paul auster etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
paul auster etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Kasım 11, 2008

"Üstünü ört, üşütme"

Bugün kendimi sokaklara attığımda üzerimde evden öylesine bulup giydiğim şeyler vardı. Aylardır bir iki kez giyindiğim veya belki de hiç giyinmemiş olduğum eski bir kot, üzerimde eski sarı bir t-shirt. Dışarıda deyim yerindeyse "zibidi" gibi dolaşma ihtiyacı hissettiğimden (evet, ihtiyaç hissetmek) o halde sokağa çıkıp, gözüme kocaman Woody Allen'ınkilere benzer güneş gözlüğümü takıp, kulaklıklarımla arkadaşım S.'ün evine ilerlerken açıp da dinlemeyi istediğim tek şarkı Deerhunter'ın Agoraphobia'sıydı. Bütün gün, müzik dinleyebileceği her an (yalnız olduğum her an anlamına geliyor tabii bu) bu şarkıyı dinledim, mırıldandım. Hatta en son evimin sokağına girerken bağıra bağıra söylüyordum bile.

Bu şarkıyı nasıl dinlemeyi sevdiğimi anlatmaya geldim gece gece işte. Gözlerimi kısıyorum yavaş yavaş sonra kapanıyor şarkının girişiyle. Başım belli belirsiz öne arkaya sallanmaya başlıyor sonra. Gözlerimi ilk kelimeyle birlikte açıyorum sanki büyük bir sürprizin beni karşılayacağını biliyormuş gibi. İnanmayabilirsiniz ama gördüğüm her şey o anda bu şarkıyla beraber sürpriz oluyor. Sonra kendimi müziğin içinde, sözlerin 6'ya 6 kapatılmış odalarında bir uca kıvrılmış gülümseyerek uyur numarası yaparken buluyorum. Küçükken anneannemlerde kalmayı çok sevdiğimden annem ve babam beni almaya geldiklerinde uyur numarası yaptığım o anlara dönüyorum adeta. O zaman da onlar bana bakarak "Ö. de uyuyor, burada kalsın madem öyle" dediklerinde gülümsermişim şapşal şapşal çocukça. Tam orada o zamanki gibi işte. Bu şarkı da sanırım öyle bir andan bahsediyor, ölmekten ziyade. Kendi köşesinde gülümseyerek anılardan, hafızalardan, hayattan kendiliğinden silinip gitmek, bunu yaparken bir çocukluk anısının içine gizlenmiş o mutluluğun yarattığı hüzünle gülümsemek, bir sonraki adımının bir öncekini silmesinin verdiği huzur ve giderek görünmez hale gelmek kadar güzeli yok diyorum. Sonra susmak çünkü kelimelerin anlamlarını yitirdiğini farketmek. Kapalı gözün gördüğünün açıkken gördüğümüzden fazla oluşu karşısında kifayetsiz kalmak ve zaten bununla yetinebilmek...

Alakasız gibi gelecektir belki size ama sonra aklıma geliyor en sonunda; Auster'ın New York Üçlemesindeki The Locked Room'dan bir yere rastlıyorum zihnimde. Tesadüf oki şarkının adı ve kitabın adı tam olarak uymakta. Sonra sözlüğe bir bakıyorum, orada duruyor bu sözler. Mutlu oluyorum.

"if i say nothing about what i found there, it is because i understood very little. all the words were familiar to me, and yet they seemed to have been put together strangely, as though their final purpose was to cancel each other out. i can think of no other way to express it. each sentence erased the sentence before it, each paragraph made the next paragraph impossible. it is odd, then, that the feeling that survives from this notebook is one of great lucidity."

İçimden geçen cümleleri bir Paul, bir de bazen bazı şarkılar tam olarak ifade edebiliyor gibi geliyor bazen.

Çarşamba, Aralık 26, 2007

Gerçek

Paul Auster'la ilgili bir yazı gördüm az önce sözlükte. Mustefid nickli bir yazar yazmış. "Gerçek onu nasıl algıladığınıza bağlı bir şeydir" demiş kedimin isim babalarından biri olan Auster. Auster bunu böyle anlatıyor güzel. Ama hayatın kendisiyle karşılaşan Daniel Quinn, onlarca karaktere sahipken iki adamı aynı anda takip edemeyeceğini anladığı anda farkediyor bir şeyleri. Evet yüzlerce karakterin olabilir. "Gerçek" skalan her rengi barındırıyor olabilir ama hayatın gerçeği öyle bir şey değil. Tek bedene sahipsin. Bir şeyleri seçerek onu yönlendirmen gerekiyor. Seçtiğin öznel gerçekliğini hayatın gerçeği ile uyumlu hale getirmezsen, bir yerde duraksıyorsun. Duraksama, tıkanıp kalmışlık, hareket edememe hali olarak anlamlandırılan "inertia" kelimesini hem fonetik hem de anlamıyla olan uyumu açısından çok sevmişimdir hep. İşte o "inertia" yakalıyor insanı ummadık anda. Neden bu kadar panik atak vakası var sorusuna bir cevap da bu olabilir. Öznel gerçekliğinin hayatın gerçeğiyle uyumsuzluğunu farkettiği anda insanın içini kaplayan huzursuzluk, "inertia", tıpkı bir Massive Attack şarkısı gibi (bkz: Inertia Creeps) insanı süründürüyor. Sonra gelsin kalp krizi paranoyaları, gelsin nefes tıkanmaları, dışarı adım bile atamamalar...

"Gerçek" öyle kolay kolay algılanabilir bir şey değil yani. Yazının başında sözlükte okuduğumu söylediğim o cümle her ne kadar şık da olsa, o kadar dümdüz ve o kadar ayrıntısız ki, eksikliğinden ötürü insanın reddedesi geliyor.

"Yirtilmis, islevini (islatmamak) kaybetmis semsiyeye niye semsiye, hadi en fazla bozuk semsiye deriz ki?" diye bir kısmı da hemen yazıvermiş bir sözlükçü (nikiforov) Cam Kent başlığına. Her şeyi birincillerden alarak kurduğumuz yaşamda alternatiflere verdiğimiz adlar ve isimler ilklere refere ederek verilmiştir ya ondandır herhalde. Bu noktada hemen "Şekersiz şeker" "kafeinsiz kahve", "kakaosuz çikolata" gibi kavramlardan, süregiden her şeyin içindeki boşalmaya değinen Zizek'e bir selam yollamak isterim ki kendisi şu odada yazıyor olsa, önceki yazdıklarımdan nasıl bir aptal olduğumun analizini yapsaydı diye de içimden geçirmiyor da değilim. Neyse kendisi farklı bir yazının konusu olsun, nasılsa yazmaktan daha iyi gelen başka bir şey yok şu anda hayatımda.

Zizek beyefendi de eğer rastgelirse bu yazıya ona da şu cümleyi yazıp gönlünü alayım: "Mr. Zizek, come and save us!"