Rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Kasım 03, 2010

En Kötü Pazar'ımız Böyle Olsun

Tam da Türkiye'de ailelerin çocuklarına uyguladıkları baskılardan bahsetmişken,

bu çocuklar
dünyanın en mutlu çocuklarıydı
çünkü aileleri 15 derece havayı değil de güneşi kaale alıp
onları bu kılıkla Bebek Parkı'nın orta yerine bırakmıştı ve tabii ki Türk değillerdi.
Bundan hemen önce biz rengarenk balonları takip ediyorduk. Birkaç tanesini de yemiş olabiliriz.

Aa unutmadan: Amin.

Cumartesi, Mart 28, 2009

"And baby, my heart's been breaking"

Kimse bilmez ama benim mor battaniyemin altında çok şeyler olup bitiyor. Fesatlık yapmayın lütfen, hemen anlatıyorum son olanları.

Bugün çok acaip bir rüya gördüm. Bradford Cox benim evime geliyormuş. Cymbals Eat Guitar'ı (bir yazı yazmaya başladım da dün onlarla ilgili, burada da edeceğim iki çift lafım olacak) nasıl Deerhunter'a benzetirsin diye konuşuyordu bırbır. Ben de dinletiyordum, bak valla benziyorsunuz diyerek. Sonra ben birilerini çağırıyordum eve. Hep beraber eğleniyorduk. Sonra ben konser vermelerini ve benim bu konseri organize edebileceğimi söylüyordum. O da olur valla gibi hevesli bir tepki veriyordu. ben de başlıyordum çalışmalara. O sıradaysa birileri bizi bir sinirlendirdi ve ayrıldılar yanımızdan. Ben tam o anda uyandım ve uyanırken "Hep o gerizekalı yüzünden işte ya" diye bir şeyler söylendim kendi kendime. Güldüm sonra yüzümü yıkarken durumu farkederek.

Zamanında pek bir sevdiğim gruplardan Placebo geliyormuş. Brian'ın o güzel suratı için gideyim diyorum bu sefer.

Interpol dinlemekten had safhada zevk aldığım dönemlere dönüş yaşıyorum. Bugün The New ile Leif Erikson'u birkaç kez dinledim gelirken eve. The New'ı ilk gerçekten farkettiğim zamanlara dönüş, sonra otobüsün bir kasis üzerinden geçerken beni hoplatmasıyla dünyaya geri dönüş. Yüzümün aldığı şekli merak ettiğimden iPod'un etinden sütünden faydalanırcasına bir hamleyle arkasını çevirip ayna olarak kullanmak ve gördüğüm görüntüden hala ve nasıl oluyorsa hala memnun olmamak. Sonra sözlerin ne kadar gerçek olduğunu farketmek yine bilmemkaçıncı kez ve durağa geldiğimi farkedip inmek. Temiz havayla kendine gelmek. Şu paragrafın üzerine buraya The New eklememek olmaz tabii.

Interpol - The New


Garip haberler, ordan burdan duyulanlar ve gördüklerim bana içimde yaşayan ama bu zamana kadar farketmediğim o yaratığı gösterdi. Haleluya!

Cuma, Aralık 12, 2008

Friday 5th: Goodbye Poetry

Sabahtan beri bir Squarepusher'ın Iambic 5 Poetry'sini bir de iLiKETRAiNS'in muhteşem Friday - Everybody Goodbye'ını dinleyip duruyorum. İkisi de dinlenirken aynı türden başka bir şarkıya geçiş imkansızlaştı bugün. İkisi ne alaka tabii ama olsun. Seviyorum, siz de dinleyin.

Günlerdir yaptığım tek şey akşama kadar evin muhtelif yerlerinde zaman geçirmek, ev içinde yapılabilecek her şeyi yapmak ve gece de kardeşimle oturup film izlemek olduğundan yazacak bir şey bulamıyorum. "I'm not living, I'm just killing time" hesabı ama literally ve depresyon çağrışımlı olmayanını yaşıyorum şu anda.

Güzel müzikler de dinliyorum tabii ama bu kadar tatil sıktı beni epey sanırım. Tatil sonrası işime gücüme asılacağım iyice. Bu iyi bir şey tabii... Biraz da isteklerimi gözden geçirsem ve onları uygulamaya koysam artık fena olmayacak ama neyse...

Haftalar geçiyor ve ben sigara içmiyorum. Aslında şöyle içiyorum... Ama eskiden her gün bir paket alırken artık paket almak bir kenara, gidilen yerlerde kahve veya içki eşliğinde bir hadi bilemedin iki sigarayla günü kapıyorum. Aklıma bile gelmiyor oluşu şahane sigaranın. Bir de Djarum Black almıştım 1,5-2 hafta oluyor, onu arada yarım yarım içip söndürüyorum. Hala paketin içinde on tane duruyordur. Gurur tablosuyum adeta!

Zeitgeist'i izlemek gerek. İkincisini de izlemek gerek. Sorgulamak da gerek tabii. Olsun, izleyin henüz izlemediyseniz.

Bazen bazı kokular geliyor burnuma. O kadar ilginçler ki... Sonra rüyalarım yine sapıttı. Bir süredir ne güzel istediğim gibi her şey rüyalarımda derken, yine absürd görüntüler, istenmeyen hisler deneyimliyorum. Hoş değil ama neyse ki çabuk geçiyor kötü tatları. Dudağıma naneli rujumsu şeyden sürüyorum ve soluduğum nane ve dudaklarımdaki buz gibi his beni kendime getiriyor her seferinde hiç geç kalmadan.

Çok sıkıldım yazı yazmaktan yine bu ara hep olduğu gibi. Görüşürüz yine.

Salı, Ekim 07, 2008

İlişkilerin Doğası Üzerine Bir Adet Saçmalama

4 Months 3 Weeks 2 Days'den bir adet bebek, The Days of Abandonment'tan bir adet sürüngen, Bin Jip'ten görünmezlik, bir de son olarak yapmak istenilenler... Hepsi bilinçaltından çıkıp rüyalarda cirit atıyorlar. Üstüste birkaç film izleme özelliğini yeniden kazanan bir insan oldum çıktım ve rüyalarım son zamanlarda ansızın değişiverdi.

Bugün sabahki derslerimden sonra eve geldiğimde saat 3'tü. Müzik dinlemeye başladım ve bugün dışardayken shuffle'da harikalar yaratmış olan iPod'umdan aklımda kalan ve aylar önce arşivime eklenip kendi halinde bekliyor olan Dustin O'Halloran'ın "Opus"larını dinledim durdum. Yalnızken dinlenebilecek en ideal isimlerden biri haline geldi kendisi hatta.

Sonra akşama U.'u yemeğe çağırmıştım. Onun için hazırlıklar yaptım. Yaparken nasıl olduysa aklım sanırım Man Stroke Woman'dan yola çıkıp -ki diziye hangi ara sıçradı düşüncelerim hiç hatırlamıyorum- kadın-erkek ilişkilerine geldi. Erkekler her zaman - hatırladım nereden o noktaya uçtuğumu şimdi ama yazmayacağım sanırım- kadınların "arıza" olarak nitelendirilen eğilimlere sahip erkeklere aşık olduğunu sonra da üzüldüğünü ama nedense hiçbir zaman akıllanmadıklarını düşünürler. Daha geçen gün yazdığım bir yazıya gelen yorum da bundan bahsediyordu. Velhasıl ben şöyle bir sonuca vardım -ki ne kadar doğrudur veya ne kadar yaygındır bu bilmiyorum ama kendimle ilgili ilginç bir ayrıntı olduğu için buraya da yazayım istedim; eğer bir kadının gözünde çizilen erkek imajı "default" olarak arıza ise, yani demek istediğim eğer bir kadına erkeklerin özellikleri sorulduğunda, "hepsi aynı, şöyle böyle bıkbıkbık" şeklinde ifadelerle yakınıyorsa, bu tanımın "default" olmasından kaynaklanarak karşısına çıkan erkekleri de buna göre kategorize ediyordur. Bu kategorizasyon sırasında eğer tanıştığı erkek, erkeklerle ilgili baştan kabul ettiği o tanımlara uyuyorsa tanımdaki olumsuzlukları standart erkek özelikleri olarak kabul ettiğinden dolayı, bu arıza eğilimleri taşıyan erkeği ancak erkekten sayacaktır. Kendi halinde, sakin, sessiz, uslu yani o olumsuz tanıma uymayan erkekleri de kaba tabirle "erkek müsveddesi" kategorisine sokacaktır tabii bu durumda.

Aynı şey erkeklerin kadınlarla ilgili tanımları ve onların kategorizasyonunda da geçerli sanırım. Eğer kadın denince "femme fatale" bir görüntü beliriyorsa erkeğin aklında, o adamın ilişki kurmak isteyeceği kadın da kadınsılığını onun kadın tanımına uyarak elde edecekse, bu erkekte sürekli kendisine acı çektiren kadınlarla beraber olma eğilimini görmek pek şaşırtıcı olmayacatır.

Etrafımda birkaç tane yeni evli arkadaşım var ve çoğuna baktığımda aslında ya akıllarında geçmişten getirdikleri o kötümser erkek tanımını bir kenara bırakıp, salt o tanıma uymadığı için aslında farkında bile olmadan erkek olarak görmedikleri ama tam da o özelliklere uymadığı için beraberliklerde sorun yaratmayan uslu ve kendileriyle evlenildiğinde sorun çıkarmayıp aksine huzur yayan o adamlarla evli olduklarından, epeyce tatminsizler. Bunu onlara söyleseniz kabul etmeyeceklerdir eminim; kim zorlukla kuruğu düzenin bozulmasını göze alabilir ki hem. Ama sanki gözlerinde birkaç sene önceki heves gitmiş, yerine alışkanlığın ve kabul etmişliğin getirdiği bir bıkkınlıkla yaşamaya çalışıyor gibiler. Eh diğer taraftan da kötücül karşı cins tanımlarına sahip ama vazgeçmemiş kadın ve erkeklerin durumu ise yalnızlık oluyor genelde. Yalnızlık değilse de daha çok üzüntü ve muz kabuğu oluyor durum.

Tabii buradan, herkesin aklındaki o kötücül kadını-erkeği bulması ve acı çeke çeke mutlu olmayı öğrenmeli veya sırf üst paragrafta yazdığım o çiftler gibi gözlerinde yılgın ve donuk ifadeler belirmemesi için bu arayıştan vazgeçmeyip yalnız da kalsa böyle devam etmeli gibi bir sonuç çıkmamalı. Aksine tanım her şeydir, onu anlatmaya çalışıyorum sanırım ben. Eğer bir insan o tanımları dürüstçe, çuvaldızı biraz da kendine batırarak daha makul hale getirir ve bu tanımlara uygun birini bulduğunda, karşı cinsin erkekliğini veya kadınlığını kötülüğe değil de iyiliğe ve "kendi gibi"liğe bağlayabilirse, sorunsuz ilişkiler yaşar. Yani aslında eğer aklınızdaki kötü özelliklerle tanımlanmış karşı cins kavramının içini temizler, pencereleri açar hava aldırır ve içeri temiz hava sokabilirseniz, daha sağlıklı ilişkiler kurulabileceği bir gerçek gibi görünmekte bana. Bilmem siz ne dersiniz ama...

Cumartesi, Eylül 27, 2008

"If you say stay then you know I'll stay"

Bir kere, "intihar" nasıl yazılır bilmeden intihar etmeyiniz, asabımı bozmayınız. Buraya neden uğranıyor mesela "canımı acıtmadan nasıl intar edebilirim" gibi bir keyword ile onu da anlayamıyorum zaten. Her neyse... Ayrıca intihar edecekseniz canınızı acıtarak yapınız ki, yarı yolda tıkanıp kalınız. Birilerini yardıma çağırınız. Öldürmeyiniz kendinizi. "İntar" değil, "intihar"mış aslında yapmaya çalıştığım şey deyip, hayatınıza kaldığınız yerden devam ediniz. Saçmalamayın lütfen.

Bugün tüm günümü kelimenin tam anlamıyla waste ettim diye düşünürken akşam vakti hiç hesapta olmayan bir şekilde İ. geliverdi. İyi de yaptı. Güzel müzikler dinledik, sohbetler ettik. Bugün sabah uyandığıda aklımda çalan ilk şarkı Stay'di Asobi Seksu'dan. Nedendir bilmiyorum tabii hiçbir şeyin nedenini bilmediğim gibi. Sonra akşam vakti tam da İ. bu yaz garip bir kazada kötü şekilde ölmüş olan bir arkadaşımızdan bahsederken, çalıyor olan Stay'i last.fm programını açıp taglemeye çalışmam artık ölüm gibi konularda ne kadar hissizleştiğimi anlatıyor olmalı.

Bugün işten eve gelirken, The Verve'ün Bittersweet Symphony'si uğradı kulağıma. İyi de yaptı. O insanlarla dolu sokaktan yağmur altında umarsızc bu akda keyifli yürüyebileceğima klıma gelmezdi sanırım.

Önümüzdeki haftasonu, tatilde neler yapsam acaba diye kendime sorduğumda tüm yaz boyu verdiğim "Sadece evde dinlenmek istiyorum." cümlesini yine tekrarlamaya başladım. Birileri oralara buralara uçuyor, olabildiğince tatillerini verimli kullanmayı hedefliyor. ötekiler planlı programlı bir tatil planı çıkarıyor. Ama tatil denilen şey tatil işte. O sırada belki yapmayı hedefliyor olduğun şey daha az dinlendirici geldiği için yapmak istemeyeceksin veya rahatlatacak olsa da o planı uygulayacak ruh haline sahip olmazsın... Böyle absürd kriterlerim ve düşüncelerim olduğundan hayatımın hiçbir anında plan yapamama gibi bir özelliğe sahibim. Biraz da tabii işlerin planladığım gibi gitmediğini görmüş olmaktan da kaynaklanıyor olabilir bu durum.

Ş. bana bugün sabah sabah eğer çok çok çok parası olsaydı, Ege tarafında ufak bir ev alacağını ve iskelede bağlı duran ufak kayığıyla her sabah balığa çıkacağını söylediğinde bu iş için o kadar paraya sahip olması gerekmediğini söyledim. Hakikaten de yoktu ama.

Ben çok çok çok param olduğunda ne yapardım diye düşündüğümde aklıma bilmemneredeki okulda bilmemne bölümünde okurdum, aralarda da gezinirdim gibi cevaplar verdim. Hala neden okuyarak geçiriyorsam hayatımı artık.

Görülebileceği üzere aklımı zerre kadar kullanmadığım zamanlarımdayım. Gerçi normalde de çok sık kullandığımı söyleyemiyorum ama, bu aralar bu kullanmama hali daha bir yoğun. En çok da yazı yazarken ortaya çıkıyor bu durum. Yazacak tek bir şey bile bulamıyorum ama nasıl oluyorsa her gün delice yazmak istiyorum. İçimdeki anlamsızlıkları tanımlama ve belirsizlikler belirli kılmak gibi ulvi amaçlarım olduğu için yazma ihtiyacı hissediyorum gibi tanımlar yapmak istiyoum ve hatt yapıyorum da ama o tanım cümlelerine noktayı daha koymadan anlamsız geliyor hepsi.

Bir gün başka bir şeye ihtiyaç duymadan anlamlı hissedeceğim, kendi kendime yeteceğim bir an yaşamak istiyorum. Bu hayatta başka elle tutulur bir amacımın olmaması hiç de ilginç gelmiyor. Tam o sırada da şu anda pek bir dağınık olan hafızam bugün gördüğüm rüyayı anımsar gibi oluyor. Rüyayı anımsamıyorum ama, rüyanın bende bıraktığı o iz çok belirgin. O iz hiç iyi yerlere işaret etmemekte. Gözümü kapıyorum ve kendimi yatağın üzerinde, serilmek üzere havalanmış çarşafların altında uzanmışken görüyorum. Bir türlü düzleşmeyen o örtüler, daha düzgün görünsünler sürekli havalanıyor ama altlarında ben olduğum için bir türlü istenen şekli almıyorlar. Her nasılsa orada olduğum görülmüyor; ısrarla çarşaflar düzgün şekilde örtülmek isteniyor. Belki artık yataktan kalkma vaktim geldi diye düşünüyorum ve kendi yatğıma geçiyorum.

İyi uykular.

Cumartesi, Temmuz 12, 2008

"... Was it something like this i wished for?"

Hiçbir şeyin olmadığı, her şeyin olağan hızında ilerlediği bir gün daha. Sabah uyuyacağımı düşünürken, anne telefonuyla uyanıp, yapılması gerekilenleri dinledim kendisinden. Kardeşim onların yanına gidiyodu. O yüzden bana da bir kaç iş düştü. O kadar da güzel rüyalar görüyordum ki, hatırlıyorum da annem bana direktifler verirken, hala o rüyaları sürdürmeye çalışıyordum. Ama sağolsun, kendisinin telefonu olmasaydı o güzel rüyalardan hayata uyanırken çok canım yanacaktı. O direktifler sayesinde zaten her şeyin böyle olması gerekiyor gibi bir ruh haline bürünüp, rüyanın ayrıntılarını irdelemedim bile ki uyanır uyanmaz rüyalarımı yorumlamaz ve hatırlamaya çalışmazsam o rüyanın o günkü etkisini en aza indirgemiş oluyorum. Ama ne zaman ki gözümü açtığımda rüyamı hatırlamaya çalışıyorum ve hatta hatırlayacağım kadar sorgulama yapabileceğim zamanım oluyor, o günüm yoğun olarak o rüyanın etkisinde geçip gidiyor. Güzel bir rüyaysa, hayatımın o kadar güzel olmaması ve gelecekte de öyle bir ihtimalinin bulunmadığına olan inancım yüzünden koca bir günde yapılan tüm aktiviteler yavan ve hatta anlamsız, boş, gereksiz ve can sıkıcı hale geliyor. Bu mantığa göre, rüya kötüyse, hayatımın o kadar kötü olmadığı sonucundan tüm günümü şükederek geçirdiğim gibi bir varsayım yapılabilir ama yapılmamalı çünkü işler öyle değil. Rüyamın kötü olması durumunda, sadece uyandığım an her şeyin geçip gittiğini anladığım o bir anda şükrediyorum Nefes alıyorum kocaman. Sonra uyandığım hayatıma döndüğümde, o kötü rüyanın tortusu o gün yaşadığım her şeyin bende yarattığı anlamsız hisleri birkaç katına çıkarıyor, dörtle beşle çarpıyor. Çıkan sonuç o rüyanın oluşturduğu hisler bütününden farksız oluyor.

Bazen tüm hayatımın bu hisler ve düşüncelerle geçeceğini düşünüyorum ve geriye dönüp baktığımda gördüğüm manzaranın beni o yaşımda fazladan daha da mutsuz edeceğini düşünüyorum. Bunu düşününce de bir telaş kaplıyor içimi, ki kolay kolay telaşlanan bir yapım da yoktur. O telaşla, yaşamak istediğim şeyleri zaten yaşamış olduğumu ama hepsinin de umduğumdan daha kısa süreli deneyimler olduğunu farkediyorum. Onları tekrardan elde etmenin olanaksızlığıyla karşı karşıya kalıyorum ve sonra öyle bir fırsatta da hiçbirinin ilk seferki mutluluğa benzemeyeceğini bildiğimden koca bir tatminsizlik oluşuyor içimde. Ama belli de olmaz tabii... O mutlulukları yaşarken sonrasında böylesine canımın yanabileceğini öngöremediğim gibi, canım yanarken de ilerde karşıma çıkabilecek olası mutluluk anlarını öngöremeyebilirim deyip kendi kendimi rahatlatıyorum. Üzerime o telaş yüzünden giydirilen, elimi kolumu bağlayan deli gömleğini çıkarıyorum ve aynaya baktığımda kendimi bembeyaz hafif yaz kıyafetleriyle görüyorum. Elim kolum açıkta, rüzgarı hissediyorum. Eteklerim uçuşuyor hatta...

Arada, panikten daha iyi başka bir şey yaratamayacağımı düşünüyorum.

Wanderlust açılıyor bir anda tam yazının sonuna gelmişken. Şarkının tümü benim ağzımdan çıkmış gibi ama şu sözler daha da bir kulağıma çalınıyor. Diyor ki:

"Wanderlust! Relentlessly craving
Wanderlust! Peel off the layers
Until we get to the core"

Daha gelememişim demek ki oraya.

Perşembe, Mayıs 15, 2008

Tavsiye Mektubu

Bugünkü temamız "tavsiye".

Herkesin The Ting Tings dinlemesini istiyorum (tavsiye #1). Yarın akşam Dj'imiz Nada'da Great Dj çalsın ve onu en iyi ilan edeyim diyorum... Hiç sanmıyorum ama bakalım.

Bugün yoğun bir gün değildi ama sanırım aklımdaki yoğunluk yetmiş olmalı ki yorgun hissediyorum kendimi. Tüm gün sürekli sözünü ettiğin grubu dinledim, insanlarla konuştum arada Zeitgeist The Movie'yi izledim. Komplo teorilerindeki ortak noktaların hemen hemen hepsini bu filmde görebiliyoruz. Zira tümdengelimci bir tavırla böyle işlere girişen her yapım, kitap, düşünce beni komplo teorisi fikrine ittiği için, söylenilen şeyleri fantastikliği ve aklın ve hayalgücünün sınırlarını göstermesi anlamında çok beğenip bir kenara "zaman geçsin, akalım ne olacak" diyerek yerleştiriyorum. Aslında azıcık dünyanın şu haline kafa yormuş bir insanın düşünebileceği her şey var filmde de. Üstüste koyulan tüm bilgiler gerçekten de izleyiciyi gelinmesi gerekilen noktaya getiriyor. Bazı yerlerde kocaman kocaman açıyorsunuz gözlerinizi ve hatta bir an bile sıkılıp da "bu ne ya" diye hevesiniz kırılmıyor. İzleyiniz (tavsiye #2).

Geçen gün sabah 07:30'da alarmla bölünen ve yarım kalan rüyamda söyleyeceğim şey uyanırken aklıma gelen ilk cümle olarak günüme anlam kattı. Şöyleydi:

"Senleyken başka birinin kalıntılarının yükü vardı, benim mutluluğumu çalıyordu. Şimdi yine senleyken, o kadar zaman geçmişken, şimdi kimin çalınmış mutluluğunu yaşıyorum acaba?"

Bu cümle üstüne hiçbir şey yazmayacağım. Kendi kendini açıklayan bir cümle olmasının yanısıra hakkaten de artık sinirimi bozan gereksiz bir hadise üzerine hatırlanmayan ama ne çeşit olduğu az çok anlaşılabilir olan sözkonusu rüya, artık hatırlanmadığı için mutlu bile etti beni. Bir gün belki bir yerde kullanmak isterim diye hatırlatma yapayım dedim burada kendime yine. Siz de yapın böyle hatırlatmalar; arada dönüp bakınca blogların işlevselliğine hayran kalıyor insan (tavsiye #3).

Yarın güzel bir gün olacak. Boş bir sabah, akşama doğru iş güç, sonrasındaysa eğlence. Üçü bir arada. Yarın Minna's ve Nada'ya gelsin herkes (tavsiye #4).

Bir de bugün içimdeki hastalıklı yerleri iyiden iyiye kazımaya başladığımı farkettim. Daha ne olsun? (Yazarın kendine tavsiyesi: Go Girl!)

ps: Rüüü, buraya gelmelisin (tavsiye #5). Ay lav yu!

Pazartesi, Şubat 11, 2008

"Ghosts in the photograph never lied to me..."

Bugün içimde birini daha Apple ailesine katacak olmanın mutluluğu vardı. Kızkardeşim Apple'a attığı tüm o boklardan sonra bir gün elinde 16lık (yaş gibi oldu değil mi) iPod Touch ile geldiğinden beri hayatta herkesin bir gün bir Apple oyuncağı olacak diyordum ki D. dün bana bir iPod'da kendisinin istediğini söyledi. Ben de onu yalnız bırakmadım tam da onun istediği gibi. Cepa'ya gidildi. Apple Premium Reseller'dan 80 gblık bir iPod almayı umarken, 160'lıkla çıkıverildi. Çocuklar gibi şendik. Bana neyse artık.

Sonra... Birkaç gündür Lost'un 4x02'sini izlemeye çalışıyorum. Evet, bu kişisel Lost tarihimde bir ilk. Tam izleyeceğim diye oturuyorum başına, takriben yirmi dakika sonra uyuklamaya başlıyorum. Yorgunum çok. Ne kadar uyusam yetmiyor. Geçen on aylık sürede çılgınca ayık geçirdiğim gün ve gecelerin ("What was that for?") acısı çıkıyor sanırım.

Esenboğa'ya beş dakikalık mesafede bir yerlere gidiyorum son bir aydır. Her gidişimde o camisiz minarelere gözüm takılıyor. Arada kulağımda "Ben otelde kalacağım" diyen bir ses yankılanıyor. O yolda, üzerindeki tüm anıları tüketene kadar gitmek istiyorum ve sanırım başarılı olacağım.

Biri var Koç burcu. Bir yerde tek sevdiğim adam kendisi. Verdiği ayarlarla, söylediği sözlerle beni çok eğlendiriyor. Pazartesi ve Perşembe günlerini tek eğlenceli kılan kişi o. "The Fountain" diyince ben, o Duchamp diyor. Daha ne olsun! İyi ki var işte.

Geçende Medea rüyalarımla ilgili ilginç bir çıkarım yaptı. Onunla ilgili daha net noktalara vardığımda yazmak üzere kendime bir hatırlatma bırakıyorum bu yazıya ve artık yatayım diyorum.

Uyku hiç bu kadar güzel gelmemişti.

Cumartesi, Aralık 15, 2007

"Sallanıyor, düşecek gibi..."

Hissizleştim. Hastayım diyor insanlar, konuşmanın sonuna geliyoruz o zaman farkediyorum hastayım dediğini onların... Sonra farketsem de tek bir şey söylemiyorum durumla ilgili. İyi bir şey değil bu ama öyleyim.

Sonraaaa bir günde 10 saat ders veriyorum. Buna ne demeli?

Ha bir de bomboş yazıyorum. Bu da iyiye işaret belki bilmiyorum.

Telefonumun açık olup olmadığını kontrol bile etmiyorum tabii bu arada. İlginç bir ayrıntı olarak bunu da yazayım. Hiçbir mesaj veya telefon beklemiyor oluşum da aylar sonra garip gelen bir şey.

Her şeyi yiyorum. Ne bulursam ağzıma tıkıyorum. Oral dönemini aşamamış bir insan görüntüsü çizmekteyim. Tükettiğim sigara miktarından bahsetmeyeceğim bile.

Acaip müzikler dinliyorum. Mor bir şey aldım kendime. "Şey" diyorum kendisine çünkü adı nedir bilmiyorum. Şu kulaklar üşümesin diye takılan zımbırtılardan işte... Neden aldığıma gelince, dışarıda müzik dinlerken bir nebze olsun dış sesleri azaltıyor bu "şey". Sevdim kendisini. Evet ayrıca, bir adet Sennheiser alma vaktim gelmiş de geçiyor.

Geçen gün gördüğüm bir rüyayı bir arkadaşıma bir şey anlatırken anımsadım. Geçen gün dediğim de bir ay önce falan. Rüyamda alt taraftaki ön dişlerimden birinin arasına kaçan kılçık diye tanımlanabilecek bir şeyi çıkarmaya çalışırken, dişim çıkacak gibi oluyordu. Sonra bunu farkedip dişime dokunuyorum. Sallanıyor düşecek gibi. İşimi gücümü bitirip dişçiye gideyim diyorum. İşim gücüm bitince kendisini yokladığımda yerine oturmuş olduğunu ve artık kanamadığını farkedip rahatlıyorum.

Tam bugün bu rüyayı bir ay önce anlattığım arkadaşımla konuşurken, onun bana dedikleri ve bu rüyam geldi aklıma işte. O bu rüyayı çok sevdiğim biriyle yaşayacağım ayrılık olarak yorumlamıştı. Çok sevdiğim biriyle ayrıldık. Artık iletişim bile kurmamayı yeğliyoruz son zamanlarda hatta. Ama bir şeyler daha eklemişti kendisi. Olumlu yorumlar olduklarından buraya yazmıyorum. Hayatımın bu döneminde olumlu olabilecek tek bir şeyin kalmadığını düşündüğümden olsa gerek.

Yaşlı bir kadın bildiğim bir dilde TV'de konuşmakta ve ben birinin tavuklu makarnasını yerken oturduğu yerde oturmaktayım. Bir daha kimseye tavuklu makarna yapmak istemiyorum. Bunun gibi türlü zırvalıklarla hayatımı daha ne kadar saçma bir hale getiririm düşünmek bile istemiyorum.

Çarşamba, Mayıs 30, 2007

fqqrk

Bu aralar ne çok şey yazmak istiyorum diye şaşırıyorum.

Balkonda oturup, müziğini dinlemek bu aralar pek keyifle yaptığım şey... Yazı bu yüzden seviyorum (zaten başka bir nedeni olmadığından sevmiyorum diyorum). Mesela bir de bu Pazar, Tuğba, iPod'um ve minik hoparlörleri ile bir parkta vaktimizi geçireceğiz gibi görünüyor. Dün bu fikir bizi oldukça heyecanlandırdı. Güneşin yüzümüze gözümüze girmediği bir öğleden sonra diliyoruz bunun için de... Umarım.

"was it loneliness that brought you here
broken and weak
was it tiredness that made you sleep
have you lost your will to speak
was the earth spinning round
were you falling through the ground
as the world came tumbling down
you prayed to god what have we done"

diyor şarkı. Tuğba'nın anlattığı o hikayedeki bir kare gözümün önünde canlanıveriyor bir anda. İlk kez bu kadar benzettim birinin anılarını benimkilere... Bir anda aklına esivereni yapan ve bu yüzden yerini yurdunu terketmek için çırpınan, buna rağmen olduğu yere hep takılı kalacağını bilen bir trajedi kahramanı o kız. "O"na "gideceğim ve beni aramayacaksın bir süre" dedikten sonra tek bir söz ile kalacağını bilmek ama hep gitmek istemek... O sözü duymayınca çekip gitmek ve kayıp geçen bir kaç günden sonra, "O"na geri dönmek ve utandırırcasına sevilmek, hoşgörülmek, şefkatle okşanılmak (bu iki kelime hep bir arada kullanılacakmış etkisi yaratmıyor mu?).

Hayatlar ilginç yerlerde kesişip, ilginç yerlerde ayrılıyor sanırım ve bu dünya bu kadar güzel olan hiçbir şeyin sürmesini kaldıramıyor... Sonra "rüya" deniyor onlara.