyor çünkü. Dreampop denen şeyin güzelliği, bahar aylarına yakışması gibi bir gerçek var. Kabul etmek lazım. Myspace sayfaları'na bakmak lazım. Bakın o zaman.

Bir de Pneumonia denen şarkının güzelliğini yeni yeni keşfediyorum. Utanıyorum bundan da. Bir seneyi mi aldı diye sorabilirsiniz ama şarkı öyle anlarıma denk geliyor ki, su seslerinin arasından fısır fısır kendisinin "get over the sorrow girl, the world is always going to be made of this, you can trust in it unless you breathe in bravely" dediğini duyunca silkiniyorum "Sen kork Pnömokok!" diyorum ama bir yerlerde bir alakasızlık seziyorum. Olsun ama düşen omuzlarım dikleşiyor. En azından korkaklığımı bir an olsun defediyorum. Gittikçe susan bir insan haline gelmiş olmaktan utanıyorum, sıkılıyorum. Sonra da diyor ki o yine "understand so clearly, to shut yourself up is the hugest crime of them all". Kendi içsel ülkemin İçişleri Bakanı atadığım Björk'ü Dışişleri'ne geçirsem daha mı başarılı bir seçim yapmış olurum acaba diye düşünüp duruyorum. Sanırım tüm kabineyi elden geçirmek gerek diyor; işe şimdiden başlıyorum.

Pazartesi, Eylül 15, 2008

"DVNO, four capital letters"

Geçen haftanın bir gelişmesi de, Reset Magazin adlı oluşumda yazmaya başlamamdı sanırım. Ama hhaftasonunun yoğunluğu içinde arada kaynayıp gitmiş. İlk yazımı Mogwai - The Hawk Is Howling üzerine yazdım. Bu hafta başka bir yazıyı daha yollamam lazım. Hazır zaten, sadece birkaç gün daha bekletip, içim rahat etsin istiyorum. İsteyen gidip bakabilir buradan.

Yine The Walkmen ve Justice ile kulaklarımı beslediğim bir akşam geçirdim. Yarına belki Ma gelecek. Pink Elephant'larımı da getirecek umudediyorum ki. Bu hafta yine yoğun ama o gelirse daha eğlenceli geçeceğe benziyor. Hatta aynen bu arkı ve klibi gibi keyifli zamanlar geçirmeyi umuyorum. Çok şey umuyorum. Hmm...

Pazar, Eylül 14, 2008

"i just came here to bounce"

Şu anda büyük bir keyifle bira içerken bir yandan da Justice'in son harika Planisphere'i dinlemekteyim myspace sayfalarından. Justice'i çok seviyorum her ne kadar burda bahsetmemiş olsam da pek. Benim dansederken dinlemek istediğim diyebileceğim o müziği harfi harfine büyük başarıyla icra etmekler. Arada mutluluk eksikliğimi gidermek istediğim vakitlerde sıfatı ve ismi cümle haline getiren "be" fiili kadar tamamlayabiliyorlar beni ve eksikliklerimi.

Nitekim geçen Cuma bir adet kedinin Paris'e taşınmadan önceki son gecesinde saat 12'ye yaklaşırken gittiğimiz Nada'da içeri girdiğimizde dinlemek istediğim müzik de kendilerine aitti. İçeri girdiğimizde mekanın kalabalığına mı yoksa ortada 3-4 sandalyenin üstünde danseden insanlara mı şaşıralım diye, iğne atılsa ere düşmeyecek olan mekanda bara doğru ilerlerken, ortada danseden insanlardan birinin ve hatta esas kişinin doğumgünü çocuğu S. olduğunu gördüğümüzde epeyce güldük. Herkes çılgınca dansediyordu. Artık yalvararak ve neredeyse diz çökerek içkilerimizi almak için bara doğru giderken S. Bey'in beni tepelere çekmesi ise zaten apayrı bir durumdu. Kendimi sandalyelerin üstünde zevkle danseden insanlardan biri olarak bulduğum dakikalarda farkettim ki dj de değişmişti. Dünyanın en şahane dans şarkılarını çalan biri olarak o kafayla etiketlediğim insan, sağolsun Justice de çaldı birkaç tane. Dünyanın en mutlu insanı oldum tabii. Mekanın sahibi F. ise arada bakıp "Oh oh, ne güzel basıyorsunuz sandalyelerime" diyordu gözleriyle ama gülümsediğinden kimse bu durumu kaale de almadı. Bu kadar zamandır gittiğim Nada'nın ne o kadar kalabalık olduğunu ne de o kadar coşkulu olduğunu gördüm. Harika bir gece geçirerek evimize döndük o gece D. ile. Diyeceğim odur ki Justice dinleyin zira bu zamanlara dair en dansedilesi ve dinlerken en coşkulu olunası müzikler kendilerinden çıkmakta.

Bu arada tabii, delice yoğun olduğum günler halen devam etmekte. Gün içinde "bunu bloga yazayım" dediğim onlarca şey, gece eve geldiğimde suda eriyen sandoz tableti gibi yok oluyorlar; günümün yoğunluğu içinde eriyip gidiyorlar. O yüzden sakin zamanlarımı bekliyorum adamakıllı yazmak ve kafamı toplamak için.

Şimdilik size bir müzk önerim daha olabilir: Because of Ghosts. Sevdim ben kendilerini dinleyine. Avustralya'dan çıkan bi post-rock grubu. Kendilerini daha rahat zamanlarımdan birinde review etmek isterim deyip, bu yazıyı burada sonlandırayım diyorum ben. Aman da ne iyi diyorum.

Çarşamba, Eylül 10, 2008

"Sometimes I Don't Get You"

Cern'de insanlar son hazırlıklarını yaparken, ben burada Muzo'nun iTunes haberiyle mutlu ettim kendimi. iTunes onun dediği gibi güncel versiyonuyla Genius denen bir fasilite eklemiş kendine. Önce kendinize bir adet yurtdışı hesabı açmanız lazım. Bunun yolları var ve mesela benim Muzo'nun da yardımıyla birkaç dakikamı almıştı yapmak. iTunes bu Genius özelliğiyle bu hesaptan Apple'a yolluyor playlist'inizi. Sonra bir şarkı seçiyorsunuz. Bu şarkıya uygun şarkılardan akıllı bir playlist yaratıyor size. Benim denemem Asobi Seksu - Red Sea ile oldu ve sonuç şaşırtıcı derecede akıllıcaydı. Güzel olmuş. Listeye bakınca siz de güzel diyeceksiniz hissediyorum.

Pazartesi, Eylül 08, 2008

"And my heart’s in the strangest place..."

Geçen yazdığım posttan sonra hiçbir şey yazasım gelmedi.

Cuma gecesi bir anda beliren dışarı çıkma fikri, beni D.'ya yönlendirdi tabii. İtalya'dan geldiğinden beri görüşmemiştik ki bir hafta önce onun alerjik durumları yüzünden ertelemiştik Cuma gecesi eğlencemizi. Velhasıl yine malum yerler, malum insanlar... Ne zamandır Minna'sa gitmiyordum. Son iki haftadır tekrardan gider oldum. Canım şarkı söylemek istiyor tabii kış aylarına yaklaşırken. Gidip bir saat içinde üç şarkı söyleyip, dönüyoruz genelde asıl gitmek istediğimiz yere. Bu sefer gittiğimde tanımadığım herkes neredesin diye sordu yine. Önceki gidişimde de aynısı olmuştu. Hatta bir buçuk hafta önce anne-babam buraya geldiğinde babam bir arkadaşının beni Minna'sta gördüğünü söyledi. Epey ünlüyüm Minna's insanları arasında diye düşünmeye başlamam çok da abuk gelmiyor artık.

Oradan her zamanki bir başka mekanımıza geçtiğimizde ki söylemeye bile gereksinim duymuyorum adını, daha dakikasında en olmadık insanları çektik etrafımıza. Onlarla eğlenmeye başladık ki, taa liseden bir arkadaşıma rastladım. Birbirimize baktık, gülümsedk, konuşmaya başladık. Eğlendik ettik işte kısacası. Oradan absurd bir eve dönüş hikayesi yaşadık ki burada değinmeye bile gerek görmüyorum. Sonra bir saate yakın süre boyunca bana kız arkadaşından bahsedip de sonra benden çok hoşlandığını söyleyen bir adama yaptığı şeyin ne kadar anlamsız olduğundan bahsettim. Trkçe'yi iyi kullanan ve ağzı iyi laf yapan bir insanmış kendisi. Bir yandan benim dediklerime hak veriyordu bir yandan da aynı şeyleri söyleeye devam ediyordu. Kafasının karışık olduğunu ve beni araması için tek bir sebep olmadığını söyleyip, telefonumu kendisine vermeden eve dönünce anlamıştır diye düşünüyorum yaptığını.

Sonrasında ise ölü gibi göründüğüm bir Cumartesi ve on saatlik uykudan sonra -ki bu benim için çok çok çoooook uzun bir süre evet, Pazar günü koşturmasını da atlattıktan sonra, bugün saat 6'dan sonrasını kendime ayırdım. Sakin sakin odamda oturdum, güzel müzikler dinledim. Flica diye Malezya'lı bir grup vardı geçende bahsettiğim japon mixtape'inden gördüğüm. Onların albümünü dinledim ve hatta hala dinliyorum. Siz de dinleyin onları. Mùm seviyorsanız özellikle...

Bugünse merdivenlerden çıkarken Pink Elephant'ımı bana yollasa keşke diye içimden geçirdiğim Ma'nın buraya geleceğini öğrendim; mutlu oldum hatta. Ne zamandır görüşmekten bahsedip, bunu bir türlü yapamıyorduk. Bakalım.

Yine çok yoğun geçecek olan bu haftayı atlatmayı diliyorum. Kulağımda muhtemelen çok sevdiğim The Walkmen albümü You & Me olacak. Arada Mogwai dinleyeceğim kendimi çökmüş hissettiğimde. Ha bir de bugün, bu aralar farkında olmadan sürekli dinlemiş olduğum Leaves adlı İzlandik grubu hakikaten de seviyor olduğumu farkettim. The Angela Test diye bir albümleri var. Arayan bulur diye düşünüyorum. Bulamayan da bana ulaşsın yeter.

Ayrıca son olarak bu aralar kafamı işten kaldırdığımda, bir adet mixtape yapmayı planlıyorum zira sözkonusu mixtape beni epece heveslendirdi. Güzel bir hadise bu. Bu zamana kadar kimseye yapmamış olduğumu farkettiğim bir şey ayrıca. O yüzden ben birilerine özenerek böye bir şey yapmadan herkesin dinleyebileceği bir şey yapmalıyım ki mixtape denen güzel hadiseye de kötü ve saçma etiketler yapıştırmayayım zira her en sevdiğim şeyi yoketmeye, elimden kaçırmaya eğilimliyim. Hatta öyle ki nerede buharlaşacak şey var onu seviyorum, ona özeniyorum. O halde bekleyiniz ve hatta sözümü tutmazsam da dürtünüz oradan buradan.

İyi geceler!

Perşembe, Eylül 04, 2008

"but you're not really there, it's just a radio"

Not: Bu yazı en iyi The Album Leaf- Window ve Over the Pond ile görüntülenebilir, okunabilir.

Sabah 6'ydı. Zaten 4'te uyumuştum sanırım. Günleri ve saatleri çok iyi ayırdedemiyorum bu aralar. Mesela bugünün Çarşamba olduğundan o kadar eminim ve fakat başkaları da Perşembe olduğundan bir o kadar emin ki, kimseyle anlaşamamaktayım. Neyse... Gözümü açtığımda bir pencere gördüm, yatağımın başucunda öylece açık duran. İçeri giren belli belirsiz ilkgünışığı, temiz hava derken ellerime baktım yine. Arkadan vuran aydınlıkla ellerim bir anda gözlerimin de daha henüz açılmasıyla simsiyah göründüler bir anda. Sonra bir anda kapının açıldığını, birinin içeri girdiğini anımsadım. Sanki yaşadığım bir an vardı bu sabahta ama ben gelecekten bugüne geldim, gelince o andaki "ben"i yok ettim, hayalet gibi gölgeler gördüm gibi hissettim. Biri yanıma uzandı. Beni yine uyuttu. O kadar huzurluydum ki...

7'de uyandım. Sabahakarşılığın tatlı huzurundan eser yoktu. Yapacaklarım vardı. Ama o kadar canlıydı ki o hayaletler, zihnimi bir an bile boş bırakmadılar. Mesela bugün defalarca dinlediğim o şarkının bana yollandığı ilk anda, sabahın ilk kuş sesini duymam... Birilerinin hiç tanık olmadığım halde gözümde gerçekmiş gibi canlanan çoraplı moraplı anıları... Sonra bana yollanan bu şarkıyla kendimi hüzünlü ama gülümseyerek yollara vuruşum. İşe gidişim... Her şeyin bu şarkının hüznü eşliğinde daha güzel görünmesi... Hepsi bir arada ağzımda kötü bir tatla yatağımdan kalkmama sebep oldu sanırım.

Kalkar kalkmaz, üzerime ne bulursam giyindim. Seneler öncesinden aldığım ve hala çok sevdiğim bir adet etek, üzerime de "This black cat brings you good luck" yazılı mottosu ile müsemma bir bluzle dışarı atıverdim kendimi. Bizim sokakta daha ilk adımlarımda geleneksel günün ilk şarkısı shuffle'ında gözüme gözüme vuran güneş ışıklarından gözlerim kamaşmışken bir anda çalıverdi... Ben istememiştim oysa ki. Tam da kaçmak istediğim şeydi. Artık kaçan biri olduğuma inanamıyorum bazen.

O şarkı ve kendinden sonraki "Window" -ki evet bu o sabah anına çok uygundu- çaldı durdu. Yolda gözlerim doldu. Bugünün ne kadar yoğun geçeceğini ve sağlam durmam gerektiğini biliyordum. Daha gözyaşlarım akmadan sildim. Kimse farketmedi bile. İyi hissettim, sağlam durabiliyorum diye.

Tüm gün dersteydim diyebilirim. Artık son dersimde bitmesine 10 dakika kala kafamdan çıkan cızırtıları ve kıvılcımları algılayıp algılamadıklarını sordum insanlara. "Pause" kelimesinin anlamını soruyordu birisi tam o sırada. Bense o kelimenin vücut bulmuş haliydim. Aynen de bu açıklamayı yaptım zaten. Hayat boyu unutacaklarını sanmıyorum.

Sonra çıktım. Gelirken, tam da eve gelmek için beklediğim otobüs durağında etrafıma bakınırken, "o"nu gördüm. O bir köpek ama değil de. Sokak köpeği. En son hayatımdaki bir şeyin son gecesinde görmüştüm kendisini. 2007 Mayıs ayıydı. 21 Mayıs'tı hatta evet... Öncesinde sürekli görürdüm. Beni tarifsiz bir şekilde hüzünlendirirdi. Gözlerim doluverirdi daha onu görür görmez. Sonrasında mahalledeki özel bir apartmanın güvenlik görevlisi bana anlatmıştı onun hikayesini tam da ben onu severken. Sahibi ölmüş ve yakınları köpeği sokağa atmışlar. O zaman "Yoksa ben de mi böyle görünüyorum" diye düşünmüştüm anında. Sonra o köpeği her zaman benim için önemli günlere görmeye başladım. Tam ihtiyacım olan zamanlarda. Kendimi görmem gereken zamanlarda... Aynadan daha anlamlı ve doğru bir şeydi benim için hep. Sonra taa o benim onu gözyaşlarına bulanmış halde sevdiğim Mayıs gecesinden beri hiç görmemiştim. Hem merak ediyordum hem de içten içe "Ne kadar da ihtiyacım var" dediğim zamanlarda karşıma çıkmadığı için hayıflanıyordum aklıma geldikçe ve ayna ihtiyacı hissettiğim anlarda.

Bu akşam gördüm onu işte. Karşıdan karşıya geçiyordu. Onu görünce kulağımda yine aynı müzikle ayaklandım. Hiç duraksaadım. Ona doğru koşar adımlarla gittim. Ağlamaya başlamıştım bile zaten kocaman caddenin kaldırımında. Gittim sevdim onu. O yine her zamanki gibi hüzünü hüzünlü baktı. Onu severken otobüsüm geldi. Binmedim. Sonrakini bekledik beraber. Özlem giderdik sanırım. Tanımıştır diye de düşünmek istiyorum. Kaç tane deli vardır kendisini severken o şekle giren zaten. Mutlaka biliyordur.

O köpekle kendimi o kadar özdeşleştirdiğime inanamadım yolda. Düşündükçe daha kötü ve garip hissettim. Bugün bütün saçmalığıyla neredeyse tükenmişken, insanların anlayışının, beni gerçekten anlayabiliyor oluşlarının, saygı duymalarının, benden nefret etmelerinin yani kısacası benimle olan iletişimlerdeki hiçbir yolun anlamı kalmamışken, kendisiyle kurduğum o iletişimin pürüzsüz ve kendinden uyumlu doğası başka nerede nasıl kiminle veya neyle gerçekleşir; bu sabahki hayalet gibi birisi beni ne zaman o kadar huzurla uyutabilir bilemiyorum.

Bu iki şarkının albümünün tam da ismiyle vaadettiği ama önceden maalesef ayak basılmış olduğu için içine girip zerre kadar yorum yapmak istemediğim, sindirip neymiş diye anlatma hevesimin kesildiği o güvenli yer yok, evet. Nihayet anlamış bulunmaktayım.

The Walkmen-Pitchfork tv



Salı, Eylül 02, 2008

zum bada zumzum bada zum bada zumzum bada zum




ramazan DJiniz divina adına sizlere müzikli ramazanlar dilerim.
kendisi ramazan ayı boyunca sahurlarınızı renklendiricek müzikal tavsiyelerde bulunucaktır ama bunun için para istemek için çok meşgul olacağından duruma el koymak istedim. kendisine bize sunduğu bu hizmet için ''gönlünden ne koparsa'' formatlı bir katkıda bulunmak isteyenler hesap numarasını almak için mail yoluyla benimle temasa geçebilirler.

"my head is full of dreams, it's nothing new"

The Walkmen'in son albümü You & Me'nin öyle içten bir güzelliği var ki, dinlerken bir yandan yapmam gerekenlere odaklanmaya çalışıyorum ama bir yandan da şarkılarının hüzünlü sözleri ve o sonbahara benzeyen paslı müziklerinden kendimi alamıyorum. Her dinleyişimde bu albümün hakikaten de bu sene dinlemiş olduğum albümler içinde en iyilerinden (hatta evet ilk üçte) olduğuna kanaat getiriyorum. Bir ara tüm bu şarkıları toparlayıp birbirine bağlayıp, yazacağım albüm hakkında sanırım. Ama şimdilik bu fotoğraftaki çerçeve içinde akıtılmış gözyaşlarının nasıl da iplikler arasında korunmuş olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum ve albümün en güzel şarkılarından biri olan "If It Were True"nun sözlerini buraya geçiriyorum ki dinlemek isteyin siz de.


if only it were true
i'd go with you
if only it were true

i'd say i do

and all the things that we do
i could face today
and now, you love me too
if only it were true

my head is all full of dreams
it's nothin' new
but maybe dreamin' is all
a man can do

so don't come callin' for me
cause baby my dream ain't true
and when, when i've had enough
oh, well then i'll die in dreams of you