Cuma, Şubat 29, 2008

"who'd ever thought you'd join a band"

"En çok da neye üzüldüm bu son bir ayda biliyor musun? O yolculukta izlediğim bir film vardı. Az önce gördüm. İzlerken pek beğenmemiştim ama bir gece yarısı yürüyüşüne fon müziği olması beklenen şarkıları ("seni benim yapamıyorum görünüşe göre" diyor(du o zaman da) benim için bir tanesi hatta) filmin daha en başından duyunca takılıvermiştim. Onu görünce içimde, bir türlü yapılamayan ve bunca şeyden sonra da yapılamayacak olan o yürüyüşe çıktım. Tam da üzerimde seni gördüğüm zamanki kokumu sürmüşken sabah sabah. Bu ikisinin üstüste denk gelmesini büyük bir tesadüf olarak algılayabilen bir tek ben olabilirdim zaten. Sen değer vermezdin; versen de şimdiye çoktan unutmuştun bile!"

İstanbul pek güzeldi her zamanki gibi. İ. ile Ara'da yenen güzel bir akşam yemeği ile başladım. Ama önce Gümüşsuyu'na adımımı attım tabii. Sonra Ara'dan çıkıp, E. ile Doğan Apartmanı'nda geçirilmesi planlanan bir gece. İ. ise erkenden kalktı. O sırada çalınan kapı ile içeriye üç erkek birden giriverdi. Birini hiç tanımıyordum. Sonradan marangoz olduğunu öğrendim. Birini tanıyordum: C., diğerini ise tanımıyordum ama tanıyordum oradan buradan: O. Güzel bir geceydi. Ertesi günkü görüşme için erken yatayım demişsem de olmadı. Saat 3'ü buldu uyumam.

Ertesi gün saat 10'da E.'in telefonuyla uyanış ve O.'ı uyandırma faslı. Kulaklarımda çınlamakta sesi: "Tamam aşkım uyanıyorum". 15 dakika debelendikten sonra uyandırabildiğim o adam ile 2 saatlik bir mutfak keyfi ve sonrasında Galatasaray Lisesi karşısındaki kuaföre gidiş...

Metrocity'de diğer E. ile buluşma ve günün kaçıncı olduğunu bilmediğim kahvesini içerken yaşanan heyecan. 21. katta kırk dakika süren bir görüşme sonrası yüzümdeki mutlu ifade ile çıkış ve Kanyon'da yenilen koca tabak dolusu yemek.

Sonrasında ise C. ve pek sevgili sevgilisi Y. ile buluşuldu yanımda sabahtan beri benimle dolaşan E. ile. Kum Saati'nde içilenler ve güzel sohbet... Bundan hemen sonra apar topar Doğan Apartmanı'na doğru bir yolculuk ve oradan tekrar Gümüşsuyu.

Hiç üşenmedim bunları yazarken evet. Siz de üşenmediyseniz sürpriz hediye falan vermiyorum bu yüzden hiç heveslenmeyin.

Son iki gündür yorgunum. Ara ara moleskine'ime yazılar yazıyorum. Onlarla ilgili ayrı bir yazı yazsam daha mutlu olacağımı düşünüyorum. O zaman why not?

"Filmde diyor ki biri diğerine ´Neredeydin?`, diğeri cevaplıyor, ´Seni unutmaya çalışıyordum veya affetmeye.` Bunun üzerine unutmak mı affetmek mi daha kolay diye düşünmeye başlıyorum. Biri diğerinin önkoşulu sanıyorum."

Pazartesi, Şubat 25, 2008

"it's your life and it's your love"

Dün Lykke Li dinleyeceğim demiştim ya. Yalan oldu o. Lost'un official podcast'ini dinledim. Epeyce özlemişim bu yayınları indirip dinlemeyi. iTunes'un podcast kataloğundan indirilebilen ve iTunes'u her açtığınızda güncellenen bir radyo programı bu. Damon Lindelof ve Carlton Cuse beni sabah sabah güldüren eğlenceli programlar yapıyorlar her bölüm sonrası ve eski bölümler üzerine hem soruları yanıtlıyorlar, hem de gelecek bölümlerle ilgili arada sırada nadiren de olsa minik ipuçları veriyorlar. Mesela bugün bir manyağın "Hurley şu bölümde bilmemkaç defa ´dude` dedi, o bölümde bu kadar, şu bölümde bu kadar. Bunun nedeni nedir?" gibisinden bir soru cevapladılar ki duymanız lazım! Velhasıl her Lost delisinin dinlemesi gerekiyor bunları. Bugün dinlediğim son podcast'ten sonra bu adamlarla arkadaş olsam ne çok güleceğimi ve eğleneceğimi düşündüm. Böyle insanlara had safhada ihtiyacım var sanırım. Ama bu kadar zeki, çevik, ahlaklı ve Lost senaristi olanını nereden bulurum bilmiyorum.

Neyse işte, yarın İstanbul'da olacağım bu zamanlarda. Belki G.'de belki de E.'de kalacağım. Henüz bilmiyorum, karar veremedim. İstiyorum ki her şey yolunda gitsin ve mutlu mutlu döneyim buraya. Yeni yeni heyecanlarımın olması ve artık günlük hayatım hakkında, "şimdi"yle ilgili yazıyor olmam ne kadar harika bir his anlatamıyorum.

Ben bu ara çok dalgınım bir de. Orada burada eşyalarımı unutuyorum. En son makyaj malzemelerimi takside bırakmışım. Şoförün karısı pek mutlu olmuştur herhalde. Ha bir de gündemdışıyım fena halde. Hiç telaşlanmıyorum ama. Kendi halimde seyretmek öyle güzel ki, istemediğim hiçbir şeyi değil yapmak düşünmek bile istemiyorum.

The Besnard Lakes diye bir grup yakalamıştım bir gün ava çıktığımda. Ava da çıkmamıştım da tesadüfen karşıma çıkmıştı bu grup. Onları dinledim sabah birkaç kez. Son zamanlarda kendi kendime bulduğum en güzel grup kendileri. İzleyiniz diye video da koyuyorum (video için teşekkürler, ben bilmiyordum). Böyle de süper bir insanım.

Karşınızda pek bir güzel videosu ile "For Agent 13":

"Did you ever see our show? It was called "The Holocaust"

Bu aralar durduk durmadık yerde aklıma geliyor bu sahne ve gülüyorum. Özellikle de başlıktaki cümle söylendiğinde. Seviyorum Larry David'i.

Pazar, Şubat 24, 2008

"Love's an harmony, desire's the key"

Yine bir Pazar gecesi, eve yorgun argın geldim. Bu hafta üçüncü kez kendime giyecek bir şeyler aldım. Bu seferki Çarşamba günü için özel ama. Salı günü İstanbul'da Gümüşsuyu'na adımımı atacak olduğumu bilmek pek bir mutlu etmekte beni. Bu sefer bebek'te tek başıma bir kahvaltı yapmayı planlıyorum Çarşamba sabahı. Oradan da artık nereye gideceksem oraya...

Bugün yine bomboş bir gündü. Hiçbir şey hissetmeden gayet yorgun argın yapılan derslerden sonra kendime geldim. Nasıl geldiğimi soracak olursanız Lost'un son bölümünü izledim nihayet. İlginç bir bölümdü ki zaten hangi bölüm değil ki? Artık üzerine yorum yapmayıp sneak peak'lerini bile izlemediğim bir hale geldi dizi benim için. Gerek yok zira kendiliğinden ilerliyor her şey. Yorumları da okumuyorum eskisi gibi. Kafamı ona yoramayacak kadar akıllıyım. Tembel mi demeliydim acaba? Hmm...

Tv'de War of the Worlds var. İlk izlediğimde hoşuma gitmişti ama şimdi arada bir göz ucuyla bakıyorum filme. Pek bir vasat olmuş aslında. Eskiden gece yatmadan önce kendime yarım saat ayırırdım yatakta. Küçükken ne kadar da korkusuzmuşum diyorum bazen. Uyumadan önceki o yarım saatte gökyüzüne bakıp uzaylıların veya vampirlerin beni gelip almasını isterdim. Geceleri kalkıp balkona falan çıkardım. Şimdi balkona çıkmak bir yana bazen camdan sokağa bile bakamıyorum geceleri saçma sapan paranoyalarla. Kafamın üzerinden geçen uçan her şeye karşı anlamsız bir korku var içimde. İnsan bilmeden ne rahat yaşıyor oysa ki. Bilinçaltımda bu korkuya dair ne varsa sildirmek isterdim sanırım. Böylece bu aralar sıkça gördüğüm o yorucu kabusları görmezdim.

Yarın yine gide gele anlamsızlaşan o havaalanı yolunda geçireceğim günümün bir saatini. Güzel müzikler dinleyeceğim yine. Uyuyabilirim bile yolda, o derece.

Dinleyeceğim müziklerin arasında Lykke Li diye çok hoş müzikler yapan güzel sesli bir kadın vardı bana önerilen. Tam buradan indirilebilir. Hiç çekinmeyin.

Son olarak "E. yanlış biliyor/hatırlıyor. Alakası yok"muş.
Peki.

was/were + noun/adjective

Dün E. geldi. Kendisini en son çok sinir bozucu bir 13 Ağustos gününde görmüştüm -13'lerin bana sandığım gibi uğur getirmediğini görmeliydim diyorum bazen. Bana çılgın haberler veren kişiydi. Beni tek başına hayalkulemin tepesine çıkaran nedenlerin habercisiydi. Ayağındaki yıldız dövmesinin bir gün bana uğur getirmesini diliyorum.

Dün akşam çılgınca eğlendim. Dansettim ki bu kadar dansetmemiştim son zamanlarda sanırım. Altı ateş insanının bileşiminden oluşan bir ofiste geçirilen güzel vakitten sonra gidilen mekanda bu kadar eğlenebileceğimi tahmin etmemiştim. Neyse, sonra E. son bir hamleyle yanımıza gelebildi. Her zamanki gibi gözlerini faltaşı gibi açarak bana bir sürü şey anlatıverdi bir çırpıda. Bugünse derslere gidip gitmeme konusunda kararsızdım ama sonunda bir eğitim neferi olarak girmeye karar verdim. İyi de oldu. Tüm gün garip müzikler çaldı iPod'um shuffle moddayken. Sanırım hangi ruh halinde olduğumu bilmediğim zamanlarda dadanıyorum bu rastgele çalma hadisesine. Yine neyse, akşam eve geldiğimde G. ve E.'i konuşurken buldum. Güzel şeylerden bahsediyorlardı. E.'nin ayağındaki yıldızın uğur diyelim en iyisi buna. E.'nin bir arkadaşının düğünü vardı ona gidecekti, "Sen de gel!" dedi. Ben de gittim. İyi de oldu. Yüzyıllardır görüşemeyip artık ayda bir görüşmeye başladığımız B.'yi ve sevgilisi Ö.'i gördüm. Pek bir dansettik yine. Harika bir grup vardı sahnede. Eğer bir gün düğün müğün yapacak olursam kendilerini çağırmayı düşünebilirim.

Bu eğlence halinin tam ortasında E. bana eskiden birinin zaten başka biriyle beraber olduğunu söyledi. Yani onun yanına geldiklerinde zaten beraber gibi görünmektelermiş ve E.'nin hatırladığına göre öyle bir şeyler varmış zaten. Bu tabii beni sinir bozucu bir ruh haline itti. Bir süre herkes dansederken, gelin ve damat daha başlarına ne geldiğini anlamamış bir halde gülücükler dağıtırken, ben masada oturup Moleskine'ime bir şeyler yazdım bununla ilgili. Eski yazdıklarıma göz gezdirdim. Halihazırda varolan nefretim biraz arttı. Sonra biraz düşününce bunun E.'nin abartma huyundan kaynaklanabiliyor oluşu aklıma geldi ama iyi düşüncelerle kendimi oyalamamam gerektiğini o deftere zamanında yazdıklarımı okuyunca tekrar hatırladım. Sonra bir anda bir müzikle irkildim. Naapıyorum dedim kendi kendime. Gerizekalının teki hayatıma girip saçmalayıp beni bu saçmalıklarla uğraştırmamalı. En azından ben izin vermemeliyim dedim. Ve evet vermedim. Eğlenceye devam ettim.

Her şeyin sonunda eve geldiğimde ise gözünden tek damla yaş gelmemiş olan kendimle gurur duydum. Velhasıl artık durumlar eskisi gibi değil. Geçiyormuş öğrenmiştim. Pekiştirdim yine. Benim değerimi bilmiyor olan herhangi bir insan ile zerre kadar uğraşmak istemiyorum. Bu son ihtiyacım olan şey zira K.'nın da az önce dediği gibi
"sıfır tam onda beş gibi bir ilişki pratiği olmaz olmamalı." Evet olmamalı.

Bugün E.'ye yine zamanında birinin kullandığı bir şeyi verdim. Aylar sonra ilk kez bunu yaptım ve düşünmedim bile. That's a good thing!

Her ne ise işte, bitmiş ve gitmiş şeyler hakkında başka bir şey söylemek istemiyorum ve bu sabah beni sabahın yedi buçuğunda kaldıran bilinmeyen numaralı hain insana teessüflerimi iletmek istiyorum. Neredeyse yarım dakika boyunca sesimi dinleyip kapatmak da neyin nesidir?

Ayrıca naif naif davranıp dünyanın en ince insanı davranışlarına bürünüp sonra iş gerçek hayatta bir şeyler yapmaya gelince hödükleşen insanlara gıcığım. O kadar kendini anlattıktan sonra nerede kaldı senin insanlığın?

Son olarak, iki insanın evlenmesi ne garip bir şey ya?! Hayatta bir kez kendimi o konumda düşünebilmiştim. Çok eskidendi. Duyguların fazla geldiği, taştığı bir ilişkiydi ama neyse ki geçti gitti ve eskide kaldı öyle şeyler diyorum ben. Ben bugün gördüğüm gelin yerinde olmak istemiyorum. Orada "Evet" diyeceği önceden bilinen ve yapma bir heyecanla beklenilen kadın olmayı ise hiç istemiyorum. "I'm never gonna be nobody's wife" da dersem tam olacaktı; oldu.

Perşembe, Şubat 21, 2008

"it must be hard, hard, with your head on backwards"

Bu sabah dışarı çıktığımda her şey gözüme daha bir güzel görünmüş olmalı ki akşam eve geldiğimde günle ilgili gözümün önüne gelen görüntüler pek hoştu. Uzun süredir gidilmemiş bir yerin bu kadar hoş bir nostalji yaratacağı aklımın ucuna gelmezdi. Sabah sabah aldığım garip bir haberden sonra keyfim bozulmadı bile... Her şey öylesine gelişiverdi. Dışarıda yapılan alışverişler kadar yanımdaki D.'nın eğlenceli arkadaşlığı da gülümsemelerle dolu bir güne sebep verdi. Ne zamandır gülümsemiyordum sanırım bugünkü kadar sade ve olağan bir şekilde, onu farkettim.

Onun dışında dışarıda geçirilmiş onca vakitten sonra eve dönmek epey bir rahatlattı beni. Aklımda onca eğlenceli zamanda bile dolanan belli şeyler vardı. Onlarla ilgili becerebilirsem bir şeyler yazmak istedim ama sanki yapamayacağım gibi.

Çok absurd ama olduğu gibi görünmeyen, göründükleri gibi olmayı sırf görüntü icabı da olsa içlerine sindiremeyenler var sanırım. Bazen görüyorum, rastlıyorum bunlara. Onlar aklıma takıldı bugün. Bazen insanlar görüyorum, belli bir görüşe sahip oluyorlar ve en azılı savunucuları oluyorlar bu görüşlerin. Sanıyorsunuz ki bu görüşleri hayatlarının her yanına yedirecek kadar benimsemişler ama alakası yok. Sonuna kadar komünist takılan bir insanın gayet burjuva bir hayat sürebilmesi, kapitalist düzenin içinde iyi bir yerlerde yer alabilmek için didinip durması da bana bir o kadar garip gelen. Karşı oldukları insanı köle haline getiren bu sistemi bu kadar eleştirip nasıl da bu sistem için bazen herkesten de fazla çalışıp durdukları bana pek bir acaip gelmekte. Yani sessiz sedasız dursalar, her sözlerinin içinde anti-kapitalist bir söylem olmasa, tek bir söz etmeyeceğim zira hiçbirimiz zaten bu sistemden memnun değiliz ama her fırsatta da en ufacık olayda saldırmıyoruz olur olmadık şeye. Aklıma geldi işte bugün de, sanırım bu tür insanların en çok istedikleri şey, ileride emekli oldukları Amerikan şirketlerinden kazandıkları paralarla rahat rahat yaşarken, çocuklarına "biz eskiden sol görüşün en azılı takipçilerinden ve savunucularındandık; buralarda şunları protesto ettik, Facebook'ta şu kadar kişi topladık, bloglarımızda her şeyi eleştirdik sırf bu düzen değişsin diye" diyebilmek. Romantik bir emeklilik hayalinden öteye gidemiyor bu yüzden bu tür insanların okudukları mavallar. Sırf kişisel imajlarındaki farklılık eksikliğini, sıradan olmalarına ve statükocu yapılarına katlanamadıkları için böyle unsurlarla süslemeye çalışmaları savunuyor göründükleri sisteme ne büyük ayıp halbuki.

Sanırım komünizmin yerin dibine geçtiği nokta da bu oluyor. Öyle güzel fikirler ki savunucusu olmak bile insana level atlatıyor ve hayali bir düzlemde atlanan levellar, hiçbir zaman gerçek hayata geçirilecek kadar gerçek olamıyor hem görüşün kendi doğası hem de insanın özü dolayısıyla. Bazı insanlar hayallerinde yaşamayı gerçeğe yeğler ya, Marksist düzenin en sorunlu tarafı hep bu tür insanları yakalıyor oluşu ve buna özü gereği mahkum edilmiş olması. Kafan çalışıyorsa iki yönden birini tercih etmek durumunda kalıyorsun çünkü her iki ucu da görüyorsun. Hangi tarafı seçeceğin gelecek ve geçmişinle beraber getirdiklerinin korku derecesine göre değişiyor. İşte bu durumda kafası çalışan insanın Marksist söylemleri ağzına dolayıp hayattaki her noktayı bu bağlamda eleştirmesi ama buna rağmen çılgın bir burjuva olma yolunda emin adımlarla ilerliyor ve halihazırdaki sistemin işleyişine katkıda bulunuyor oluşu sinirimi bozan şey. Halbuki desene "ay lav dı fakin sistım" rahat rahat.

Bu aklıma gelenlerin bir kısmıydı sadece. Henüz adam gibi oturtamadım cümleleri, örnekleri ve sözleri ama en azından bu haliyle buraya bir şeyler yazmak istedim. Hem madem ki burası benim yaratı alanım neden Manzoni gibi saçmalamayayım.

Dün S. buradaydı. Uzun süreden beri görmemiştik birbirimizi. Uzun süreden beri adamakıllı maç izlemiyordum. Fenerbahçe maçını izledik biralarımızla. Öncesinde de harika bir kıymalı ıspanak vardı. Bir ara sırf bu ıspanak yüzünden onun ailesinin benimkileri ziyarete geleceğini söyledi. Güldük. Bir ıspanak nelere kadir onu gördük.

Son olarak D. seni çok seviyorum. Yüzün de yamuk değil haberin olsun :)

Salı, Şubat 19, 2008

"...don't it make you feel alive?"


Geçenki iPod partisinden bir görüntüyü paylaşayım istedim. Sahnede duran o iki kişi çok eğlendiler hakikaten de. Resimleri görünce tekrardan imrendim.

Onun dışında, bugün dışarıda kendime bir şeyler bakındım. O mağaza senin bu mağaza benim gezinip durdum. Bir sürü müzik dinledim iPod shuffle haldeyken. Bugün güzel müzikler vardı yine her zamanki gibi kulağımda. Keyifliydim. Sırf kabinlerde kıyafet denerken üzerimdekileri çıkarmak zor oluyor diye bir elbise buldum aldım. Böylece plug n play oldum.

İstanbul'a biletimi aldım. Salı akşamı oradayım. Bu arada İstanbul'daki daimi adreslerimden biri olan E. geliyormuş haftasonu. Cuma gecesini ona ayırdım. Mutlu olduk.

Sonra asıl almayı hedeflediklerim dışındaki her şeyle eve geldim. Yemek yedim. Paul'u sevdim. Rüüü bana güzel, keyifli müzikler yolladı. K. ile 2008'i göç yılı ilan ettik. Öyle olacak umuyorum ki.

Yarını evde geçirmeyi umuyorum. Sabah keyifle uyanıp, derleyip toparlayacağım evi. Güzel müzikler açacağım ve hatta Star Wars bile izleyebilirim. Her şey daha güzel olacak o yüzden.

Dolabımda taa eskiden beri sakladığım bir şey var. Onu da olması gereken yere bırakacağım. Daha da güzel olacak her şey.

Son olarak kendimi "enter"a basma sevdalısı, akıcı ve adamakıllı olamamaktan muzdarip köşeyazarları gibi hissettim. Bunu sevmedim.

Pazartesi, Şubat 18, 2008

Glenn Gould plays Bach

Bugüne bu videoyu da sığdırayım istedim. Arada bir izleyip bu aşinalığın, bu içselleştirilmiş yeteneğin yaşamımda bir yerlerde beni bulmasını diliyorum sanırım, ondan. Kıskanmamak elde değil.

Heaven

Şimdi bu "heaven" denen anlamının içini henüz dolduramadığım bu sözcük arada bir dinlediğim müziklerde kulağımın derinliklerinden içime akıyor. Dündü sanırım yine bir şeyler dinlerken miydi yoksa öylesine aklımda sürekli çalan bir müziğe takılmış giderken miydi neydi bilmiyorum ama, bir şekilde üç şarkıyı birbirine bağladım. İçinde Heaven olan en güzel şarkılar sanırım bunlar benim için. Yani aklıma gelmeyenler vardır eminim ama üç şarkıdan dinleyelim cenneti ve anlamlarını.

Önce Devics'in Heaven Please'inden bir söz yazayım istedim. Şöyle diyor:

"Heaven please I have fallen
on my knees and out of your arms
Take me back I am good now..."

Bir süre yorulmuş, kendi kaderini değiştirebileceğini düşünen birinin, karşısına çıkan olayların ve insanların peşinden koşturup sonradan bir bir kapanan kapıları görünce, yaşamında deneyimlediği ilk "cennet" imgesine geri dönüşü var sanki bu şarkının sözlerinde. Öyle ki, kıymetini bilmediğiniz biri vardır mesela hayatınızda, belki anne, baba veya tek suçu sizi çok sevmek olan eski bir sevgili, işte hayat sizi yorunca ona geri dönmeye çalışmak, zorda kalınca tanrıya dua etmek gibi bir şey...

Sonrasında ise, Carissa's Wierd'ın kısacık cenneti The Piano Song var. O da şunlardan başka bir şey demiyor ama en azından beni bu yerin dünyadaki gölgesinin nasıl bir şey olduğu konusunda bilgilendiriyor:

"...You felt relief somewhere between the tree and its shade
When you go away, heaven's a distance not a place..."

Bu sözlerle ilgili iyi ki de bu şarkıyı tam da delice dinlediğim birkaç gün içinde kimseye yapıştırmamışım diyorum ve başka bir şey demek istemiyorum. Gerek görmediğimden değil, henüz bu sözleri hakedebilecek ne ben bir şeyler yaptım birileri için ne de onlar öyle bir şey yaptılar. Sanırım hayali bir sevgili için yazılmış güzel ve hüzünlü (hüzünlü olmayan bir şey nasıl güzel olabilir ki zaten?) sözlerden öteye giden bir yorum yapmamak lazım zira yersiz ve anlamsız olacak.

Sonra bu hafta D. ile bir alışveriş merkezinde oradan oraya gezinirken kendimizi bulduğumuz Mango'da aklıma takılan ve D.'nın eline sırf denerken vakit geçirsin diye verdiğim bir sürü kıyafet verip, bir köşede iPod'umda delice arayıp dinlemeye başladığım Trophy var üçüncü sırada. Üçüncü sıraya koydum kendisini çünkü en son bu şarkı bu yazıyı yazdırabilecek bağlantıları kurdurdu bana. Bat for Lashes'ın güzel sesi yine alkışlı ritmiyle ve fısıltıya yakınsayan bir tonda şöyle diyor:

"Heaven is a feeling I get in your arms"

Söz konusu cümle sanırım cennet tanımının bu dünyadaki yakalanabilecek en mutlu anı. "Cennetini birilerinin kollarında bulanlar için geliyor" demişim 20 Ağustos'ta. Bulmak lazım o kolları diyorum o halde.

Bu yazı gibi arada belli keywordler üzerinden müzikler arasında bağlantı kurup bir şeyler yazayım diyorum. Hoşuma gitti liriklerin arasında hisleri dokumak.

Büyüyünce de Müziklerarası İlişkiler Profesörü olsam keşke.

"caught in a motion that i don't wanna stop"

Bugün sinir stres eşiğimin nerelere ulaştığını görmem için yaratılmış bir gündü sanırım hayatımda. Tüm insanlık bir olmuş "hadi sınırlarını görelim şunun nihahaha" demişler ve etrafıma toplanmışlar gibiydi.

Neyse işte, tüm bunların arasında kendimi uzun süreden beri bir "Yay" olarak hissetmediğimi tam da uzun süredir ilk kez öyle hissettiğim bir anda farkettim. İyi oldu. Gergin gergin oturdum bir İkizler-Oğlak'ın karşısında. Kendimi çok "ben" gibi hissettim. Gerilmem lazımmış demek.

Ruh sağlığım gittikçe iyiye giderken, We Can Have It dinlemeye karar verdim saat 21:00 sularında... Hiçbir şey olmadı. Gözlerim dalmadı. Hatta günlük saçmalıklarla bile uğraşırken yakaladım kendimi. That's a good thing!

Yeni yeni rutinler oluştu hayatımda. Salı geceleri birkaç haftada Sex and The City (filmi gelsin artık) kıvamına geldiğimiz bir grup dişi (İ. E. İ. ve bazen D.), oturup evde rahat rahat müziklerimizi dinleyip, biralarımızı yudumluyoruz ve bu gelenek haline gelen buluşmalardan çok keyif alıyoruz; Cumartesi günleri K. geliyor. Şarap içip güzel şeylerden bahsediyoruz. Cuma geceleri ise belirsiz ama yine de bir hareket olacağı kesin olanlardan. Çarşamba günü de harika bir gün. Nedense severim Çarşamba günlerini eskiden beri. Bir de boş günüm olunca tadından yenmiyor. Evle ilgileniyorum. Alışveriş yapıyorum. Orada burada Americano'mu içip müziğimi dinliyorum. No Alarms and No Surprises o halde diyorum. İyi oluyor.

Haftaya İstanbul'a gidiyorum. Hem de güzel bir şey için. Bu bile günlerin iyi geçmesi için tek başına bir sebep olabilir. Zaten geçen ayki gidişim bir çok şey için bir başlangıç olmuştu. The end is the beginning is the end misali. Uzun süredir görmediğim bir başka İ.'i görmüştüm. C. ile birbirimize sarılmıştık, Y. ile güzel bir tanışma yaşamıştık. E. ile Nevizade'nin o sıralarda (Ocak) bize en acı veren yerlerini keşfetmiştik. İki tane de G. vardı hatta bir güne sığdırdığım. Daha ne olsun... Bu seferki gidişimde de sabah gidip akşam dönmek yerine, bir gün kalacağım. Yine sokaklarında gezip, karma temizleyeceğim.

Her şey iyiye mi gidiyor ne?

Pazar, Şubat 17, 2008

"That's how it starts..."

Şimdii... Nereden nasıl başlasam bilemiyorum.

Cuma günü Cloverfield'a gittik. Karakterleriyle ilgili sorunlara ve oyunculuktaki eksikliklere rağmen yine de sevdim. Aksiyon ve birkaç fobimle ilgili birkaç sahne bekliyor olmamdan dolayı, beni gayet tatmin etti. Bugün bir kez de D. ile gittik. Yine sevdim. Ama o sorunlar gözüme daha çok batmaya başladı. Bir daha izlemeyeceğim. Ama arada bir kendimce dertlerimle boğuşurken açıp izlemek üzere indiriyorum filmi şu dakikalarda ki açıp "aman ya ben de derdim var sanıyorum" diyebileyim ve dünyada daha büyük şeylerin olma olasılığıyla yüzleşeyim. Bazen insan odaklandığı şeyler yüzünden büyük resmi kaçırıyor. Geyik oldu evet ama öyle.

Onun dışında hayatım kendiliğinden devam ediyor. Otomatik pilottayım bir süredir. Arada delice eğleniyorum. Ama gerçekten eğleniyorum. En son dj olduğum o partide de öyleydi. Koşturmacalar arasında ara ara aklıma güzel düşünceler geliyor. Hoşuma gidiyor odağımın yönünü değiştirmiş olduğumu farketmek sanırım.

Bugün metrodan çıkarken aklıma bir ara yaptığım bir tespit geldi. Eternal Sunshine ve Vanilla Sky arasındaki bağ. Eternal Sunshine unutmayı yüceltirken, karakterler ağır bir aşk acısı sonunda hafızalarını sildirmek ve hayatlarına öylece devam etmek için uğraşırken (bir yandan da silinme esnasında unutmamak için çırpınsalar da hedef belli), Vanilla Sky'da aynı aşk acısı yaşananları unutamayan birinin intiharını takiben, önceden yaptığı bir anlaşmayla Lucid Dreaming denen, içindekileri kendinizin yönlendirebildiği bir tür rüyada devam etmekte. Yani unutmak değil de, rüyada da olsa o unutulamayan aşkı yaşamak için onsuz yaşama son vermek tercih edilmekte Eternal'daki restart uykusuna karşın. Sonrasında ise rüyasında bile gerçekleri görmeye lanetlenmiş birinin tekrardan yaşama dönüşü var. Ama yine umutla dönüyor... Başka bir yaşamda her ikisinin de kedi olduğu bir zamanda görüşmek ve bu sefer sonunda gerçekten ölmek üzere...

Hangi filmi daha çok sevdiğime gelince, hemen Vanilla Sky derim. Müziklerinin beni çok etkilemiş olması bir yana, unutmayı sevmeyen biri olarak Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı bir çırpıda gözden çıkarıyor olmam gayet öngörülebilir bir şey zaten böyle düşününce.

Onun dışında geçende I Know dinlerken kendi sesim ve İpek'in gitarıyla, şarkının sözlerini daha bir sevdim. Kaçtıkça daha hızlı kovalar geçmiş seni diyor şarkı. O yüzden iyi ki de kaçmamışım bir yerlerden diyorum; içimin artık acımıyor olmasını buna bağlıyorum.

Dışarıda kar yağıyor delice ve en az kar sevdiğim kadar seviyorum şu halimi.

"I'm not coming undone,
I'm just waiting for the day"

Cuma, Şubat 15, 2008

"I read your star sign before I read mine"

Fujiya & Miyagi konseri varmış 2 Mayıs'ta Babylon'da. Myspace'leri tarafından da onaylandı bu konser hatta. Hep üzen şeyleri değil biraz da eşzamanlı olarak beni mutlu eden bir şeyi yazayım istedim. Hastasıyım bu grubun, bana kim tarafından tanıtıldığını umursamadan hem de -hatta az önce sözlükte bu grubun başlığına yazmış olduğum yazıyı görmeseydim hatırlamazdım bile bu ayrıntı bilgiyi ya her neyse...

Aklınızda olsun! Bu da tanımayanlara bir tanıtım videosu. Tepe tepe izleyin. Ben öyle yapmıştım.

Currently and continuously listening to...

Seabear - Lost Watch

Sözleri de şöyleymiş bir siteden arakladım, kendim çıkarmadım:
***
I love the way
You say my name
It sounds different everyday

I used to think
That I'd seen you walk away
Too many times

Now I know
You're here to stay
Now it's you and me who walk away

I love the way
You say my name
It sounds different everyday

You're not home
I'd always liked being alone
Not anymore
***

Bir de şarkı sözleri için yorum yazılabilen bu sitede biri hemen bu şarkı için yorum yazmış ve şöyle demiş:

"When someone can make the world feel so much better that you want to take in every second of it---

That's this song."

Bu yorumu öyle çok sevdim ki...
Yazıldığı günden de öyle çok nefret ediyorum ki...

28-11-07

Hey Mr. and Ms. Dj

Bu gecenin Djleri Muzaffer ve bendik. Müzikler çaldık, sahnede dansettik, herkesten daha eğlenceliydik ve salak saçma dj triplerine girmeden insanları bile eğlendirdik pek de bilinmeyen şarkılarımızla. Ayrıntılar için daha sakin bir kafada olmalıyım. Hastasıyım Apple'ın!

İyi geceler!

Perşembe, Şubat 14, 2008

"Often wonder but don't know what I'll do..."

Radioheadbanger sağolsun imdadıma yetişti. Fayrouz denen içeceğin reklamında bir şarkı var -ki bu şarkı yüzünden denedim geçende bir yerlerde gece gece bu içeceği- bu kimindir diye sormuştum bir yerlerde. Hemen cevap vermiş o da. Buymuş meğerse.

Bazen bazı şarkılar dinliyorum. Eksik olan bir yanım var ve bana o tarafı anımsatıyor. O taraf bende olmasa da benden koparıldığında yara haline gelmiş yerlerim sessiz sessiz acıyor. Bu şarkı da öyle oldu. Rüya gibi...

Çarşamba, Şubat 13, 2008

"it's on again, off again, on again..."

Günlerdir bir türlü uygulamaya geçirmediğim fikirleri aklımdan geçirip duruyorum. Bazılarını revize ediyorum, düzeltiyorum ama yine de pratiğe dökebilecekken yapamıyorum. Sanırım henüz hazır olmadığım şeylere kendimi zorlamamam lazım. Yineliyorum kendimi ama evet, korku bulaşıcı bir şeymiş.

Bu pasif agresif tavrımla kimse beni beklemesin, kimse bana bulaşmasın istiyorum. Daha iyi anlıyorum; ağızdaki tadı da, içindeki terkedilmişlik hissini de... Daha kötü oldukça iyileşiyorum. "Down is the new up" hem.

Rüyamda bir nişte oturmuş aileme ve arkadaşlarıma bakarken yaşadıklarım artık umut verici çünkü artık rüyalarımda ona dair olanlar birbir yok oluyor.

Onun dışında her şey aynı. Lost'un ikinci bölümünü izledim. Benjamin'in hastası olduğuma yine kanaat getirdim. Artık adamın Google olduğunu düşünüyorum ciddi ciddi. Ne oluyor ne bitiyor, kimin sülalesinde nolmuş, kim hangi okula gitmiş, her şeyi biliyor. Her şeyi bilen adamlara karşı zaafım var, evet.

Bazen insanların ne kadar çabuk hayatlarını birileriyle beraber geçirme kararı aldıklarına şaşırıyorum. Kriterleri nelerdir bu insanların onu merak ediyorum. Hangi noktadan sonra böyle bir karar alıyorlar? Bu karar nasıl eşzamanlı olabiliyor? Eşzamanlı olmuyor ise nasıl oluyor da oluyor? Sanırım sorgulamaya vakit bile bulmadıkları bu süreçle ilgili bu sorulara bu sorgusuz sualsizlik nedeniyle cevap veremezler. "Pace is the trick" tabii bir Paul'un dediği gibi.

Bense koca bir rüyadan uyanmış olarak hayatıma birkaç aydır devam ederken, artık kimseye güvenemiyor olmanın ayıklığında saçma sapan sorular soruyorum kendi kendime. Halbuki hiçbirinin cevaplanması gerekmiyor. Eskiden benim için de her şey sorgusuzca gelişirdi. "Kendiliğinden, doğal ve sürtünmesiz" derdim ideal ilişki denen şeyin hayatımdaki sözsel karşılığının ne olduğu sorulduğunda. Hiçbir zaman güvenmek sorun olmamıştı hayatımda bir ilişkiye başlarken veya esnasında. Güvendiğimi hissetmem gerekmiyordu biriyle beraber olmam için. Güvenmek ilişki için çok gerekli bir şey değildi. Ve zaten güvenmeyeceğim insanla yanyana duramayacağımı bildiğimden kendiliğinden taa ilk başta elenirdi o insan. Farkında bile olmazdım...

Sonra nasıl olduysa, birisi çıkageldi ve bu durumu kökten değiştirdi. Güvenmemem gerekiyormuş sonradan farkettim. Çok sonradan... Nasıl olup da bu kadar rahatken, bu kadar güvensiz hale geldim bilmiyorum. Kendiliğinden olan o hissin beni yanılttığını gördüm sanırım artık ve bundan sonra her şey daha da zor. Kimseyi yanıma yaklaştırmıyorum, kimseye güvenemiyorum. Sürekli kinik gözlerle başkalarını süzmek hiç adetim olmadığı halde, bu en belirgin özelliğim oldu. Bilmiyorum ne olacak... Zamanında canımın çok yandığı başka bir zamanda, artık daha fazla canımın yanmayacağını bildiğim o zamanlarda bile "güven" bir sorun değildi. Canım o zamanlardaki kadar yanmadığı halde neden bu noktaya geldiğimi düşünüyorum ara ara. Diyorum ki, sakin ol. Herkes yanlış yapabilir. Ama hayır, ben böyle bir yanlış yapamazdım. Algılar yanıltır, her zaman sezgilere bırakmak lazım derdim işi. Algılarım "güvenme" derken, tam tersini söyleyen sezgilerime kulak vermiştim oysa ki ve evet bu sefer sezgilerim yanılttı beni. Sanırım bu sorgulamayı ilk kez bana yaptıran bu ilişki salt bu yüzden en başından yanlıştı.

Öte yandan kendi içsel sistemime bu kadar güvenimi yitirmiş olmam iyi bir şey değil. İnsanlara şans verme ve en önemlisi de kendi kriterlerime güvenme yetimi geri kazanmalıyım. Zamanla olur umarım... Biraz müzik, biraz kar lazım. Biraz da cesaret tabii... Eskiden C. bana korkakları hapse tıkmalı demişti. Çok abartıyorsun demiştim. "Fear leads to anger, anger leads to hate, hate leads to suffering and suffering is the first path to dark side". Tam da bunu örnek vermişti. Çok haklıymış. Kendimi içerilere tıkasım var şimdi bu yüzden. İçimde bir oda var bir süre önce tekrar açılan ve kırmızı renkli duvarları olan; o odaya hem de.

"we thought you had it in you
but no, no, no
for no real reason"

R u still in it?

Mogwai dinliyorum delice.

Cepa'da gördüğüm bir adama aşık oldum. Evet aşık oldum. Desperately seeking him. Aşk öyle bir şey olmalı. Bir anlık ve karşılık olmadan. Uzun sürmemeli. Bir anda hissedilip tüketilmeli. Son kullanma tarihi var çünkü. Ama gerçekten aşık oldum ben. Birilerine hala aşık olabildiğini hissetmek şahane!

Pazartesi, Şubat 11, 2008

"Ghosts in the photograph never lied to me..."

Bugün içimde birini daha Apple ailesine katacak olmanın mutluluğu vardı. Kızkardeşim Apple'a attığı tüm o boklardan sonra bir gün elinde 16lık (yaş gibi oldu değil mi) iPod Touch ile geldiğinden beri hayatta herkesin bir gün bir Apple oyuncağı olacak diyordum ki D. dün bana bir iPod'da kendisinin istediğini söyledi. Ben de onu yalnız bırakmadım tam da onun istediği gibi. Cepa'ya gidildi. Apple Premium Reseller'dan 80 gblık bir iPod almayı umarken, 160'lıkla çıkıverildi. Çocuklar gibi şendik. Bana neyse artık.

Sonra... Birkaç gündür Lost'un 4x02'sini izlemeye çalışıyorum. Evet, bu kişisel Lost tarihimde bir ilk. Tam izleyeceğim diye oturuyorum başına, takriben yirmi dakika sonra uyuklamaya başlıyorum. Yorgunum çok. Ne kadar uyusam yetmiyor. Geçen on aylık sürede çılgınca ayık geçirdiğim gün ve gecelerin ("What was that for?") acısı çıkıyor sanırım.

Esenboğa'ya beş dakikalık mesafede bir yerlere gidiyorum son bir aydır. Her gidişimde o camisiz minarelere gözüm takılıyor. Arada kulağımda "Ben otelde kalacağım" diyen bir ses yankılanıyor. O yolda, üzerindeki tüm anıları tüketene kadar gitmek istiyorum ve sanırım başarılı olacağım.

Biri var Koç burcu. Bir yerde tek sevdiğim adam kendisi. Verdiği ayarlarla, söylediği sözlerle beni çok eğlendiriyor. Pazartesi ve Perşembe günlerini tek eğlenceli kılan kişi o. "The Fountain" diyince ben, o Duchamp diyor. Daha ne olsun! İyi ki var işte.

Geçende Medea rüyalarımla ilgili ilginç bir çıkarım yaptı. Onunla ilgili daha net noktalara vardığımda yazmak üzere kendime bir hatırlatma bırakıyorum bu yazıya ve artık yatayım diyorum.

Uyku hiç bu kadar güzel gelmemişti.

Pazar, Şubat 10, 2008

"He messed up forsaking our love"

Her hafta "The Fountain" izliyorum ben. Birileri beni durdursun. Gelip de bana beraber izleyelim istemesin kimse bu filmi. Artık kare kare biliyorum herhalde ve maalesef bu iyi bir şey değil.

Birine şarkılar yolladım. Sözlerine bakmamıştım. Görünce ilginç seçimler olduğunu kabul ettim kendi kendime. Başlık ise bu şarkılardan birinin sözleriymiş. Hoşuma gitti; maalesef.

Uzun süredir bir ne istediğini bilmeyen, bir de hayatta ne istemediğini bilen biri olarak boşlukta salınıp duruyorum. Bugün hatta bir saat önce olabilir, ne istediğimi buldum bir anlığına. A Lily'nin bir şarkısına sakladım bu isteğimi. Yine bir şeyleri yeni ve bilinmedik birileriyle paylaşmak üzere saklamaya başlamam mutluluk verici; arada bir umudun kendini göstermesi ise ilginç.

Dün ise insanların ortasında kısıtlı bir zamanda başımı gömdüğüm, zorluğu "inanılmaz" diye nitelendirilen sudoku kitabımın üzerine "Killing All the Flies" yazdım şarkıyı zorla kendime dinletirken. Zorla kendime Mogwai kürü yaptım (nasıl bir kürse o artık!). Take Me Somewhere Nice dinlettim kendime dört beş defa (ayrıca alakasız ama Happy Songs For Happy People ne güzel bir Mogwai albüm ismidir. Gerçekten de mutlu insanlar için mutu şarkılar olabilir o albümdekiler). Tabii bunu yapmamın nedenleri vardı. Hatta eminim az sonra yine aynı nedenlerden yapacağım aynını. Dün iki saat boyunca S. ile konuşurken ve hatta bunun öncesinde bir yerde oturup kendi kendime yazılar yazarken, içime çektiğim her koca nefesten sonra içimden bir şeylerin çıkması gerektiğini hissedip, onlar he ne ise artık söz olarak çıkmaması içimden... Madem sözsel olarak ifade edemiyorum dedim, açtım ben de o ruh halimi en iyi ifade edecek şarkıyı. Benim yerime notalarla, enstrümanlarla ve sözlerle ifade etmişler sağolsunlar. Adını da Türkçe'ye özensiz çevirisiyle "beni hoş bir yerlere götür" koymuşlar.

Şarkı beni gerçekten öyle hoş yerlere götürdü ki, o sırada bedenimin bulunduğu yerle ruhumun gezindiği yerler arasındaki fark, beni sırasıyla tuvalete, balkona (bu soğukta evet) ve son olarak da sudoku kitabına yüzümü gömüp, kimsenin o ifadeyi görmeyeceği şekilde oturmaya yönlendirdi. Tuvaletteyken aynada gördüğüm yüzüm hiç iyi değildi. Braque bu halimi görse ne güzel çizerdi beni şimdi dedim hatta içimden. Hiçbir şeyin bir kez daha aklıma gelen görüntüler kadar güzel olmayacağını, aslında o güzel olan ne varsa her şeyi sadece tek taraflı yaşadığım gerçeğini insanlardan sürekli sakladığım gözlerimin içine sokup durdu şarkı. Sözlerle ifade edemediğim anda farklı yollarla kendimi ifade edebildim sanırım özellikle de bu şarkı sayesinde.

Bu kadar güçlü etkileri olan şarkıları yaratma hakkını kim veriyor bu insanlara?

Cumartesi, Şubat 09, 2008

Deneyim

O kadar konuştum D.'ya. Şu sonuca vardım. Deneyimleyemediğimiz iki şey var. Biri doğmak biri ölmek. Doğmayı o sırada bilinçsiz olduğumuzdan deneyimleyemiyoruz, ölmeyi de sonrasında yaşam olmadığı için... Ve bunlar sanırım hayatın tek gerçekleri. Bu noktadan şu sonuca varıyorum ki o çok acı bir yüzleşme:

Deneyimlediğimiz her şey yalan...

O yüzden acı çekerken insanı ne sonuna kadar götürüyorsa o yol gösterici olmalı. Sigur Rós'ta bulduğum şey de bu olmalı...

"... he said girl you better try to have fun..."

"You stole the sun from my heart" dersem garip mi olur bilmiyorum ama bilmiyorum hakikaten! Umarım garip olur. Dışarda güneşi her ne kadar istemesem de içimde olsun biraz istiyorum. Olsun rica ediyorum.

Onu çok özledim. Onu değil aslında. Aklımda yarattığım bir "o"nu özledim ben. It's been seven hours and fifteen days. Oldu da geçti bile. Ama hala aynıyım. Bir bok değişmemiş. Hala yüzleri ona benzetiyorum (i could put my arms around every boy i see
but they'd only remind me of you). Hala ve ancak müziklerle ona ulaşabiliyorum. Arada bir orta parmağımı kaldırıyorum. Arada da pes ediyorum onu seven tarafıma karşı sürdürdüğüm o orta parmaksal savaşta. Hala arşivler, gürültülü ve insanların zıplayıp şarkılar söylediği bir yerde açılıyor; hala alakasız bir şarkıda akla bir Haziran günü söylenen "mümkünse küsmeyelim" sözü geliyor nasılsa. Kurumuşum sadece. Ağlamıyorum. Gçzyaşı dökmüyorum; sözde... Ve küstük işte. Küstüm sana ve senin temsil ettiğin ne kadar şey varsa. Sigur Rós eşliğinde hem de.

I hope you're feeling happy now...

Perşembe, Şubat 07, 2008

"You're either in the club, baby, or you're not"

In Rainbows'un ilk yarısındaki Bodysnatchers'ı tamamlayan şey albümün ikinci yarısındaki Bangers & Mash. Ha bir de Guinness! Bu şarkı çılgınca intikam kokmakta. Sözleri küçükken uyumadan önce kendime yarım saat umutla vampir ve uzaylıların gelmesini beklediğim zamanları anımsatıyor (sanırım o zamanlarda hayal ede ede kaptım onlardan bir şeyler). İçimdeki başkasını ısırmamak için bastırıp durduğum yanımı tetikliyor. Bu şarkı fondayken vampir dişlerimle ısırdıklarımı gerçekten de kötü hale getirebilirim. Dikkat ediniz.

Bugün evimde Guinness içiyorum. Mutluyum. Kedim çoraplarımı kemiriyor. Ev kemirilmiş ve bir yana fırlatılmış çoraplarla dolu. Özellikle de odam. Ne yapacağım bu kemirme konusunda bilmiyorum. Kendini fare sanan bir kedim olduğunu düşünmek bile mutlu ediyor beni bugün.

Bir şeyler oluyor yine. Umutluyum 27'den ilk defa.

"i'm taking you down
i'm taking you down
i'm standing in the hall
i'm puking at the wall

yeah because you bit me, bit me, bit me, ow
the poison
i got the poison
i got the poison now"

diyor Thom. Bense bu şarkıya delice eşlik ediyorum her seferinde; bazen bağıra çağıra bazen sessizce insanların ortasında.

Çarşamba, Şubat 06, 2008

"We hope that you choke..."

Şu sıralarda türban görüşmesi yapılıyor birkaç kilometre ötemdeki mecliste. İçindeki insanların hiçbirini ben seçmedim onların ama her nasılsa herkes gibi beni de temsilen bulunuyorlar orada.

Herkes saçma sapan aynı şeyleri tekrarlıyor. Arada değiştiriyorum kanalı ama sonra yine açıyorum bakalım bu seferki nasıl zırvalayacak diye. Seneler önce sırf kendimi sinir etmek için Savaş Ay'ı izlerdim. Hani sinir olmaktan hoşlandığınız insanlar vardır ya, Savaş Ay da benimkiydi. Hatta yanında duran o alev alev yanan varillerden birinin bir gün canlı yayında patlayacağına ve Savaş Ay'ı yanarken göreceğime dair umutlarım (!) bile vardı. İşte şimdiki nefret objem de şu bahsettiğim meclis içindeki insanlar.

Tek adam gibi konuşan Aysel Tuğluk'tu. Onun da hitabet tarzında bir sorunu vardı ama olsun. Sonuna kadar dinlediğim bir tek o olabildi. Her ne kadar DTP'nin içten içe bu kadar da naif olmadığını düşünsem de, hak vermemek mümkün değildi Tuğluk'un sözlerine. Her ne kadar AKP'nin demokrasi ile ilgili görüşlerine katılmasalar da, özgürlüklere sahip çıkılması bağlamında türbanın serbestleştirilmesi konusunda olumlu bir bakışa sahip olduğunu belirtti kendisi. Tabii bunun hemen ardından "301'i ve okullardaki din derslerini de kaldırın da özgürlükler konusunda samimiyetinizi görelim"e getirdi lafı. Bunu yaparak iktidarın ne kadar iki yüzlü bir özgürlük anlayışına sahip olduğuna yönelik laflar çarpmış oldu tabii.

Her şeye rağmen bu yasanın geçeceğini ve anayasanın bir şekilde değiştirileceğini bilmek insanın içini bulandırıyor. Aslında kimsenin umrunda değil insanların kendi görüşlerine göre hayat tarzlarını yaşaması. Rahatsız eden tek şey bunu tek düşünen kendileriymiş gibi ortaya çıkan bir iktidar partisine sahip olmamız ve bunun üzerinden siyaset yapılması. Aslında şimdi şu meclisi on tane türbanlı kadın basıp "Bırakın bizim türbanımızla siyaset yapmayı. Sadece bizi temsil eden ve bizi diğerlerinden ayıran bir partinin desteğini kabul etmiyoruz. AKP'nin veya MHP'nin özel ilgisine, özgürlükler konusunda bizi destekliyor gibi görünen ayrımcı siyasetleriyle işimiz olamaz. Biz sadece her yerde başımızı kapatmak istiyoruz. Başımızdaki siyasi değil dini bir tercihtir." deseler, tüm o "laik azınlık" (!) olarak konumlandırılmış insanların bütün önyargılarını bırakıp türban için seve seve serbestleştirilmesi yönünde fikir beyan edeceğini ve gerektiğinde de hareket edeceğini düşünüyorum. Türban konusudaki özgürlüklere giden bir yol var ise oradaki tek engel AKP ve onların siyasetidir kanımca. Ama tabii insanların Aşil topuklarıyla oynayıp, orayı kanatıp, sonra da başkaları yapmış gibi propagandalar yapmak tam da iktidarın işi.

Geçende bir Türkçe öğretmeni arkadaşım da ileride ÖSS'nin kaldırılacağını ve yerine davranış notlarının ağırlıklı olduğu bir not sistemiyle üniversitelere öğrenci alınabilmesi için düzenlemelere başlandığını söyledi. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesi ilk anda insana umut verici görünse de, artık sadece "ahlaklı" (kime göre neye göre?!) öğrencilerin iyi üniversitelere alınması/girebilmesi fikri insanın aklına düşünce işin renginin bok yeşili olduğu daha rahat görülüyor sanki.

Birkaç hafta önce bindiğim taksinin şoförü ise milletimçe ne kadar "şaka" gibi olduğumuzun göstergesiydi sanki. Kendisi iş güç olmadığından, kimsede para olmadığı için taksiye binilmediğinden dert yandı. Oradan işi siyasete getirdi. Ben Abdullah Gül'ün 500 dolarlık iki kişilik yemeklerini devlete ödettiğinden ve 500 doların insanların bir aylık maaşı olduğundan sözedince, bana dönüp kinayeli bir bakış attı ve aynen şöyle dedi: "Bu zamana kadar herkes yedi zaten, bırakalım da şimdi bunlar yesinler. Başbakandan, cumhurbaşkanından bir tane var zaten. Helal olsun onlara!"

Bu laftan sonra tabii ben ne desem boştu. Melih Gökçek'in su faciasından söz açınca ne diyecek bakalım dedim. Onun için de beyefendinin sözleri şöyleydi: "Adam Allah'ın işine karışamaz ki, ne yapsın su bittiyse?" Kendisine "bilim" diye bir şey varlığını müjdeledikten sonra seneler öncesinden bile böyle şeylerin öngörülebileceğini söyledim ama nafile. Adam inanmış Allah'ın işi olduğuna susuzluğun. Tam da önceki yazılarımdan birinde söyledğim gibi, din kadar güçlü başka bir şey yok maalesef. Adam gözüyle gördüğüne, beş duyusuyla algıladığına inanmak yerine, bilmediği bir alemin içinde kaybolmayı daha rahat buluyor demek ki.

Böyle de trajikomiğiz milletçe.

Mtthw hrbrt

Bütün Matthew'lar, Herbert olsun istiyorum ayrıca. Olmasalar bile öyle algılıyorum. Bu iyi bir şey.

Salı, Şubat 05, 2008

"I don't wanna be your friend, I just wanna be your lover..."

Kendimi birilerinin eline bıraktım... Öyle gidiyorum boş viteste. Radiohead veya Zero 7 dinlerken başka şansım yok sanırım. Bir de üstüne La Ritournelle çalarsa tamamen kopuyorum her şeyden herhalde. Uzun süredir kendimi rahat bırakmıyordum. Bugün bıraktım. Hayırlısı olsun demekten başka bir çarem yok sanırım artık. Her şey için çok geç kaldığım bir andayım. Şüphe doluyum.

Bugün ateş insanlarıyla konuşurken, six degrees of seperation denen teoriyi kanıtladık. Herkes birilerinin tanıdığı çıktı yine. Kadercilik denen şeyle deteminizmi birbirinden ayıran tek şeyin zamana yüklenen anlamlar olduğuna kanaat getirdim. Bazıları geçmişe yönelik sorgulamalar yapıp tümevarıyor ve onlara kaderci deniyor, bazıları ise geleceğe yönelik şimdiden yola çıkarak tümevarımlar yapıyor buna da determinizm deniyor sanırım. Az önce birine "içiyorum ve şu anda sonra söylediğim hiçbir şeyin sorumluluğunu kabul etmiyorum" demiştim. Yine aynı cümleye sırtımı dayamak istiyorum çünkü saçmaladığım konusunda paranoyalarım var.

Öyle bir gündü işte bu da. Onun tanıdığı x'in y'nin beraber olduğu g'nin sevdiği bir a'sı olduğunu farkedince şaşırdım. Hala şaşırmaktayım. O şaşkınlıkla bu halimle yapacağım en mantıklı yorumlar bunlar oldu. Yazıp saçmalayayım istedim.

Sanırım herkes kendi yaptığından sorumlu bu hayatta. Annemi sorguladığım kadar kendimi sorgulayabildiğim zamanlar yakın. Korkuyorum. Ama ayaktayım ve zırhlarımı itinayla çıkarıyorum.

Kalbinizi koruyun...

Tam da alakasız bir yazıda bu zamana kadar bir kez hissetmiş olduğum bir hissi tekrardan yaşıyorum. O sırada "Becel! Kalbinizi koruyun!" diyor birisi. Bense o sırada kalbimin saçma sapan bir yere takılı kalmasından muzdarip, acılarla oturuyorum. O benim canımı yakıyorsa ben neden onu koruyayım diyorum ve bir sigara yakıyorum.

Cumartesi, Şubat 02, 2008

"... still it's nowhere to be found..."

Ne yazacağımı bilmiyorum. Ama en çok ağlarken bir şeyler yazmak istiyorum sanırım.

Tam yatacakken "We Can Have It" eşliğinde eski arşivleri şöyle bir gözden geçirdim de. Doğru bir şey yapmamışım sanırım. Hala ekrandaki mavili yer birinin üzerinde duruyor. Hala o biri geldiğinde bir ses beni uyarıyor.

"It won't ever be what we want" diyor şarkı. Daha ne diyebilir ki zaten?

Uyanmam lazım.

Cuma, Şubat 01, 2008

Over the Pond

Bu şarkıyı dinlememiştim herhalde uzunca bir süredir. iTunes'u her açtığımda grubun isminden dolayı en üstlerde duran bu şarkıyı bugün dinleme cesaretinde bulundum. Tamam itiraf ediyorum, messengerımdaki isimlerden birinin penceresini açıp açıp kapıyorum. O son sözü görüyorum: "maalesef". Gerçekten "maalesef" ama.

Neyse işte bugün dinledim bu şarkıyı. Az önce bitti. Yalnız başıma evde olmak bazen korkutuyor beni. Sorun şu ki, depremden, ondan, bundan değil, kendimden korkuyorum. Kendimle konuşmaktan korkuyorum. Kendi yalnızlığımda salonda otururken, bazen sesli düşünüyorum. Özellikle de içsesimi bastırmam gerektiği zamanlarda oluyor bu.

Bazen gülümsüyorum bir şey anımsayıp. Uzun süre farketmiyor olmalıyım ki, neden gülümsüyorum ben diye farkettiğimde, unutmuş oluyorum nedenini. Sonra sonra farkına varıyorum nedenini. Bir fotoğraf, bir şarkı, bir kokuda kilitli kalmış bir şeyleri anımsamışım ondan.

Geçende Nevizade'de dolanırken, o son mekanın önünden geçerken ne hissedeceğimi şaşırmıştım. Esther ise bizi onun karşılarında bir yere götürmüştü. Onun da canı yanıyordu o aralar. Bana bizi götürdüğü yerde tanıştıklarından bahsetmişti. İçeri girdiğimizde dönüp "hangi katta ve nerede oturalım?" diye sorunca verdiğim cevap aslında kendi adıma yanlış yerde olduğumu anlatıyordu. Şöyle demiştim:

- En çok neresi acıtıyorsa orada, o katta.

17-07-07 tarihinde saat 14:32'de dinlenen bir şarkı var. İki kişinin beraber sokaklarda dolanarak, birbirleriyle sarmaş dolaş dinledikleri bir şarkı olacaktı bir yerlerde. O şarkıyı o zamandan beri hala dinleyemedi o iki kişiden biri. Diğerinin ise anımsadığı şüpheli.

Múm konseri varmış. Heima gösterime giriyormuş -thx to haavi. Gitmeli görmeli.

"you say it must hurt, i know and it does..."

"... We are still ab so lute ly quiet shhh"

Son gelişmelerden sonra garip hisler içindeyim. İyi bir şeyler olacak. Susan da öyle demiş.

"Sen olmadan hiçbir şeyin anlamı yok" diyor bir kız tvde olanca duygusallığıyla. Farkında bile olmadan dönüp kahkaha atıyorum ben de. Sonra kendimden korkuyorum. Ama her seferinde o kadar saçma geliyor ki bu tür sözler. Hepsi safsatadan ibaret sanki. Kendi eksikliklerimizi kendimiz karşılayamadığımızı farkedip, bu eksik tarafları başka birilerinde görünce, yapışıveriyoruz o insana. Muhtaç kaldığımız için de böyle sözler söylüyoruz.

Hep aynı hikaye işte. Biri birine aşık olur, diğeri ona aşık değildir. Sevmiyordur bile hatta. Ama seven taraf karşısındakinin eksiklerini kapatacağım diye elinden geleni yapar çünkü aslında onu sevmeyen birine kendini sevdirmeye çalışarak bir tür "challenge" eylemini gerçekleştirmek ister (ayrıca klişe ama kaçan kovalanır vb...). Sevmeyen taraf ise onu delice seven taraftan istediklerini alabilmek için kendini onu seviyor olduğuna inandırır. Hem böylesi ilişki bittiğinde daha iyidir. Bilinçsizce, ileride ilişkiyi bitirdiğinde bunun vicdan azabını çekmemek için kendini gerçekten sevdiğine inandırır kişi. Bu şekilde sevmeyen taraf seven taraftan istediklerini alana kadar sürer gider her şey. Her şey bittiğinde ise "seni sevdiğimi sanıyordum" denilir. Yapılan her şeyden el etek çekilir. Masum masum hayata devam eder sevmeyen taraf. Seven taraf ise bir süre çılgınca kendine eziyet eder genelde. Neden o zaman bitirmemiştim, niye bunu yapmıştım diye kendine kızar durur. Çünkü şöyle bir geriye baktığında sırf ilişkiyi sürdürmek için neleri feda ettiğini, kendinden nasıl ödünler verdiğini görmüştür.

Aslına bakılırsa o da, karşısındaki onu sevmeyen insanla aynı şeyi yapmıştır. Onu sevmeyen insan belki kendisini ve karşısındakini kandırmıştır her "canım" dediğinde. Ama o insan en azından kendinden hiçbir şey vermemiştir ilişkinin devamı veya karşı tarafın huzuru için. Seven insan ise kendini aldatmış olmanın verdiği çöküntüyle yüzleştikçe yüzleşir ilişkinin her anının tekrarı ve her iki tarafın da hayaletleriyle. Asıl özünü ilişkiye yansıtmaması bir yana, ne istediği gibi bir sevgi yansımıştır ona, ne kendini seviliyor gibi hissetmiştir adam gibi ve tüm bunlara rağmen sürekli kendinden eksiltmiştir. Aslında salt suçlu olanın onu sevmeyen taraf olmadığını ve kendisinin ona seve seve suç ortaklığı yapmış olduğunu farkeder.

Ama yine de bu senaryoda bir nokta var ki, o aklıma geldiğinde tüm suçu sevmeyene atıyorum. İlişki esnasında karşı tarafın onu sevmediğini en yoğun halde hissettiği o anlarda içine bir damla umut akıtılan seven taraf, tam da sevmeyenin enjekte ettiği bu umut yüzünden benim gözümde temize çıkıyor. Çünkü o umut tam da "o beni sevmiyor, sevmeyecek de; bitsin bu ilişki" dendiği anda kana karıştırılıyor. Bir anda tüm düşüncelerin seyri değişiyor. "Olabilir aslında evet oluyor gibi hatta" diyor sevilmeyi bekleyen kişi. Ama eminim ki bu umudu veren tarafa bu söylense hemen cevabı şöyle olacaktır: "Ben onu sevdiğimi düşünüyordum ama o zamanlar". Şu anda neredeyse tüm dünya milletlerinin muzdarip olduğu korku politikası benzeri bir şey bu da. Hepimiz biliyoruz ki dış dünyanın onlara saldıracağı hissi yaratılarak insanlar Bush'u seçti Amerika'da. "Nasılsa o bizi korur; her gördüğüne terörist diyor; silah endüstrisi aldı başını gidiyor, e silahımız varsa güçlüyüzdür zaten; allahın demokratı böyle mi yapar?" diyerekten hem de. İşte bu da elindekileri veya ona vaadedilenleri korumak, sahibiyetin devamlılığını sağlamak için en olmayacak şeyleri söyleyen, kendini görmezden gelen veya gelmiş gibi yapabilen sevmeyen tarafın karakteriyle ilgili yapabildiğim en iyi açıklamadır herhalde. Ve ben Bush'a tekrardan başkan seçen Amerikalıların sonuna kadar cezalandırılması taraftarıyım. Sanırım kimin tarafında olduğum belli.

Velhasıl, korku kötü bir şey. Bir ustanın dediği gibi "fear leads to anger, anger leads to hate, hate leads to suffering and suffering is the first path to dark side". O halde korkuyla başlayan, devam eden ve biten işlerden hayır gelmiyor diyelim. Korkaklardan uzak duralım ki bize bulaştırmasınlar içlerindeki o hastalıklı hissi. Hala her şeye rağmen korktuğumuz her şeyin içimizden geçmesine izin verelim ki bizi geçip gitsin. Ondan kaçmak yerine durup içimizden geçip gitmesine izin vermek daha makul bir çözüm gibi gelmekte bana. Çünkü onunla yüzleşmedikçe, onun karşısında zırhlarla durduğumuz müddetçe o daha da büyüyecek ve bir gün mutlaka bizi ele geçirecek eskisinden daha da güçlü haliyle.

O yüzden sürekli taraf değiştiren düşüncelerimle şu anki ülke gündemini yorumlamaya çalıştığımda, bazen laik kesim denen (bazen demokrasi aracılığıyla teokrasiye geçiş yapacak tek ülkenin biz olduğumuzu düşünüyorum maalesef ve hatta yakında şeriat gelsin mi gelmesin mi diye bir referandum yapılacak gibi geliyor), polarizasyonun en alasını sırf bu tanımla yaşıyor olan insanların korkusu haline gelen türban konusunu bazen "bırakalım herkes her istediğini giyinsin, çıkarsın bakalım rahat bırakınca hala takmak isteyecekler mi" derken, bir yandan da izin verilmesin ve türban takmayı tercih etmiş veya ettirilmiş kadınların aklındaki Allah korkusunu önce yoketmek lazım diyorum. Onu yaparsak her sorun çözülecek çünkü ama maalesef dünyada din kadar güçlü başka bir politika veya düşünce sistemi yok. Halbuki yaratana inanıyorsanız, ondan korkmak neden? Sevmek gerekmez mi? Sevgi de başı kıçı kapatmakla gösterilmez, ancak diğer yaratılanları severek mümkün bu. Tam bu esnada aklıma gelen bir sahne oluyor işte: "Perfume: The Story of A Murderer"ın kimin eli kimin cebinde sahnesi (başka türlü anlatamadım spoil etmemek için). İlginç çalışıyor insanın aklı.

Halbuki türban taktıkları için eğitim haklarından olan o kadınlar keşke bir yerlerde toplanıp, kafalarımızdakini siyasetinize alet etmeyin, biz sadece hakkımızı istiyoruz deseler. Erdoğan çıkıp da türbana siyasi sembol dediğinde "hadi ordan" diye tepki verseler. Öylesi hem onlar hem de ülke için daha rahat olurdu.

Biraz akıl fikir diliyorum insanlık ve kendim için.