spiritualized etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
spiritualized etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Kasım 02, 2008

"I've been told that this will heal given time"

Hala üşüyorum. Titriyorum hatta üşümekten. Broken Heart denen Spiritualized'ın aşağılık şarkısını bir senedir dinliyorum. Koca bir bir sene! Hiçbir şey değişmedi. Hala üşüyorum.

Delice Glissando dinlemekteyim bir de. Canım sıkıldıkça çerez gibi Grekken tüketiyorum. Az önce şarkıyı değiştireyim dedim. Demeseymişim keşke... Broken Heart'ı açtım işte. Sonunda bu hale geldim. Bazen çok anlamsız işler yapabiliyorum ben.

Ha bir de, başlıktaki cümle yalan. Sakın inanmayın. Hiçbir şey değişmiyor. Değişir tabii belki; o da ömür yeterse veya hafıza silinirse.

Nefret hissini hayatıma sokan şeylerin hepsi için kocaman belalar okumaktayım. Umut ediyorum ki hepsi birer birer tutar.

Amin.

Cuma, Ekim 03, 2008

"You've got disaster on your mind"



The Besnard Lakes'i çok özlemişim.

Sanırım birkaç saatir aralıksız dolandım orada burada. İ. saat 4'te İstanbul'a gidiyor olduğunu söylemişti. REM izleyecek kendisi. Nedense hiçbir zaman REM konserine gidecek akdar sevemedim o grubu. Halbuki lise zamanlarımda insanların sevdikleri gruplardan bahsettiklerinde kendilerine saygı puanı kazandırdığı için pek bir hevesle kullandıkları bir isimdi REM. Toplasanız on tane şarkısını bilirim bilmem. Eminim ki grup çok başarılı yoksa bu kadar sevenleri olmazdı ki evet seven insan sayısı bir kriter oluşturmaz normalde bir grubun kaliteli olup olmadığına dair ama işin içine sevilen grupların etkilendikleri isimleri sayarken bu grubu atlamamaları ve etrafımda müzikten anladığını düşündüğüm insanların REM sevgisini düşününce, evet diyor insan; bir şeyler mutlaka vardır ben göremesem de. Ama ne yalan söyleyeyim, grubun müziğinin çaldığı yerde müzk boşlğu hissediyorum her seferinde. Sevdiğim birkaç şarkısı dışında hayat boyu bu grubu dinlemeyebilirim ki o sevdiklerimi de dinlemesem de olur. O derece kayıtsızım.

Neyse işte, geçende NTV radyo dinlerken bir yerde, bir anda Spiritualized ve REM isimlerini yanyana duydum (bkz: yanyana durmak). Tabii şok içinde internete sarıldım ve bu zamana kadar bir kez bile merak etmediğim konser bilgilerini harıl harıl aramaya koyuldum. Kolay oldu tabii öyle zorlanmadım böyle harıl harıl desem de. Konser biletlerinin satıldığı bir yerde konsere ön grup olarak Spiritualized'ın çıkacağını öğrenmiş bulundum ve bunu önceden öğrenmediğim için kendi kendime sinirlendim. Zira Spiritualized ön grubu olduğu REM'den daha çok heyecanlandırıyor beni. En kötü zamanlarımın, sessiz kalıp içimden tek kelimenin çıkmadığı zamanlarda beni ifade eden kişisel sözcüm ilan ettiğim gruptu bir ara geçen sene Kasım-Aralık civarlarında. Imagine Room'a da boy boy videolarını koymuştum, şarkılarından başlıklar yapmıştım. Ama sanırım iyi oldu gidemiyor olmam çünkü hiçbir şekilde o grubun bana anımsattığı anlara, şeylere, kişilere aklım kaysın istemiyorum. NTV'den izlerim ben görüntülerini. Bir de İ.'e söyledim, eğer Broken Heart veya Ladies and Gentleman, We're Floating In Space çalarlarsa beni arayacak ve bana dinletecek bu şarkıları. O zaman sorun yok.

Dün K. buradaydı. Son dakikada akşam yemeğine geldi. Güzel yemekler yaptım her zamanki gibi. Sonrasında da domestik domestik kış çaylarımız ve ortamızda Mırlayan Paul ile dün aldığım altı filmden birini seçip izlemeye koyulduk. Kim Ki-Duk adlı pek bir sevdiğimiz yönetmenin Boş Ev'ini (Bin Jip) izledik. Eminim bir çok kişi şimdiye kadar izlemiştir zira yeni br film değil, taa 2004'ten. Filmde genç br adam görüyoruz. Evlere giriyor bu adam. Hırsızlık amacıyla falan değil, sadece birkaç gün orada kalmak için. Girdiği her evde evsahibinin çamaşırlarını elleriyle yıkıyor, evsahiplerinin fotoğraflarıyla fotoğraflarını çekiyor gayet sevimli bir şekilde. Sonra bir eve daha giriyor ve filmin sonuna kadar aşık olacağı kadınla karşılaşıyor. Bundan sonrası epey bir spoiler olacağından bir şey söylemeyeyim diyorum. Ama ilerde bir gün mutlaka yazacağım bu filmle ilgili daha adamakıllı bir şeyler. Dolls'u izlerken oraya buraya saçılan ben, bu filmi izlerken çocuğun sevimliliğine mi, onların aşklarının güzelliğine mi, aralarında sonsuz bir telepati varmışçasına tek kelime etmeden birbirlerini sevişlerine mi, girilen her evde ayrı ayrı görülen Kore geleneklerinin bize sunuluşundaki ustalığa mı yoksa tüm filmin anlattığı ne varsa bu denli basitçe ifade edilmiş olmasına mı aşık olayım bilemedim. "Sessizce, kendiliğinden ve sürtünmesiz" diyerek ifade ettiğim ideal ilişki tanımımın kurgu haline getirilmişi olan bu film izlenesi ve arşivlenesi.

Pazartesi, Mart 31, 2008

"...and float in space and drift in time"

Werchter'e gitme fikri çok mantıklı gelmekte. Ayça'yla da konuşacağız daha K. ile. Aynı hafta içinde Ayça, Brüksel, Radiohead ve Sigur Rós'u bir hafta içinde görüp yaşamak pek keyifli geliyor kulağa.

Keyifli şeyler yapmaya çalışıyorum bu aralar, özellikle de evde. Ama nedendir bilinmez yaptığım şeyler istediğim gibi olmuyor. Aslında en güzeli fırsat buldukça bu yağmurlu havalarda, yatağıma uzanıp gökyüzünü izlemek boş boş. Belki uzun zamandır unuttuğum ve nesnesini kaybetmiş daydreamlere dönmek iyi bir fikir olabilir. Eskiden daydreamlerden uzak durmaya çalışırdım sonunda istediklerimin gerçekleşmeyeceğini bildiğimden. Şimdi istediğim bir şeyler olmadığından limitlerim yok ve sınırsızca hayal kurabilirim. Demek ki neymiş gündüzdüşlerine beklentileri sokmamak ama sadece düş/hayal kurmak gerekiyormuş. İsminde "düş" diyor zaten. Beklentileri oraya sokarak onları hayal haline getirmenin bir anlamı yok sanırım.

Yılın ilk çileğini yedim bugün. Geçen sene yine bu zamanlarda yemiş olmalıyım çünkü daha ilk seferde hemen öyle bir ana gittim. O anda E. vardı. Oturmuştuk yatağımda. Ben bir yandan konuşuyordum bir yandan çilek yiyordum. E. çilek, erik ve kiraz yediğim zaman beni izlemeyi çok sevdiğini söylemişti. Gülümsemiştim.

Yeni yeni grupların albümlerini indiriyorum ama dinlemiyorum. iPod'um da bugün bir garipti zaten. Şarj edemedim kendisini bir türlü. İnat etti. Her şarj oldu artık dışarıya çıkıp dinleyeyim dediğimde, "Low battery" diyerek beni hayalkırıklığına uğrattı. Twitter sayesinde M. ile mesajlaştık. Sağolsun imdadıma yetişti telefonuna giden Twitter mesajımdan sonra. Ümitliyim bu sefer yanıbaşımda şarj oluyor diyorum ama göreceğiz birazdan gerçekten düzeldi mi diye.

İçim bomboş. Hiçbir şey istememek, günlük ufak tefek sorumlulukları hayatımın en büyük sorunları haline getirmeme neden oluyor. Sonra o sorunlar kendileri gibi ufak tefek çözümlerle sonuçlanınca, bomboş halime geri dönüyorum ve buraya koşup bir şeyler yazmak istiyorum. Sonra da şimdiki gibi hiçbir şey yazamayınca sinirleniyorum. Aslında sinirlenmemek lazım. İyi bir şey insanın içinde kusacak mide bulandırıcı bir şeyleri olmaması.

Bazen de sırf sorun yaratayım kendime diye, eski yaraları kurcalıyorum. Onlar da beni pek kaale almıyorlar; "Düzeliyoruz biz, tamam artık yeter" diyorlar. "Peki" diyorum ben de. Paul'un beni kızdırmak ve böylece ilgimi çekmek için gözümün içine bakarak bir şeyleri devirmeye çalışması ve ben ona kızmayınca, bütün heyecanını ve umudunu yitirerek yanıma gelip uyuklaması gibi bu durum aynı. Heyecan arıyorum ama üzülecek bir şeyim olmadığı gibi sevinecek ve mutlu olacak bir şeylerin hayatımda bulunmaması çok sıkıcı cidden de.

Televizyon açık evdeyken ben sürekli, vızıldıyor bir şekilde. Tüm gün, günün ve hatta son zamanların en önemli olayı üzerine insanlar yorum yapıyorlar. Bir taraf kapatılsın istiyor AKP, bir taraf da kapatılmasın diyor. Kapatılmasın diyenler ikiye ayrılıyor: Demokratik değil diye itiraz edenler ve AKP destekçileri. Ben kapatılmasıncıların "Demokratik değil" diyenlerinin tarafındayım ama kapatılsın da diyor bir yanım. Bir olaya her açıdan bakma ve verilecek her türlü karara, kural koyan her türlü otoriteye muhalefet olmak gibi bir takıntı sahibi insan olarak her ne karar verilirse diğeri gözönünde bulundurulmadı diye içim sıkılacak. Hem AKP kapatılırsa BKP açılır nedir ki diyorum hem de üstüne AKP'den sonra BKP ne manidar bir isim olurdu diyip dalga geçiyorum umarsızca... Yüzbin parçaya bölünmüşüz ve hiçbirimizin diğerlerinden haberi yok maalesef. Görsek, bilsek bile kaale almıyoruz, görmezden geliyoruz. Ülkede hiçbir şey iyiye gitmiyor. Ne güzel.

Ülker çikolatalı gofret zaten yeteri kadar lezzetli junk food klasmanında ara ara öne çıkan bir yiyecekken, neden üstüne lacivert bir daire üstüne beyaz iğrenç bir fontla "NEFİS" yazma ihtiyacı hissedilmiş anlayamıyorum. O ibareyi görüp bunu sırf merak için alabilecek insan, zaten yıllardır bu gofreti yememiş tek kimse kalmadığından yoktur. Bir de eğer varsa öyle biri (gerçekten de ancak bir kişi olabilir varsa) o "NEFİS" ibaresini gördükten sonra almak istemeyebilir bunu. İşlevsiz ve yazık olmuş.

Bu haftadan istediğim tek şey ileride panik olduğunda onu tamamen sakinleştirebileceğim ve hatta onu sakinleştirebilecek tek insan olabileceğim birini görmek, tanımak. Gel buraya diyip saçlarını sevip iyileştirebileceğim biri. Öbür türlü artık kendimi aynı o "NEFİS" yazısı gibi işlevsiz hissetmeye başlayacağım yavaştan.

Perşembe, Ocak 10, 2008

"and i'll keep on moving on for a while"

Kasım ayının 29'unda, öğrencilerime sabah sabah sınav vermişken, oturup yazılar yazıyordum Moleskine'ime. Kulağımda şu anda dinliyor olduğum şarkı vardı. Artık ne haldeyim, neredeym bilmezken, direnmek için son enerjimi de harcarken, bir anda bana doğru bakan bir çift göz farkedip karşıma baktığımda, öğrencilerimden birinin bana bakıyor olduğunu farkettim. "İyi misiniz?" dediğini gördüm dudaklarını okuyunca. Yüzündeki ifade şaşkınlıktı. Sanırım beni ilk kez o surat ifadesiyle görüyordu. Çok mutluydum ya hep hani... "İyiyim" dedim ama evet değildim. "Peki" dedi tatmin olmamış bir ifadeyle. Önündeki kağıda eğildi ve devam etti.

O sırada yüzümün nasıl bir halde olduğunu görmem gerektiğini farkedip, iPod'umu ters çevirdim ve üzerine yansıyan yüzüme baktım. Son yıllarda yüzümü hiç öyle görmemiştim sanırım. Analitik Kübizm denen şeyin ne olduğunu sadece o anda suratıma bakan biri doğal bir anda yakalayabilirmiş dedim sonradan o halimi düşündüğümde bir zaman. Yüzümü o şekilde ancak kırık bir aynada görebilirdim.

Az önce Korhan ile otururken, geliyor olan şeyin farkında değildim sanırım. O uyuduktan sonra odama geçtim. Müziğimi açtım. İçim burkuldu dinlemek istediğim bir şarkıyı tam açmak üzereyken çünkü gözüm bir anda o şarkıyı en son dinlediğim tarihe takıldı. 15 Temmuz 2007 sabahı diyordu. Sabah saat 08:49 hatta tam olarak. O günü düşündüm. Yaptıklarımı düşündüm. O şarkının (Sunday Morning) bir pazar sabahı çıkması olasılığını düşünüp, bu pazarın bir de öyle önemli bir pazar olma olasılığının azlığından mutlu olmuştum. Öyle ufacık bir şeyden bile mutluluk çıkarabilecek bir haldeymişim demek ki diyerek, şu andaki ruh halimi o noktaya çekebilecek hayatımda mevcut veya olmayan tek bir şey bile göremediğimi farkettim tekrar tekrar. Her şeyi denedim ama olmadı. O sabahı bu hale geleceğimi bilseydim yaşamamış olmayı tercih eder miyim sorusuna ise hala cevap bulamıyorum.

Tam anlamıyla yerin dibinden sesleniyorum ya hani herkese bir süredir. Sonra geçti gitti artık dediğim zamanlar oldu hani. Geçip gitmiyor bazen o kadar rahat, basit Korhan'a bu gece attığım nutuklardaki gibi.

O 29 Kasım sabahı dinlediğim müziği açtım işte. Bir süre buralarda yazılarımın fon müziği olmuş şarkıyı. Yerin dibindeyken bana eşlik etmiş olanı. Dante'nin Beatrice'i ona cenneti nasıl gezdirdiyse, bu şarkı da bana cehennemi gezdirdi herhalde. Şimdi yine aynını yapıyor. Yatağım artık yatılası bir yer değil, hayatım artık çekilesi bir şey değil gibi geliyor bazen. Sonra uyuyorum. Uykuyu hiç bu kadar sevmemiştim diyorum hatta bu aralar. Rüyalarla idare ediyorum. Ayıkken kaya gibi sert müzikler dinliyorum. Ama bazen olmuyor. Ne yapsam olmuyor hatta. Yarım kalan içki bardaklarının hala boş taraflarını görebiliyorum. Geçecek diyorum içimden tekrar tekrar. Artık başladığımda kaç kez üstüste dinlediğimi kestiremediğim Broken Heart'ı dinlemeyeyim yeter ki.

Bir gün bu şarkıyı en son 10 Ocak 2008 saat 03:47'de dinlemiş olduğumu görmek istiyorum. Uzunca bir süre sonra bir gün olsun lütfen ve ben bu anları gülümseyerek hatırlayayım. Şarkıyı dinlediğimde kendimi cehennemin dibinde bulmayayım bu sefer ilk kez.

iyi uykular.

Salı, Kasım 13, 2007

Ladies and Gentlemen, We Are Floating in Space...

"all i want in life's a little bit of love to take the pain away
getting strong today, a giant step each day"

demiş Spiritualized adlı güzel grup bu şarkıda. Kendi kendime sevgi vermek, zor zamanlarda kendimin yanında olmak gibi bir özelliğim vardı benim; onu yeniden keşfediyorum bugün bu şarkı fonda 3721897389379. kez çalarken. Bugün uyanır uyanmaz, birkaç gündür olan biten ne varsa düşündüm. Hayatımın kısa dönemli bir değerlendirmesini yaptım. Eksiler artılar, gitmesi gerekenler kalması gerekenler... Kaldırabildiklerim, tahammül etmem gerekenler, kaldıramadıklarım ve bunlara karşı almam gereken önlemler, ilgili insanlara söylemem gerekenler... Her şeyi şöyle bir gözden geçirdim. Bir yandan sabırlı olmak ve pleasure delayerlık denen şeyi yüceltirken, bir yandan da sabırsızlığın ve düşünmeden hareket etmenin hayata kattığı spontan heyecanların varlığından haberdar olmak beni iki farklı uç arasında tenis topuna çevirdi. Böyle garip dalgalanmalarla dengemi buluyor olmak iyi bir şey tabii.

Velhasıl (bu kelimeyi seviyorum ben), geldik bugünün saat 16:40ına. Özet olarak kimsenin sevgisine ve ilgisine ihtiyacım olmadığı acaip bir zamana giriş yaptığımı düşünüyorum. Kendi içimdekilere eşit olabilecek hislere sahip başka bir insan tanıdığımı düşünmüyorum bu zamana kadar hayatımda. O yüzden en güzel, en değerli, en olması gereken "sevgi" benimki. Başkalarına bol bol o sevgiden dağıtırken ne salakmışım ki uzun süredir kendime kanalize etmemişim aynı kaynağı ihtiyacım olan yerlere. Tabii bunu görebilmek için gün içinde bir kez yine dibe vurmuş olmam da ayrı bir ironi... Hayatım boyunca bi adım yükseğe çıkmak için en dibe vurmaya çalışmam, bunun için debelenip kendimi parça parça etmem ve sonra da başladığım yerin bir üstüne büyük bir hızla çıkmam zaman kaybettirecek bana biliyorum; ama ben de böyleyim... Naapalım... Acı çekmeden, acının derinine, ortasındaki çekirdeğe dokunup parmak uçlarımı yakmadan anlamıyorum edindiğim deneyimlerden hiçbir şey. Bugün de odamda yanık kokusu vardı anlaşıldığı üzere. Evi bir havalandırayım da öyle gelin yani; onu diyorum.

Bir arkadaşım birisiyle ilgili olarak "senin için uzay boşluğunda gibi yani" demişti. O andı sanırım bu son zamanlardaki her şeyin başlangıcı. Şimdi de bu şarkı "hangimiz değiliz ki uzay boşluğunda salınan" dedirtti bana. O zaman veremediğim cevabı bugün verdim yani.

George Costanza mıyım neyim?