you and me etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
you and me etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Eylül 08, 2008

"And my heart’s in the strangest place..."

Geçen yazdığım posttan sonra hiçbir şey yazasım gelmedi.

Cuma gecesi bir anda beliren dışarı çıkma fikri, beni D.'ya yönlendirdi tabii. İtalya'dan geldiğinden beri görüşmemiştik ki bir hafta önce onun alerjik durumları yüzünden ertelemiştik Cuma gecesi eğlencemizi. Velhasıl yine malum yerler, malum insanlar... Ne zamandır Minna'sa gitmiyordum. Son iki haftadır tekrardan gider oldum. Canım şarkı söylemek istiyor tabii kış aylarına yaklaşırken. Gidip bir saat içinde üç şarkı söyleyip, dönüyoruz genelde asıl gitmek istediğimiz yere. Bu sefer gittiğimde tanımadığım herkes neredesin diye sordu yine. Önceki gidişimde de aynısı olmuştu. Hatta bir buçuk hafta önce anne-babam buraya geldiğinde babam bir arkadaşının beni Minna'sta gördüğünü söyledi. Epey ünlüyüm Minna's insanları arasında diye düşünmeye başlamam çok da abuk gelmiyor artık.

Oradan her zamanki bir başka mekanımıza geçtiğimizde ki söylemeye bile gereksinim duymuyorum adını, daha dakikasında en olmadık insanları çektik etrafımıza. Onlarla eğlenmeye başladık ki, taa liseden bir arkadaşıma rastladım. Birbirimize baktık, gülümsedk, konuşmaya başladık. Eğlendik ettik işte kısacası. Oradan absurd bir eve dönüş hikayesi yaşadık ki burada değinmeye bile gerek görmüyorum. Sonra bir saate yakın süre boyunca bana kız arkadaşından bahsedip de sonra benden çok hoşlandığını söyleyen bir adama yaptığı şeyin ne kadar anlamsız olduğundan bahsettim. Trkçe'yi iyi kullanan ve ağzı iyi laf yapan bir insanmış kendisi. Bir yandan benim dediklerime hak veriyordu bir yandan da aynı şeyleri söyleeye devam ediyordu. Kafasının karışık olduğunu ve beni araması için tek bir sebep olmadığını söyleyip, telefonumu kendisine vermeden eve dönünce anlamıştır diye düşünüyorum yaptığını.

Sonrasında ise ölü gibi göründüğüm bir Cumartesi ve on saatlik uykudan sonra -ki bu benim için çok çok çoooook uzun bir süre evet, Pazar günü koşturmasını da atlattıktan sonra, bugün saat 6'dan sonrasını kendime ayırdım. Sakin sakin odamda oturdum, güzel müzikler dinledim. Flica diye Malezya'lı bir grup vardı geçende bahsettiğim japon mixtape'inden gördüğüm. Onların albümünü dinledim ve hatta hala dinliyorum. Siz de dinleyin onları. Mùm seviyorsanız özellikle...

Bugünse merdivenlerden çıkarken Pink Elephant'ımı bana yollasa keşke diye içimden geçirdiğim Ma'nın buraya geleceğini öğrendim; mutlu oldum hatta. Ne zamandır görüşmekten bahsedip, bunu bir türlü yapamıyorduk. Bakalım.

Yine çok yoğun geçecek olan bu haftayı atlatmayı diliyorum. Kulağımda muhtemelen çok sevdiğim The Walkmen albümü You & Me olacak. Arada Mogwai dinleyeceğim kendimi çökmüş hissettiğimde. Ha bir de bugün, bu aralar farkında olmadan sürekli dinlemiş olduğum Leaves adlı İzlandik grubu hakikaten de seviyor olduğumu farkettim. The Angela Test diye bir albümleri var. Arayan bulur diye düşünüyorum. Bulamayan da bana ulaşsın yeter.

Ayrıca son olarak bu aralar kafamı işten kaldırdığımda, bir adet mixtape yapmayı planlıyorum zira sözkonusu mixtape beni epece heveslendirdi. Güzel bir hadise bu. Bu zamana kadar kimseye yapmamış olduğumu farkettiğim bir şey ayrıca. O yüzden ben birilerine özenerek böye bir şey yapmadan herkesin dinleyebileceği bir şey yapmalıyım ki mixtape denen güzel hadiseye de kötü ve saçma etiketler yapıştırmayayım zira her en sevdiğim şeyi yoketmeye, elimden kaçırmaya eğilimliyim. Hatta öyle ki nerede buharlaşacak şey var onu seviyorum, ona özeniyorum. O halde bekleyiniz ve hatta sözümü tutmazsam da dürtünüz oradan buradan.

İyi geceler!

Salı, Eylül 02, 2008

"my head is full of dreams, it's nothing new"

The Walkmen'in son albümü You & Me'nin öyle içten bir güzelliği var ki, dinlerken bir yandan yapmam gerekenlere odaklanmaya çalışıyorum ama bir yandan da şarkılarının hüzünlü sözleri ve o sonbahara benzeyen paslı müziklerinden kendimi alamıyorum. Her dinleyişimde bu albümün hakikaten de bu sene dinlemiş olduğum albümler içinde en iyilerinden (hatta evet ilk üçte) olduğuna kanaat getiriyorum. Bir ara tüm bu şarkıları toparlayıp birbirine bağlayıp, yazacağım albüm hakkında sanırım. Ama şimdilik bu fotoğraftaki çerçeve içinde akıtılmış gözyaşlarının nasıl da iplikler arasında korunmuş olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum ve albümün en güzel şarkılarından biri olan "If It Were True"nun sözlerini buraya geçiriyorum ki dinlemek isteyin siz de.


if only it were true
i'd go with you
if only it were true

i'd say i do

and all the things that we do
i could face today
and now, you love me too
if only it were true

my head is all full of dreams
it's nothin' new
but maybe dreamin' is all
a man can do

so don't come callin' for me
cause baby my dream ain't true
and when, when i've had enough
oh, well then i'll die in dreams of you

Pazar, Ağustos 24, 2008

"What happened to you"

Son zamanlarda dinlediğim en güzel albümü dinlemekteyim. Henüz tüm şarkılar bitmedi ama dinlediğim kadarıyla The Walkmen'in You & Me'si çok güzel. Bir yandan gürültülü ve fekat anlamadığım bir şekilde de sakin bir albüm. Vokal Hamilton Leithauser'in sesi ara ara sözlükte de birkaç kişinin söylediği gibi Paul Banks ama bana göre daha ziyade Liam Gallagher'a yakınsıyor. New York'tan çıkma bir grup olarak İngiltere'den çıkan bir soundları varmış. Dinleyiniz bu albümü mutlaka ve The Blue Route'a dikkat ediniz zira kendisi ilk anda albümün en sevdiğim şarkısı olmakla beraber, şu anda bitiriyor olduğum bu paragrafın ve bu yazıya başlamamın sebebidir

Bu sabah Meso Meso albümü bulundu. Bir önceki post'un yorumlarında sevgili ma bey bana Romanya'lardan at(a)madığı kartpostal yerine araştırıp ekleyivermiş ve beni çok mutlu etmiş. Onu da dinleyiniz. Buradan bir kez daha teşekkür ediyorum kendisine şu anda cnbce'de filmini izlerken o sakin sakin.

Yine eskiden görüşüp de bir süredir görmediğim insanlardan biri olan B. tam da "Ne yapsam acaba az sonra?" diye kendime sorduğum anda aradı beni akşama doğru. Beraber Tribeca'da bir yemek yedikten ve bol bol konuştuktan sonra eve döndüm. Dünkü hastalığım ara ara beni yoklasa ve menapoz teyzeler gibi bir anlık terlemelerle "ben buradayım, hiçbir yere gitmedim" dese de sabah kalktığımdan beri yoğun bir halde hissettiğim mutluluk ve bulunduğu yerden ve andan memnun halim bozulmadı. Sabah sabah dışarı çıktığımda, havadaki dinginlik ve bizim mahallede balkonda oturup, kahvesini içerken gazete okuyan 50li yaşlarındaki teyze kendimi nedense çoluk çocuk ve had safhada aktif kitlenin öğleye kadar uyuduğu bir tatil yerinde, sabah erkenden kalkıp 7-8 gibi denizde günün ilk yüzme seansını tamamlayıp, huzurluca balkonlarında kahvaltı keyfi yapabilen insanların hissiyatına soktu. Bu hisler içinde olmamın nedenleri içinde, dün 12 saat uyumuş bir insan olarak bugüne başlamamın etkisi sandığımdan daha büyük olabilir. Sistemimden kendiliğinden atılmış olanların yoklukları sayesinde beni mutlu edebilmeleri ise en az 12 saat uyuyabilmiş olmam kadar ilginç bir neden tabii.

Bir de artık spora da bir süredir gitmeyen bir insan olarak, bunun yerini tutacak bir şeylerin hayatımda varolması gerekliliğinin farkındalığıyla hareket etme vaktim gelmiş. Bunu anlayabilmem bile gerçek bir mucize olabilir. İnsan bekleyince ve kendini zaman içinde marine edince, "won't" ile kurulmuş inat ve "be going to" ile kurulmuş niyet cümlelerinin anlamsızlığı karanlıkta parlayıp yolunu aydınlatıyor ve çıkış yolu daha çabuk bulunabiliyor. Çabuk olmasa da yavaş yavaş ama daha emin ve sindirerek... Sadece bekleyebilecek kadar bilincini korumak, kendi saçmalıklarının tuzaklarına, pes edişlerine kendini kaptırmamak gerekiyor. "Time will ease your pain" anlamı olan tek tük kendiliğinden gerçekleşecek olana dair kesin yargılardan biriymiş aslında; o görülüyor ve iyi oluyor!