Dünyanın en hüzünlü anlarının adeta başkenti olan bu şarkıyı yaratan Mark Linkous. Keşke zamanında otursaydık senle iki kişi, bir masa. Sen anlatsaydın. Ben dinleseydim. Sen sussaydın, ben yine dinleseydim. Dinleseydim de, son 3 senedir sen her aklıma geldiğinde bu şarkıyı açıp hüzünlenip, gözyaşı akıtmasaydım.
Yine gece yarısı uykusuzluk zamanlarıma dönüş yaşıyorum. Bir yaştan sonra özlemek denilen şeyin ne olduğunu, özlem duyduğum şeylerin giderek artmasına bağlı olarak deneyimlemekteyim. Sanırım insan büyüdükçe hayatına aldığı şeyleri veya yaşadığı anları delikleri daha sık olan eleklerden geçiriyor olmalı ki, o deliklerden içe sızanları daha çok içselleştiriyor ve özlüyor.
Tıpkı zamanında Dream for Light Years in the Belly of a Mountain adlı muhteşemliği hayatıma aldığım vakitlerde veya heyecanlı bir anı koku, tat, imge, doku, his olarak bir bütün haline kodladığım zamanlarda olduğu gibi. Artık hayatıma giren şeyleri "seviyorum" diye niteliyorsam bu 20 yaşımdaki "seviyorum"umdan, hatta iki sene önceki "seviyorum"dan bile farklı olacak.
Velhasıl nasıl oluyorsa bazı şeyleri öyle bir yere koymuşum ki, onlar ne yapılırsa yapılsın izleri silinemiyor. Bana bozuk bir hafıza kartıymışım gibi hissettirseler de, kendimi bir bütün olarak "ben" gibi hissettiren şeyler onlar. Sokaklarında yürüken kendimden ve müziğimden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığım bir şehir gibiler. O şehirler ne kadar uzaklar, ne kadar güzeller.
Bu şaheser Sparklehorse şarkısını ne zaman açsam dinlesem, ki çok uzundur dinlemiyordum ruhumda yarattığı tahribattan ötürü, böyle hislerle doluyorum. İnsan gibi hissetmediğim zamanlarımın, yaraya tuz basarak acıtıp insan olduğumu hatırlatanıdır bu şarkı olsa olsa. Yaşadığını ya acı çekerek ya da düşünme eylemini paralize ettirecek kadar mutlu olarak fark eden bir insan olarak bu saatten sonra hayatta özleyebilecek başka bir şeye ihtiyacım var mı bilmiyorum. Bu aralar buralara bir şeyler yazmıyorsam da bu ve bunun gibi bir çok şeyi bilmeyişimdendir diyorum. "Bilmiyorum" kelimesini bu kadar sıklıkla kullanmanın mide bulandırıcı yan etkilerini başkalarına yaşatmaktan tedirgin oluyorum. Kimsenin canını ne intikam almak için ne de her şeyi ince detayına kadar incelemeye çalışan bir insan olarak arada bir yorulup düşüncesizlik yapma ihtiyacımı karşılamak için yakmak istemiyorum. O yüzden bazılarını umursamıyorum, kendim de dahil olmak üzere.
Ama yeter ki bana böyle şarkılar dinletmeyin. O zaman susamıyorum. Mutlaka kendimi ifade edecek bir yola ihtiyaç duyuyorum. Yanımda birisi varsa bazen konuşuyorum bazen içime akıtıyorum tüm sözleri. Geçen gün gördüğüm lamba gibiyim aslında. Bu lamba aslında ufak bir ampul. Yalnız içine kan damlatıldığındal yanacak şekilde tasarlanmış. Ben de işin içince biraz kan olmadıkça aydınatmıyorum etrafımı, yazamıyorum, ifade edemiyorum. Bu şarkılar kesikleri ne kadar derinleştirirse, o kadar konuşuyorum, yazıyorum.
Bu kadar ifade yeter deyip, dakikalarca bu yazıyı bana yazdıran şarkıyı buraya ekleyeyim istiyorum ki hep beraber canımız yansın, hırpalanalım, insan olalım, değil mi?
Sparklehorse dinliyorum... Hatta başlıktaki şaheserlerini... Şaheserlerini diyorum çünkü zaten ismiyle her nasılsa aklımda bir Dali tablosuyla canlanan bu şarkı bitmeyen tekrarlarıyla, yavaşlığı ve olanca hüznüyle yapıştı bana...
Bir kaç (ne bir kaçı! yarın!) gün sonra yolcuyum... 4 senedir gitmediğim İstanbul'a gidiyorum evet. Bazen şaşırıyorum. Biletimi yanımda taşıdığımı bilen Steve her seferinde bana "Look at your ticket! It's in your bag!" diyip hatırlatıyor bu durumu. Bu hatırlatmaları ara ara "I'm boooooored!" şeklindeki isyanlarımı duyunca da yapıyor tabii. Ben alıp bakıyorum salak gibi her seferinde bileti. Uzuuunca bakıyorum hatta; dalıp gidiyorum... Çok ilginç geliyor hala. O yolu en son tek başıma gittiğim zamanı düşündükçe, yol üzerinde nedensizce pek sevdiğim için belirlediğim ve her seferinde gözümün aradığı kıyıda köşede kalmış ağaçları, evleri tekrardan göreceğimi biliyor olmak, bu şarkıyla daha da anlamlı geliyor... Acaba onları tanıyabilecek miyim? Acaba onları görebilecek miyim? Bunlar da merak uyandıran sorular tabii...
İstanbul'a adımımı yine Gümüşsuyu'nda yapacak olmam (Kozyatağı civarındaki servise binme kısmını saymazsak tabii; neden saymıyorsak?! -anlamı olmadığından mıdır acaba? hmmmm...) bir yana, sırtımda çantam ile yol aldığım ilk rota da İstiklal Caddesi olacak... Orada beni çağıran bir şeyler var, biliyorum. Her seferinde küçüklüğümden beni belimde bir ip varmış da bir şeyler de beni oraya çekiyormuş gibi hissetmemin bir nedeni olmalı ama değil mi?
"Dolls"'u çağrıştırdı bu da... Aman aman... Zaten bugün bir "The Fountain"dan bahsedeyim dedim Dilara'ya, ortalık yerde ağlayacak gibi oldum, zor tuttum kendimi.
Her neyse... Bu sefer, İstanbul'u ben henüz oraya varmadan benim için temizleyip düzenleyecek ve böylece bana hazır hale getirecek olan biri (13 mü deseydim acaba?) var orada. Kulağımızda splitterla ikiye bölünmüş kulaklıklarla İstiklal Caddesi'nde dolaşmanın çok farklı hisler yaratacağını bildiğim birisi... İkiye bölünmek ne güzel bir şey eğer diğer parçan yanında duracaksa... Ama bölünmüş olmanın da bir nedeni var ise eğer, yan yana durmak olmamalı sanki... Hayat öyle bir şey değil gibi geliyor her seferinde.
Yine her neyse... Dalmak istemezken ben konulara, bir şeylerin tutup tutup beni kolumdan (veya evet yine o belimdeki ipten) aşağılara çekmesi beni Stella mı yapıyor acaba? "Stella was a diver and she was always down" diyen Interpol kulağımda her başlangıç yaptığında, neden beni anlatıyormuşçasına dinliyorum o şarkıyı anlamış değilim veya çok güzel anlamış değilim taklidi yapıyorum.
Bu noktada aklıma hemen zamanında bir doktorun bana "Bir kez daha olursa bu, o zaman kalıcı olabilir dikkat et" dediği bir an geliyor. Dikkat etmek istiyorum tabii ama olmuyor... Bazen soğuk yüzüne yüzüne vuruyor insanın; soğuğu severim işte... Ne yapabilirim ki...
İçinde kırmızı bir oda olmayan bir rüya diliyorum herkese.