porcelain etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
porcelain etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Haziran 05, 2009

"a tune that carried us along through city gardens"


Bu Alice, Jude ve Laura denen insanları tanımıyor olmama rağmen, onların şarkı söylüyor olduğuyla ilgili cümlenin geçtiği bu şarkıyı dinlerken, niye böyle anlamsız hisiyatlara bürünüyorum bilmiyorum. Halbuki onlara akşam bir türlü gelmiyor ve havuzları her daim güneş ışığıyla dolu ve o ışığın altında gülümseyip duruyor onlar. Öte yandan bazılarımızın akıllarının nasıl çalıştığını görmek her daim beni şaşırtmakta. Şaşırtmıyor aslında, o çalışma şeklini grafiklere dökünce, bazı anların neden yaşandığı her zaman dah açık ve net ortaya çıkıyor.

Mesela ben hala belli yerlerde taksiden dışarı izlerken, içim burkuluyor. Sonra oradan Starbucks mı Gloria mı sorusunun sorulduğu bir yere gidiyor aklım. Sonra Gloria deniliyor. Ve hikaye burada bitiyor. Yok öyle bir şey tabii. Keşke öyle olsaymış, daha mutlu ve huzurlu olabilirdim. Her şeyin suçlusu bu ikisi.

Bazı anlar var ki birike birike öyle çoğalmışlar ki, su uyur düşman uyumaz lafının ne olduğunu daha iyi anlamama sebep oluyorlar. Meğerse bazen insan ne tarafa gözünü kaparsa, o taraf olduğu noktada durmuyor veya gerilemiyormuş. Bazen ordaki düşman orduları daha da çoğalıyormuş. İfade tarzı benimkinin bilmemkaç kilometre ötesinde olan birinn hatıralar ve kafkalar ile ilgili söylediği bazı sözler David Lynch filmlerinde uyanamayan seyircinin bile kodlarla uyarılması gibi, şu anda bir daha yanmamacasına uyku isteyen ama inatla direnen beni baya bir deşti durdu belki de bilemiyorum.

Her The Clientele dinlediğimde neden böyle ne idüğü belirsiz şekilde konuşmaya/yazmaya başlıyorum bilemiyorum. Muhtemelen bunu okuyan kimse ne dediğimi anlamayacak, anlayanlar ise iddia ediyorum ki sadece anladığını iddia ediyor olacak. Bugün dünyanın en absürd insanına ondan 40 küsür yaşına kadar hiç uğramamış bazı şeyleri ona anlattığımda adamın suratındaki ifadenin anlamsızlığının bir anda ona anlattıklarımla silinivrmesinde, oynadığım rolüm tatmininin bana hiçbir zaman yetmiyor oluşu; el yordamıyla elde edilen her şeyin aslında ne büyük nimet olduğunu fark etmem... Hiçbirşeyin şu anımı bozmasına izin vermemeliyim diyor ne alakaysa içimden bir ses. Nothing's gonna change my world demişti birileri de bir zaman.

Sonra hayatımın en önemli yılı olarak etiketlediğim bir senenin, ondan her bahsedilişinde anlamını yitirmesi konusu var ki, buna hiç girmek istemiyorum. Sadece susmak istiyorum bu konuda. Sonra mıncıklanıp mundar edilmiş bir parçam olarak o dönemimi yad etmek istemiyorum.

Oysa en sevdiğim şeyin her oyuncağımı hemen parçalamak olduğunu bilen ve gözleri parıldayarak bu buluşuna ön ayak olan o cümleyi bana okurken, gözlerindeki o parıltıyı başka hangi bir an yakaladım acaba.

En son ne zaman birisi beni gerçekten sevdi veya en son ne zaman birisini yiyecek kadar sevdim; bu ise her daim çeşitli konulara meze olmuş halde. Geçen gün oturup envai yemeğini deneyip, içtiğimiz zaman ne kadar hastalıklı bir konuşma yaptık B. ile. Ben "geber" falan dedim. Cık cık cık çok ayıp.

Sonra ayıp olan başka bir şey, bir yerlerde iş arkadaşlarından uzun saçlı salak ve bir çoğumuzca katlanılamaz olanının yazdığı bir şey gözüme çarpıyor. "Hah bu da ayrı gerizekalı" diyorum. Cık cık cık bir daha.

Sonra bazı anlarda kendimi tutamayıp gülmekten korkuyorum. Bazı anların büyüsü varsa eğer, hala öyle bir şeye inanabilen bir parçam kaldıysa, o tarafı saklamak istiyorum. Sakladığım her şeyin hayatımı daha da çekilmez kıldığını biliyor olsam da hem de... Bu erdemli kararım için bana koca bir alkış isteyerek esenlik dolu günler dileyeyim diyorum artık. Daha tın tın seslerin arasında gözlerimi kapayıp köprüler aşacağım, bir yerlere gideceğim. Kendi kendime uyurken, düşünürken, konuşurken ve dahi türlü aktivite esnasında çıktığım seferlerden bir türlü geri dönemeyişim sonucunda gerçekte bir bilet alıp gidemediğim yerlere gidip, kocaman yolculukları bir gecede bitirip, yarın tüm hastalıklarımla hayatıma devam edeceğim.

Ama the world is porcelain?
Evet the world is porcelain.

Cuma, Mayıs 08, 2009

"how I long to break the silence"

Geçen gün B., ki kendisini bu aralar pek bir sıkıştırasım mıncıklayasım var, "-less" ekinin getirildiği isimlerle ilgili bir alıştırmada, "homeless people" evi olmayan insanlar, "motherless child"ı annesi olmayan çocuk diye çevirmiş mutlu mutlu dersine devam ediyorken, karşısında bulunan Milli Eğitim Bakanlığı'ndan gelen kocaman hömhöm insanlarım gözlerinin içine bakarak "pennyless men"i penisi olmayan adamlar şeklinde çevirmiş. Daha da kötüsü 40larında olan öğrencilerin sesleri bile çıkmamış hatta kafalarını kaldırıp bakmamışlar bile.

Sonra geçen gün ben Adjective Clause anlatırken, "Marilyn Monroe whose nickname was silly blonde" şeklindeki ifadeyi, öğrencilerin çevirilerini düzeltmeye çalışıp bir yandan da ben çevireyim derken, "nickname'i aktif sarışın olan Marilyn Monroe" dedim ki hatta üstüne bir de "bilinçaltım bana hain oyunlar oynuyor" deyip beni dinleyenleri epey eğlendirdim.

Bu yukarıdaki iki örnek İngilizce öğretmenlerinin hazin hayatından kesitler. Nasıl saçmalayabiliyoruz hepimiz görün diye ibret olması amacıyla eklendiler yazıya.

Geçen gün de şu üfleyince üzerindeki pamuk iğne yaprakları üfleyince uçan toparlak bitkinin ne kadar güzel görünebildiğine şahit oldum sabahın 8'inde. Sonra onu güzel yapanın o üzerindeki pamuksu ipliksi yapraklarının bir üfleyişte uçacak gibi duması olduğunu düşündüm. Hemen ardından da "Acaba bu güzelliğe dayanamayıp bu çiçeğe yaklaşan veya onu koparan kaç kişi, onu üflemeden durabilmiştir" diye bir soru geçti aklımdan. Gözümün önünde beliren sayı yuvarlak bir şeydi.

Devam ettim sonra iç diyaloguma ve dedim ki "Sanırım görüntüdeki veya kişilikteki çekicilik yüzünden yanımıza yaklaşıldığında hep aynı şeyi yaşıyoruz ve bizi çekici yapan o şey bize yaklaşanın üfürmek gibi basit bir eylemde bulunmasıyla sonlandırılıyor. Ne kadar yıkıcı varlıklarız."

Sabah sabah böyle şeyler düşünüyor olmam hayra alamet değildi tabii. Akşamı pek mutlu geçmedi. Öğleden sonra Porcelain dinlememle birlikti kendini iyice açığa vuran depresif ruh halim gece yarısı başa çıkılamayacak gibi görünen bir yumak haline geldi. Yumağı aldım sonra oyunlar oynadım, kedime fırlattım. O oynarken ve yumağı havalara atıp tutarken yanlışlıkla pencereden düşürdü. Sonra hemen koştuk pencereye tabii. Bir baktık aşağıdaki kediler başına üşüşmüş. Neyse artık deyip peşini bıraktım depresyon yumağımın. Üzerine üşüşülmüş ve yenilmiş J. B. Grenouille gibi tiftik tiftik halde aşağıya saçılmış duruyor zaten.

"Everyone was leaving & the moment soon passed away"

Aklımda günlerdir birikmiş şeyleri bir yazıya kusmasam iyi olacak. Gece uğrarım herhalde.

Salı, Ekim 28, 2008

"but the world is porcelain"

Anlayamadığım şekilde şu anda blogger'dan yazıyorum. Yani tam olarak olması gerektiği gibi. Ve fakat blogu açmak istediğimde açamıyorum. Dün de zaten Google Video engellendi. Rezilliklere bir başka katkı da açıklamalarıyla hükümetten geldi tabii. Kendileri ekşisözlükte birinin deyimiyle "hamama çevirdiler kabineyi" güzel üsluplarıyla. Ulaştır(ma)ma Bakanımız Türkiye'den erişimi olan tüm siteleri vergi dairelerinde görmek istediğini yoksa bu sitelerin Türkiye'den koca bir Osmanlı orta parmağı göreceklerini ifade etti. Idiocracy diye bir film vardı bilmem bilir misiniz...

Bu saatlerde çoktan çıkmış olmam gerekiyordu evde ama gece 5'te uyuyup sabah 11:30'da kalkınca hala oturuyorum ve bunları yazıyorum şu anda. Bisiklet alma fikri geçen hafta boyunca beni yedi bitirdi ya hani; ben vazgeçtim. Fikri daha sonra sakin kafayla değerlendirmek ve uygulamak üzere rafa kaldırdım zira "o mu iyi, bunu mu alsam" şeklinde düşüne düşüne alma isteğimi yitirdim, adeta hevesim kaçtı hatta. U.'un da hevesi kaçtı zaten. Yaza doğru bakılacaklar listesinde bir numara bisiklet o yüzden. Ama belli de olmaz. Şimdi çıkıp "eeh yeter" deyip, alabilirim de sırf almak için.

Yarın Amasra'ya gidiyoruz grupça. Güzel fotoğraflar çekip, güzel vakit geçireyim istiyorum. Yolculuk esnasında dinleyeceğim müzikleri ayarlamam lazım hem daha.

En iyisi çıkıp işlerimi teker teker halledeyim. Dışarıda yağmur yağdı tüm gece ve hala yapıyor zaten. The Clientele dinlemenin tam zamanı.

Görüşürüz.