a silver mount zion etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
a silver mount zion etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Kasım 26, 2008

Tilki - Kürkçü Dükkanı Metaforu Üzerine

Dün akşam 12. Ankara Uluslararası Caz Festivali kapsamında düzenlenmiş iki konser vardı, onları izlemeye gittik D. ve B. ile. Sonra E. ve şu anda ismini hatırlayamadığım için buraya ismini diğer çete mensubu arkadaşlar kadar yazamadığım biri daha vardı ama onların da konsere geldiğini orada öğrendim. Her neyse.

Konserlerin ilki Letonya'dan Maris Briezkalns Quartet'e aitti. Sevimli insanlar bilindik caz ritimleriyle bizi eğlendirmeyi başardılar. Yalnız vokalistlerine çok şey borçlular; kendisi olmasaydı kuru kuruya evde arka planda çalan mainstream bir caz müziği dinleyecektik neredeyse. Festival kitapçığında kendileri için "bop öncesi ve latin müziğinden etkilenmiş olan caz formundaki kompozisyonları ile dikkat çekiyor" diyor. Öyle.

Sonraki grup ise Cyminology adındaki Alman dörtlüydü. Vokalistleri İran'lı Cymin Samawaite'nin bir araya getirdiği insanlaran oluşan bir grup bu da. Ben şahsen ilk grubun klasik caz standartlarından sonra bu grubun İskandinav soğuk caz ritmlerini tercih ettim. Hatta ilk başladıklarında yanımda oturan B.'a dönüp "iyi ki gelmişiz" bile dedim ve fakat Cymin Hanım sahneye Türk Sanat Müziği korosu kıyafetlerini andıran korkunç kadife gece elbisesiyle soldan soldan yavaşça girişini yaptıktan sonra şiin rengi biraz da olsa değişti. Evet müzik pek bir gelecek vaadetmekteydi fakat vokalin sesini tamamen kapatmak gerekiyorduyaptıkları müzikten zevk alabilmek için. Hatta arada sesleri ayarlayan amcanın yanına gidip "ya şu kadının sesini bir kapatsan keşke" diyesim bile geldi. Sesiyle ilgili problemim sanırım, o sesin caz için uygun olmamasıyla alakalı. Evet fusion musion bir şeyler yapılabilir ki zaten öyle olmuş. Şarkı sözleri Hayyam'dan, Rumi'den, teyzemiz arada şarkı sözlerimi Farsça okuyor sonra İngilizce'ye çeviriyor. Ama caz müziğin en azından yaptıkları müziğin hızına yetişmiyor ve Cymin Hanım'ın sesi biraz ağır kaçıyor. Ara ara operaya gelmiş olduğumuzu bile hissettik.

Tabii bu arada sahnedeki piyanist Benedikt'ten gözlerimi alamıyorum. Fransızmış aslında ama orada doğup iki sene kaldıktan sonra ailesi Almanya'ya taşınınca o da taşınmış sayılmış. Piyano başındaki dik oturuşu, hakikaten de ustalıkla çaldığı piyanosunun tuşlarına dokunan uzun parmakları, gözlüğünün yüzündeki narin ve nazik duruşu, minimal ve ani hareketleri sevebileceğim türde bir erkeğin özellikleri gibi geldi durdu tüm gece. Çok başarılı bir piyanist olduğunu söylemiş miydim? :)

Kontrbasçıları Ralf'ın ise her halinden sıkı bir post-rock dinleyicisi olduğu belliydi. Ben D.'ya bazı anlarda A Silver Mount Zion titreşimleri aldığımı söyledim, D. da bana Mogwai dedi. Kendisinin pek spektaküler duruşu olmasa da, tüm müziği tamamlayışı açısından başarılıydı oldukça. Nitekim sonradan Cymin üyeleri tanıtırken bizlere, "Benimle tanışana kadar caz nedir bilmezdi, ağır bir rock dinleyicisiydi" sözleri bizi haklı da çıkardı. Kalıbımı basarım post-rock delisi olduğuna kendisinin.

Gelelim grubun en can alıcı noktası olan davulcumuza. Grubun Hint asıllı Ketan adındaki davulcuları tüm gece dudaklarımı kemirmeme neden olurken, Cymin'in güzel olduğu ama yaptıkları müziğe uygun olmadığı kesin olan sesini duymazlıktan gelmeme yardımcı olabildi. Hayatımda gördüğüm en başarılı davulculardan biri olarak sayabilirim gönül rahatlığıyla kendisini, zira attığı soloların benim gibi piyano, trompet ve bas aşığı olup da vurmalı çalgılarla pek arası olmayan birinin ayağa kalkıp arada da bağırarak alkışlamasına neden oldu konser boyunca. Onun da çok iyi bir post-rock dinleyicisi olduğunu düşünmekteyim.

Gecenin sonunda her caz dinleyişim esnasında ve sonrasında olduğu gibi cazın olabilecek en güzel aletlerle çalınan harika bir müzik olduğu fikri yankılanıp durdu zihnimde. Sonrasında ise açtım Mogwai'mi, Sigur Ròs'umu, mutlu mutlu en sevdiim müziği dinledim. Kendime geldim. "Caz maz bir yere kadar" bile dedim; o derece. O absürd ve afilli gibi görünen başlık da burada devreye giriyor ama yazı bitiyor.

Pazar, Haziran 01, 2008

"Dear brothers and sisters, Dear enemies and friends,

Why are we all so alone here? All we need is a little more hope, a little more joy."

Bazen kendi kendimi öyle büyük hayalkırıklığına uğratıyorum ki, başkasına gerek bile kalmıyor. Bana yapılan her şeyi unutabiliyorum kendime yaşattığım bu hayalkırıklığı karşısında. Başka şansım da kalmıyor çünkü.

Bu haftasonunu sinemaya ayırmışım farkında bile olmadan. Cuma akşamı Sex and The City'e gittik U. ile önce. Çılgın bir dokuz kişilik kadın grubunun hemen arkasında oturmak bu tür kadınlara yönelik filmlerde apayrı bir deneyim kazandırıyormuş insana bunu anladık. Zaten daha reklam kısmında belliydi neler olacağı. Her şeyle ilgili bir yorum yapmak zorunda hisseden bu kadınlar, en olmadık yerlerde de kahkahayı patlatıp bağıra çağıra birbirleriyle konuşuyorlardı. Bu filme giderken gişe civarlarında sıra sıra kadın görürseniz gitmeyin. Daha sakin bir zamanı bekleyin. En ufacık espride bile kahkaha patlatabiliyor ve sinirlerinizi hoplatabiliyorlar zira.

Filme gelecek olursak tüm filmi yarım saate sığdırıp harika bir final yapabilirlermiş. Çok büyük beklentim zaten yoktu ama bu film biraz fazla uzun çıktı. Onun dışında klasik dörtlümüzün muhteşem diyalogları pek yoktu ki bu kadınları 2 saat boyunca bir restoranda konuşurken izleyebilirim diyen bir kadın olarak bunu filmin en büyük eksiği olarak buraya koyayım. Artılarına gelince yine güzel kıyafetler, ayakkabılar vardı. "Witty" diyalogların eksikliğinden içinde bulunulan durumlara güldük ki Carrie'yi ilk kez o mor gözler ve makyajsız bitik bir suratla gördük sanırım. Bu filmin ve dizinin tarihinde gerçeğe en yakın anlardan biriydi de. Ha bir de tabii birden çok sahnede ilk kez Carrie'yi aynı ayakkabılarla gördük. Bu da epey gerçekçiydi. Kimin her gün için ayrı Manolo'su var ki? Velhasıl Sex and The City fena sayılmayacak bir filmle sona erdi. Herkesin Mr. Big'iyle karşılaşması ve sürüne sürüne de olsa mutluluğu yakalayabilmesi dileğimle bu paragrafı burada sonlandırıyorum.

Onun dışında Michael Haneke'nin Funny Games'ini gördük U. ile yine. O tabii ki daha da başarılı bir filmdi. Zaten iki filmi kıyaslamak da aptallık ya neyse. Nezaketin içimi bu kadar sıktığı, beni bu kadar gerdiği başka bir durum olmamıştı. Bu film bu konuda sınırları aştı. Birinin orasını burasını kırıp hemen sonrasında onu olabilecek en rahat yere taşıyıp, kırıklarını düzeltmeye çalışmak bunu yaparken bile özür dilemek ve olanca özeni göstermek gibi bir şey bu film. İnsanın survival modundayken ne kadar da acımasız görünebileceğini izleyicinin içini daralta daralta öyle güzel vermiş ki Haneke, filmden sonra birilerine içini dökmemek ve tamamen dürüst olmamak imkansız. Çırılçıplak kalmak istiyorsunuz. Ha bir de Lafalimpics Olimpiyatları'nda Gerçek Kötüler'i tutanlardansanız zevkten zevke koşabilirsiniz filmi izlerken. Ayrıca filme uygun kıyafetlerle bu filmi izlemek de ilginçti. Pek tematiktim tesadüfen ve bu detayı atlamak istemedim.

Dün filmden sonra Haziran'a ve dolayısıyla yaz mevsimine girerken ve hatta dört kişi Nada shotları devirirken, geçen seneki yaza girişimi anımsadım. Buraya da yazmış olmalıyım hatta bir şeyler. A Silver Mount Zion'ın Built Then Burnt'unu dinliyordum balkonumda ki balkonumu bu sene hala kullanıma açmadım. Ay gökyüzünde sokağı aydınlatan tek şeydi gibi anımsıyorum. Ve hatta kendisini koca bir ağacın ardına saklanırken izlemiştim. Canım hafiften sıkkındı. Keşke o zamanların sıkkınlığını daha derin analiz edebilseymişim, şimdiye balkonumda oturuyor olurdum belki de dedim kendi kendime.

Sonra evime geldim. yatağıma uzandım. Telefonla oynadım. Hoşuma gitmeyen bir şeyler oldu arada. Sabah kalktığımda telefonumu yerde buldum. Tam olması ve tam olmam gereken yerde diye düşündüm. Üzerimi giyindim, hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıktım.