korku etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
korku etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Temmuz 05, 2008

Fortified Emptiness

Bugün canım yanıyor biraz. Tüm günün hafif huysuzluğuyla eve geldiğimde sinir küpü olmuş haldeydim. Nedenini bilmiyorum. Biliyorum da bilmiyorum veya bilemiyorum...

Yeni bir şeyler dinlemeye çalıştım, ona buna sataştım, yine de geçmedi bu halim. Gelirken de akşam eve, yeni ay varmış onu gördüm. C. de dedi zaten yeni ay var diye. Yeni olan ay dışında hiçbir şeyin yeni olmaması çok canımı sıkmış olmalı ki, az önce çamaşırları sererken dinlediğim müziğin de etkisiyle bir anda ağlamaya başladım. Sonra Paul miyavladı, ben buradayım der gibi. Durdum bir anda. Ona bakıp gülümsemeye başladım. İyi ki var.

Pek iyi olmayacağım sanırım bu aralar. Hayatımı gitgide daha da darlaşan bir çemberin içine hapsetmiş oluğumu düşünüyorum. Her şeyi yalnız başıma planlıyorum. Her şeyi hep böyle olacakmışım gibi düşünüp, ayarlıyorum. Bazen hayatımı gereğinden fazla tek başına yaşanılacak bir hale getiriyorum sanırım. Her şeyi gereğinden fazla mı yapmak zorundayım diyorum hatta. Hayatıma aldığım ne varsa onları gereğiden fazla seviyorum, gereğinden fazla önemsiyorum, gereğinden fazla nefret ediyorum, gereğinden fazla hep işte... Gereği nedir ne kadardır onu kestiremiyorum. Bilen varsa söylesin lütfen.

Önümde I'm Not There yazan bir cd görüyorum sonra. Keşke orada olmasaydım dediğim zamanlar geliyor gözümün önüne. Bugün sabah aklıma gelen şeyleri düşünüyorum. Önceki ilişkilerinden kalan korkularıyla başedemeden başkalarını hayatına dahil eden insanların hastalıkları onlara da bulaşabilir noktasındaki düşüncesizliğini Aids olduğunu bile bile karısıyla yatan adamlarınkine; sonra da karşısındakinin korkularını bile bile yaraları sarabilmek ve daha da mutlu olabilmek için ellerindeki sevgiye güvenen ve tutunan insanların aptallığını da "Bize bir şey olmaz" diyerek hastalıklı kadınlarla yatıp kalkan adamlarınkine benzetiyorum. Her iki tarafa da ayrı ayrı sinirlenerek, geceyi kapatayım diyorum.

"Oradaydım maalesef ama beni daha da endişelendiren ve üzen şey burada olamamam."

Pazar, Haziran 29, 2008

"... the faces of people goin' by..."

Hep aynı şey oluyor. Aynı şeyleri yazmaktan bıkıyor insan bir süre sonra. Ama içimde bir şeyleri ifade etmek gibi bir istek var. Ortada ifade edilemeyen bir şeyler olmalı diye düşündürüyor bu da. Düşünndürüyor da bir şey mi oluyor? Hayır! Yine aynı bomboş bakıyorum ekrana ve yazıyorum.

Bugün Zach Braff'ın oynadığı ve Y.'den aşırdığım filmlerden biri olan The Last Kiss'i izledik. Film 29 yaşındaki bir adamın sevgilisinin hamile olduğu haberini kızın ailesine vererek başlıyor. Hayatının hep belli bir sıraya göre ilerlediğini ve beklenmedik hiçbir şeyin hayatına girmemiş olmasının verdiği sıkıntıyla canı sıkılan karakterimizn başına gelen ufak tefek olaylar dizisiydi film. Sorumluluk almaya hazır olup olmadığını sorguayan, her şeyi olduğundan daha fazla sorgulamaya alışmış eğitimli kafaların gereksiz düşünme hastalığına dair bir filmdi. Hak verdim tabii, hatırlıyorum 2 senelik sevgilimle beraber son zamanlarımızda bir kez rüyamda onunla evleniyor olduğumuzu görüp nefes nefese uyanmıştım. O ne olduğunu sorduğunda gözleri açık halde hala rüyanın etkisinde olan ben dönüp "senle evleniyorduk ya" demiştim başıma en büyük gelen en büyük felaketi anlatırkenki ses tonumla. Evet hepimiz hastayız sanırım. Velhasıl filmi Zach Braff olmasa izlemezdim zaten izlemiş olduğumu farkederek ama kendisinin gönlümdeki yeri apayrı tabii. Sırf onun hatırına zamanında L'Ultimo Bacio adıyla izlediğim bu İtalyan asıllı filmi bitirdim de denebilir. Yalnız değildim tabii. U. da vardı yanımda. O da "Ee yani?" dedi film bitince. Ee yani cidden...

Bu aralar yine tonla şey geçiyor aklımdan ama hiçbirinin ucundan tutup bir yere sürükleyemiyorum zira kendileri benden güçlüler sanırım. Artık benim güçsüzlüğüm müdür onları güç sahibi olmasından mıdır bilmiyorum ama bu durum bende son derece büyük bir kafa karışıklığına neden oluyor. Hatta öyle ki, gün içinde beni görenler "İyi misin?" diye soruyorlar tuhaf ve meraklı bir tonla. Ben de her seferinde "İyiyim tabii niye ki?" diye soruyorum. Uyuyorum sanki sürekli bu düşünce bulutlarının içinde. Uyanırsın beni biri rica ediyorum.

Ha bir de bazı normal ötesi şeyleri zamanla o kadar normal ve standart olarak bellemişim ki arada kendimi dinleyebildiğim zamanlarda bazen sessiz bazen de mırıldanarak öyle şeyler söylüyorum ki aklım almıyor. Durduk durmadık yerde aklımda sorun yaratan şeylerle ilgili acaip dilek ve isteklerimi dile getiriyorum. Sonra pişman bile olmuyorum. Sorun da bu sanırım. Eskiden ne yapıyorum deyip kendimi durdururdum. İstediklerimi editlerdim etik metik diyerek. Şimdi öyle bir kaygım da yok cidden. Ama eskiyle kıyasladığımda kendimi ne çok değişmiş olduğumu görüyorum. Değişimin yönüyse hiç hayırlı değil. Demiştim Dark Side'a geçmeye başladım diye sene başında da.

Arada da ne kadar takıntılı bir insanım diyorum. Takıntımın boyutlarını öğrenmem her zaman can sıkıcı durumların sonucunda oluyor. Acaip şeyleri anımsıyorum. Mesela biri hayatımda değil diyelim. O insanı belli bir süre masif halde özledikten sonra (-ki özlemek benim için çok ekstrem bir his, nasıl ve ne şiddette ve miktarda bir sevgiden kaynaklanıyor limitlerini kestiremiyorum. Sanırım çok büyük olmalı ve çok uç olmalı bir şeyler) o insanla ilgili masif olarak özlediğim insana odaklanmaktan kaçırdığım ayrıntılar aklıma geliyor. O ayrıntıların arasında gülerken çıkardığı sesler veya çantasının üzerindeki bilmemneler olabiliyor. Ve aradan aylar yıllar geçmiş olsa da bu ayrıntıları o kadar süreden sonra anımsadığım için sanki daha az önce yanımdalarmış da bundan sonra onları hiç görmeyeceğim bir durumda benden uzaklaşmışlar gibi geliyor. O noktada da en az o insanı bir daha görmeyeceğimi farkettiğim o ilk andaki kadar üzülüyorum. Bu böyle hatırladığım her ayrıntı için yaşanıyor tarafımdan. Çok hastalıklı değil mi?

Ayrıca buradan şu güzel Overdub'ın şu Radiohead bootleg'ini dinleyin ve şaşı bakıp şaşırım. Ma'ya teşekkür ederim çok. Duyuyordur herhalde beni sayın Akrep adamı.

İyi geceler efem.

Pazar, Şubat 24, 2008

"Love's an harmony, desire's the key"

Yine bir Pazar gecesi, eve yorgun argın geldim. Bu hafta üçüncü kez kendime giyecek bir şeyler aldım. Bu seferki Çarşamba günü için özel ama. Salı günü İstanbul'da Gümüşsuyu'na adımımı atacak olduğumu bilmek pek bir mutlu etmekte beni. Bu sefer bebek'te tek başıma bir kahvaltı yapmayı planlıyorum Çarşamba sabahı. Oradan da artık nereye gideceksem oraya...

Bugün yine bomboş bir gündü. Hiçbir şey hissetmeden gayet yorgun argın yapılan derslerden sonra kendime geldim. Nasıl geldiğimi soracak olursanız Lost'un son bölümünü izledim nihayet. İlginç bir bölümdü ki zaten hangi bölüm değil ki? Artık üzerine yorum yapmayıp sneak peak'lerini bile izlemediğim bir hale geldi dizi benim için. Gerek yok zira kendiliğinden ilerliyor her şey. Yorumları da okumuyorum eskisi gibi. Kafamı ona yoramayacak kadar akıllıyım. Tembel mi demeliydim acaba? Hmm...

Tv'de War of the Worlds var. İlk izlediğimde hoşuma gitmişti ama şimdi arada bir göz ucuyla bakıyorum filme. Pek bir vasat olmuş aslında. Eskiden gece yatmadan önce kendime yarım saat ayırırdım yatakta. Küçükken ne kadar da korkusuzmuşum diyorum bazen. Uyumadan önceki o yarım saatte gökyüzüne bakıp uzaylıların veya vampirlerin beni gelip almasını isterdim. Geceleri kalkıp balkona falan çıkardım. Şimdi balkona çıkmak bir yana bazen camdan sokağa bile bakamıyorum geceleri saçma sapan paranoyalarla. Kafamın üzerinden geçen uçan her şeye karşı anlamsız bir korku var içimde. İnsan bilmeden ne rahat yaşıyor oysa ki. Bilinçaltımda bu korkuya dair ne varsa sildirmek isterdim sanırım. Böylece bu aralar sıkça gördüğüm o yorucu kabusları görmezdim.

Yarın yine gide gele anlamsızlaşan o havaalanı yolunda geçireceğim günümün bir saatini. Güzel müzikler dinleyeceğim yine. Uyuyabilirim bile yolda, o derece.

Dinleyeceğim müziklerin arasında Lykke Li diye çok hoş müzikler yapan güzel sesli bir kadın vardı bana önerilen. Tam buradan indirilebilir. Hiç çekinmeyin.

Son olarak "E. yanlış biliyor/hatırlıyor. Alakası yok"muş.
Peki.

Çarşamba, Şubat 13, 2008

"it's on again, off again, on again..."

Günlerdir bir türlü uygulamaya geçirmediğim fikirleri aklımdan geçirip duruyorum. Bazılarını revize ediyorum, düzeltiyorum ama yine de pratiğe dökebilecekken yapamıyorum. Sanırım henüz hazır olmadığım şeylere kendimi zorlamamam lazım. Yineliyorum kendimi ama evet, korku bulaşıcı bir şeymiş.

Bu pasif agresif tavrımla kimse beni beklemesin, kimse bana bulaşmasın istiyorum. Daha iyi anlıyorum; ağızdaki tadı da, içindeki terkedilmişlik hissini de... Daha kötü oldukça iyileşiyorum. "Down is the new up" hem.

Rüyamda bir nişte oturmuş aileme ve arkadaşlarıma bakarken yaşadıklarım artık umut verici çünkü artık rüyalarımda ona dair olanlar birbir yok oluyor.

Onun dışında her şey aynı. Lost'un ikinci bölümünü izledim. Benjamin'in hastası olduğuma yine kanaat getirdim. Artık adamın Google olduğunu düşünüyorum ciddi ciddi. Ne oluyor ne bitiyor, kimin sülalesinde nolmuş, kim hangi okula gitmiş, her şeyi biliyor. Her şeyi bilen adamlara karşı zaafım var, evet.

Bazen insanların ne kadar çabuk hayatlarını birileriyle beraber geçirme kararı aldıklarına şaşırıyorum. Kriterleri nelerdir bu insanların onu merak ediyorum. Hangi noktadan sonra böyle bir karar alıyorlar? Bu karar nasıl eşzamanlı olabiliyor? Eşzamanlı olmuyor ise nasıl oluyor da oluyor? Sanırım sorgulamaya vakit bile bulmadıkları bu süreçle ilgili bu sorulara bu sorgusuz sualsizlik nedeniyle cevap veremezler. "Pace is the trick" tabii bir Paul'un dediği gibi.

Bense koca bir rüyadan uyanmış olarak hayatıma birkaç aydır devam ederken, artık kimseye güvenemiyor olmanın ayıklığında saçma sapan sorular soruyorum kendi kendime. Halbuki hiçbirinin cevaplanması gerekmiyor. Eskiden benim için de her şey sorgusuzca gelişirdi. "Kendiliğinden, doğal ve sürtünmesiz" derdim ideal ilişki denen şeyin hayatımdaki sözsel karşılığının ne olduğu sorulduğunda. Hiçbir zaman güvenmek sorun olmamıştı hayatımda bir ilişkiye başlarken veya esnasında. Güvendiğimi hissetmem gerekmiyordu biriyle beraber olmam için. Güvenmek ilişki için çok gerekli bir şey değildi. Ve zaten güvenmeyeceğim insanla yanyana duramayacağımı bildiğimden kendiliğinden taa ilk başta elenirdi o insan. Farkında bile olmazdım...

Sonra nasıl olduysa, birisi çıkageldi ve bu durumu kökten değiştirdi. Güvenmemem gerekiyormuş sonradan farkettim. Çok sonradan... Nasıl olup da bu kadar rahatken, bu kadar güvensiz hale geldim bilmiyorum. Kendiliğinden olan o hissin beni yanılttığını gördüm sanırım artık ve bundan sonra her şey daha da zor. Kimseyi yanıma yaklaştırmıyorum, kimseye güvenemiyorum. Sürekli kinik gözlerle başkalarını süzmek hiç adetim olmadığı halde, bu en belirgin özelliğim oldu. Bilmiyorum ne olacak... Zamanında canımın çok yandığı başka bir zamanda, artık daha fazla canımın yanmayacağını bildiğim o zamanlarda bile "güven" bir sorun değildi. Canım o zamanlardaki kadar yanmadığı halde neden bu noktaya geldiğimi düşünüyorum ara ara. Diyorum ki, sakin ol. Herkes yanlış yapabilir. Ama hayır, ben böyle bir yanlış yapamazdım. Algılar yanıltır, her zaman sezgilere bırakmak lazım derdim işi. Algılarım "güvenme" derken, tam tersini söyleyen sezgilerime kulak vermiştim oysa ki ve evet bu sefer sezgilerim yanılttı beni. Sanırım bu sorgulamayı ilk kez bana yaptıran bu ilişki salt bu yüzden en başından yanlıştı.

Öte yandan kendi içsel sistemime bu kadar güvenimi yitirmiş olmam iyi bir şey değil. İnsanlara şans verme ve en önemlisi de kendi kriterlerime güvenme yetimi geri kazanmalıyım. Zamanla olur umarım... Biraz müzik, biraz kar lazım. Biraz da cesaret tabii... Eskiden C. bana korkakları hapse tıkmalı demişti. Çok abartıyorsun demiştim. "Fear leads to anger, anger leads to hate, hate leads to suffering and suffering is the first path to dark side". Tam da bunu örnek vermişti. Çok haklıymış. Kendimi içerilere tıkasım var şimdi bu yüzden. İçimde bir oda var bir süre önce tekrar açılan ve kırmızı renkli duvarları olan; o odaya hem de.

"we thought you had it in you
but no, no, no
for no real reason"

Pazar, Aralık 09, 2007

"Open your eyes"

Vanilla Sky'ı ben izlemesem, o beni buluyor... Birisi aramızda özel bir bağ olduğunu söyledi filmle ben 5 Aralık sahnesinden ve arkada çalan Agaetis Byrjun'dan bahsedince... Bir anda bu özel bağlardan ne kadar korktuğumu farkettim artık. Kimseyle özel bir bağ olmasın istiyorum aramda. Şarkılarım ve sevdiğim filmlerim dışında hiçbir şeyle bağ olmasın... Her şeyin canı cehenneme diyorum artık; nasılsa ben demesem onlar diyecekler, adım gibi biliyorum.

Korku bulaşıcı bir şey. Ben birinden kaptım, kimse benden kapmasın diye kendimi karantinaya aldım.

"You are coming inside.

But if this turns out to be a big mistake...

I do have the ability to fall out of love with you..."

Bu da günün sözü olsun. Unutmayalım. Unutmayayım.

Perşembe, Temmuz 26, 2007

Together We Will Live Forever

Bugün hayatımda görebileceğim en güzel filmi izledim herhalde.

"The Fountain"...

Kelimelere nasıl dökebilmişim, buna nasıl cesaret edebilmişim ekşisözlük'te inanılır gibi değil ama insan dayanamıyor bir yerlere akıtması gerektiğini hissediyor filmden sonra içindekileri. Yanında sevdiği bir adam istiyor bir kadın, eminim bir erkek de yanında sevdiği kadını arıyordur. Hayatımda başlayan ne varsa bu filmle başlasın bu filmle bitsin istiyorum. Durup durup sigara yaktıracak, durup durup Clint Mansell'in Together We Will Live Forever'ını dinletecek, yapılan herhangi bir aktivitenin arasında kendine boşluklar yaratıp düşündürebilecek bir film bu.

Olmasını istediklerim ve olanlar diye ikiye ayırdığım, kimselerle aslında hiçbir şeyimi paylaşmadığım bu uzun zamanda, bu filmin benimle paylaştıklarını, bana tuttuğu aynanın nasıl da pürüzsüz ve berrak olduğunu nasıl anlatırım... Keşke bir yolu olsaydı.

Artık "olmasını istediklerim" diye bir klasör istemiyorum hayatımda. Ya olsunlar ya da olmasınlar diyorum içimden film bittiğinden beri. Ya olsunlar ya da olmasınlar. Evet.

İçimden akanları nerelere boşaltırım, o "hayat ağacı"ndan kim ne kadar içine akıtmak ister benden çıkanları bilmiyorum da. Kendi çözümsüzlüğüyle boğuşmaya çalışan biri olmaktan da sıkıldım çünkü. Biri çıksa artık "finish it" dese keşke... O biri öyle biri olsa ki sesini bana duyurabilecek kadar güçlü, sesini duyabileceğim kadar benden olsa.

Geçmişimle boğuşmayı bıraktım derken, şimdiler ve geleceklerle uğraşmak zorunda kalmak beni fazlasıyla yoruyormuş onu farkettim az önce de... Uğraşılacaklar listesinden hayatımın bu kadar içinden, "ben"den bir şeylerin olmasını da istemiyorum.

O da artık -ki buraları da okur o; bilir o kendini hatta, şimdilerde olsa, başka yerlere kaymasa. Buralarda yanımda bir yerlerde dursa. Ama her şeyin zamanı var oysa ki... Şimdilere, buralara gelmek için hesap kitap yapmak lazım eskilerle oturup. Bakalım...

Bir gün de bir şeylere feci halde takılıp kalmaktan korkuyorum aynı bazı şeylerden yakın zamanda korktuğum gibi. O korkular şimdilerde bu korkulara yol açtı işte... Biliyor olmak; öngörebiliyor olmak ne kötü bazı görüntüleri; bazı kokuları, tatları önceden hissedebiliyor, algılayabiliyor olmak ne sıkıcı... Ama ne çekici...

Neyse, daha fazla zırvalamadan artık bitireyim ben bugünümü.

Yeni bir günde bana bir film tarafından tutulmuş olan aynanın yalın parlaklığında kararlar diliyorum kendime. O kararları uygulayabilecek irade ve güç aynı zamanda.

İyi geceler.

Salı, Haziran 26, 2007

Temmuzböceği

Daha temmuz gelmeden ötmeye başlayan bir ağustos böceği gibi sinir bozucu ve manasız olmaktan korkuyorum.