Cuma, Ekim 31, 2008

"Belki"

"Sanırım bir kabuk ediniyoruz bir şeylerden ürkünce. O kabuk yüzünden belli kalıplara uygun hale geliyor insan ve o uygun gelme yüzünden, sorunsuzca uyabildiği şey ne ise ona inanmaya başlıyor belki de.

Sonra haliyle, aşınıyoruz, zamanla bazı korkular anlamlarını yitiriyor veya amaçlarımızın saçmalığıyla karşı karşıya kalıyoruz. Çözülüp çırılçıplak kalıyoruz.

Artık o halde olmaktan hiç utanmadığımız zaman da rahat rahat belki diyebiliyoruz.

Bence özgürlük denen şey her şeye "belki de" diyebilmek.

Hiçbir şeyle ilgili ciddi bir kanıya varmak gibi bir zorunluluk hissetmemek hayatında."

dedim.

Perşembe, Ekim 30, 2008

"You were on fire as they ran to hold the flames...

... We did not see, so the water never came" diye bitiriyor Floods'ı Glissando. Bu grubu gittikçe daha çok seviyorum.

Amasra'ya gittim, gittik.

Neler gördüğümü anlatıp hatta birkaç fotoğraf da buraya eklemeden önce aklıma bir şeyler geldi yolda uyku-uyanıklık arasında; onlardan bahsedeyim diyorum. "Halfawake" halde olduğumdan tam hatırlayamıyorum ama kendi kendime bir şeylerle ilgili genellemeler yapmaya çalışırken kulağımda Deerhunter ile, bir süredir öznesi "Bazı insanlar" olan cümleler kurmak yerine, "Bazen, insanlar" diyorum. Böylece değişkenliği "insan"ın sırtına bir yük olarak bindirmeyip, suçu veya sevabı tamamen zamana atıyorum. Herkesin her şeyi yapabildiği ve bu her şeyi yapabilme halinin sadece zamana bağlı olduğunu kabul etmiş olmalıyım. Bu iyi bir şey.

Geçende bir hikaye duydum. Bir kızla ilgiliydi. Kızın delice sevdiği, beraberlikleri boyunca kendisi de dahil olmak üzere türlü hediyeler verdiği sevgilisi kızı terkettiğinde, geride ona o ana dek onun için aldığı tek şey olan prezervatif kutusunu bırakmış. Kız bir süre bu durumun böyle olduğunu farketmemiş. Yani aslında farketse bunu, her şey bu kadar süre boyunca canını böylesi sıkmayacakmış. Biraz canı acıyacak ama sonra geçecekmiş. Hem zaten daha fazla ne kadar acıyabilirmiş canı o kötü ayrılıktan sonra. Sonra hikaye boyunca (eski) sevgilisinin hayaleti onu bırakmıyor, evin içinde orada burada sürekli takip ederken, evin içindeki böceği takip edip yuvasını bulmaya çalışmak gibi bir şey denemeye karar veriyor kız. Sonra hayaleti takip edip anılar içinde gezinirken, bu detay kendini yola attığı ufak ufak yemlerle bulduruyor. Hayalet o prezervatif kutusunun atılmasıyla yok oluyor. Her şey daha olduğu gibi görünüyor.

Bu aklıma geldi işte Amasra'ya giderken kulağımda yine güzel müzikler varken. Bir kutunun atılması ne işlere yarayabiliyor aslında dedim. Dönüşte de benim de atacak bir şeylerim olmalı diye düşünüp, eve geldiğimde odama girdim ama blog yazmaktan başka bir şey yapmıyorum. Belki atarım.

Bir sonraki yazımı Amasra'ya ve fotoğraflara ayırmak istiyorum zira çok keyif aldığım güzel bir günü geride bıraktım. Özellikle U.'a ve başımı koyarak uyuduğum omzuna teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

İyi geceler.

Salı, Ekim 28, 2008

"but the world is porcelain"

Anlayamadığım şekilde şu anda blogger'dan yazıyorum. Yani tam olarak olması gerektiği gibi. Ve fakat blogu açmak istediğimde açamıyorum. Dün de zaten Google Video engellendi. Rezilliklere bir başka katkı da açıklamalarıyla hükümetten geldi tabii. Kendileri ekşisözlükte birinin deyimiyle "hamama çevirdiler kabineyi" güzel üsluplarıyla. Ulaştır(ma)ma Bakanımız Türkiye'den erişimi olan tüm siteleri vergi dairelerinde görmek istediğini yoksa bu sitelerin Türkiye'den koca bir Osmanlı orta parmağı göreceklerini ifade etti. Idiocracy diye bir film vardı bilmem bilir misiniz...

Bu saatlerde çoktan çıkmış olmam gerekiyordu evde ama gece 5'te uyuyup sabah 11:30'da kalkınca hala oturuyorum ve bunları yazıyorum şu anda. Bisiklet alma fikri geçen hafta boyunca beni yedi bitirdi ya hani; ben vazgeçtim. Fikri daha sonra sakin kafayla değerlendirmek ve uygulamak üzere rafa kaldırdım zira "o mu iyi, bunu mu alsam" şeklinde düşüne düşüne alma isteğimi yitirdim, adeta hevesim kaçtı hatta. U.'un da hevesi kaçtı zaten. Yaza doğru bakılacaklar listesinde bir numara bisiklet o yüzden. Ama belli de olmaz. Şimdi çıkıp "eeh yeter" deyip, alabilirim de sırf almak için.

Yarın Amasra'ya gidiyoruz grupça. Güzel fotoğraflar çekip, güzel vakit geçireyim istiyorum. Yolculuk esnasında dinleyeceğim müzikleri ayarlamam lazım hem daha.

En iyisi çıkıp işlerimi teker teker halledeyim. Dışarıda yağmur yağdı tüm gece ve hala yapıyor zaten. The Clientele dinlemenin tam zamanı.

Görüşürüz.

Deerhunter @ Pitchfork.tv (1/2)

Pazartesi, Ekim 27, 2008

Deerhunter - Microcastle

Ktunnel sponsorluğunda yazılmış bir yazıya daha hoşgeldiniz. Hala bela okumakla beraber, inadına yazasım geliyor sürekli ama tünellerden geçip buralara gelmek pek bir sinir bozduğundan sürekli erteliyorum.

Velhasıl şimdi beni yazmaya iten şey aslında yaz başında bir şekilde sızan Deerhunter'ın Microcastle adlı albümü oldu. Daha doğrusu bu albüm yazın ortasında kulaklarda yerini almasına rağmen, piyasada yer alacağı tarih Ekim sonuydu. Albümü o kadar çok sevdim ki ben dayanamayıp Reset'e bir yazı yazdım geçen hafta artık ve hatta bu hafta da dört gözle Pitchfork ne diyecek diye bekliyordum ki, bugün, az önce yazıyı okudum. Benim tahminim Pitchfork'un bu albüme 8.7 vermesiydi (Reset'teki puanlama sistemi küsüratlı olsaydı ben bu puanı verirdim). O küsüratı neremden attım bilmiyorum ama öyle bir his doğmuştu. Yanlış doğmuş; 9.2 vermişler. Yazıyı sanki benim albümüme kritik vermişler gibi heyecanlı okudum. Sanırım fazla benimsemişim albümü 3-4 ay gibi bir sürede sayısız kez dinleyince.

Diyeceğim şudur ki; dinlemediyseniz dinleyin. Yazılara da şuralardan göz atılabilir (eğer hala kapatılmadılarsa):

http://www.resetmagazine.net/resetsayi21/muzik/Deerhunter-Microcastle.html

http://www.pitchforkmedia.com/node/146627

Cuma, Ekim 24, 2008

Blogger'ın Kapatılması

Bugün, yani 24 Ekim Cuma günü, az önce eve geldiğimde bloguma keyifle bir şeyler yazayım diye girmeye çalıştığım an, kocaman bir "Kapattık biz kardeşim" yazısıyla karşılaştım; e Cuma tabii bugün, Cuma'ya gitmişlerdir dedim içimden bir hışımla. Hemen akabinde kendimi tutamayarak, küfretmeye başladım. Zaten bugün metroya binmeye çalışırken, insanların Cuma namazı kılmak için yer altında her yere oturup geçilecek yerleri boydan boya kaplaması yeteri kadar sinir bozucuydu. Hiçbir zaman kimsenin dinine, inancına veya onların uygulamasına karşı çıkmadım ama insanların, kendilerinden olmayanların hayatlarını olumsuz şekilde etkileyecek biçimde uyguladıkları bütün din, düşünce pratiklerinin düşmanıyım. Bugün de sevimsiz bakışların arasında Cuma namazı niyetine yerlerde oturan insanların arasından geçmeye çalışırken adam gibi yürümemi engelleyen bu durumdan dolayı yeteri kadar negatif hislerle dolmuştum. Bir de üstüne bu blog kapatma hadisesinin farkına varınca çıldırdım iyice. Şu anda ağzımdan köpükler saçılıyor, durduramıyoruz.

Onun bunun sesini kesip nereye kadar bu milleti uyutacaklar bu onun bunun insanları acaba, bunu çok merak ediyorum. Bu ülkeyi veya dünya üzerindeki herhangi bir yerdeki bu tip aşağılık, beyinsizce uygulamaları böyle dayatan Allah'ın belası tüm düşünce ve inanç şekillerinin ait oldukları kara deliklerde yok olmasını diliyorum umutsuzca...

Uğruna insanları saçmalıktan saçmalığa soktuğunuz Allah, bu sefer hakikaten belanızı versin.

Perşembe, Ekim 23, 2008

Çarşamba, Ekim 22, 2008

Suda Eriyen Düşünceler

Justice'i ne kadar çok sevdiğimi yeniden anlatmayacağım. Yaklaşık bir buçuk ay önce Dior Homme 2009 Yaz defilesinde çalınmak üzere kendilerine sunulan teklifle Planisphere adındaki dört parçalık şarkılarını dinlemiştim myspace'ten. Bugün sabah da bir yerlerde bi kayıtlarını buldum. Durmadım tabii. Hemen indirip, iPod'a atıverdim. O kadar çok sevdim ki yine, tüm gün bu şarkıyı dinledim. Siz de dinleyin istedim. Buyrun buradan yakın:


Justice - Culture Prophet Guide to Planisphere


Bunun dışında kızkardeşimin doğumgünü bu Cuma. O yüzden ona bir şeyler alayım diye gezindim tüm gün. Yine bir şey bulamadım. Sonunda da U.'un bana öylediği bisikletçiye gittim. Geotech'leri gördüm. Birini beğendim. Onu alacağım artık. Hem güzel görünüyor, hem insanlar güzel şeler söylemişler, hem de fiyat performans oranı epeyce mantıklı geldi bana. Diğer markalardaki muadillerinden yarı yarıya daha ucuz olması çok çekici geldi hem. Sonuç olarak aldığım şeyi buraya Cuma günü fotoğrafını çekip koyacağım umuyorum ki. U. Bey'in işinin gücünün bitmesini bekliyoruz maalesef. Bugün kendisine boşuna "I wish I hadn't met you" demedim tabii. Şimdiye almıştım bisikletimi.

Bunun dışında yüzbin şey geçti aklımdan bugün yine ama şarkının eşliğinde hepsi birer birer eriyip gittiler. Böyle anlarda bu düşüncelere sandoz muamelesi yapıp kendini su zanneden şarkıları çok seviyorum. Mutluyum.

Bir de eve gelip de Last.fm hesabımı açtığımda gördüğüm bir mesaj beni mutlu etti. Japonya'lardan bulup da dinlediğim sonra da Winter Songs adlı grubumun Artist Connection'ına eklediğim bir grubun üyesi ile bir zamanlar iki kelam etmişliğimiz vardı. Kendisi beni unutmamış görünüşe göre ve bana yakında kaydedecekleri albümlerini yollamayı teklif etti. Ben de seve seve kabul edeceğimi ve kayıtları bitince bana haber vermelerini, böylece benim de adresimi yollayacağımı söyledim. Last.fm'den bu şekilde bağlantı kurduğum o kadar güzel gruplar oldu ki, sırf bu yüzden bu siteyi bırakmam mümkün değil. Aklıma ilk gelenler Glissando, i am the architect ve Bersarin Quartett... Kimdir bu bizi grubuna ekleyen insan diye gelip bakıyorlar ve sonra mesaj atmayı da ihmal etmiyorlar neyse ki. Hatta benden duymuş olmayın da i am the architect'in bir üyesinin ev arkadaşı Türk. Böyle trivial bilgiler ne işinize yarayacaksa artık.

Ben 9879837293729. defa izlediğim bir Sex and The City bölümünü izlemek için ayrılıyorum buradan. Size iyi Justice'ler efendim.

"State of emergency is where I want to be"


Björk live @ Kuruçeşme Arena Istanbul 1 - 03.08.2008 from Muge Dogrular on Vimeo.


Björk live @ Kuruçeşme Arena Istanbul 2 - 03.08.2008 from Muge Dogrular on Vimeo.

Velespit

Birkaç gündür kendimi delice bisiklet aramaya adadığım için buralara pek uğrayamadım adamakıllı. Bir şeyler yazayım istedim.

Geçen gün U. bisiklet alma teklifini getirdiğinde çok heyecanlandım. Zaten bisikletle İzlanda'ya giden insanları gördükten sonra bir süredir zihnimin bir yerlerinde kendi kendini saklayan bu fikir ortaya çıktı ve epeyce heveslendirdi. Sonra tabii hiçbir şeyi önceden araştırmadan alamayan ben, bilinçli bir tüketici olarak araştırmalara girişti ve fakat bu finansal açıdan pek iyi sonuçlanmadı. Nedeni de, gayet basit br bisiklet almak gibi bir noktadan başlamıştım araştırmaya ama şimdi 1000 Euro'luk bisikletler beni ancak heyecanlandırabiliyor. Euro'nun alıp başını gittiği günlerde olduğumuz düşünülürse, bu bisiklet aşkımı burada sonlandıracağım ya da paraya kıyıp bir tane alacağım ama ben birincisnin olacağına inanıyorum zira o kadar para harcamak istemiyorum şu anda. Çok para, çok.

İşler nasıl bu noktaya gldi bilmiyorum ama. Önce gayet basit bisiklet markalarına bakındım. Hani şu herkesin bildikleri. Sonra onların şekillerini şemallerini pek sevememiş olmalıyım ve hatta orada burada gördüğüm tavsiyeleri dikkate almış olmalıyım ki, kendimi profesyonel bisikletlerin satıldığı sitelerde buldum. Önce anladım ki her şeyin detayına inildiğinde milyon tane trivial bilgi ediniliyor ve bu trivial bilgiler Türkçe'ye kaba tabirle çevrildiği gibi ıvır zıvır olamıyor öyle görünseler de. Aksine işleri daha çok kaıştırıyorlar. Şimdi bilmemne kadar ağırlığında olanlara bakamıyorum mesela. Veya ilk başta baktığım modellere belki de bilmiyor olsaydım hiç umursamayacağım eksikliklerinden dolayı burun kıvırıyorum. Aklımda Cannondale'lar, Scott'lar, Marin'ler, Trek'ler uçuşuyor.

Geçen gün U.'u sürükledim zaten bir mağazaya. Envai tür bisikletin olduğu bu yerde, şu anda en iyi bisikletlerden biri olarak bilinen Scott marka bisikletleri izledim. Evet izledim. Diğerleriyle herhangi bir Scott arasındaki farkı tek bakışta anlayabiliyorsunuz. Kötü işçilik en başta boyadan ve onun uygulanmasından anlaşılıyor zaten. Alt tarafı bisiklet işte diyorum bazen ama olmuyor da.

Bugün de sabah sabah işi gücü bırakıp kendimi Sıhhiye'de Lale Sokak'ta bulunan SDS Bisiklet'te buldum ki Sıhhiye ve civarlarını bindiğim aracın rotası dışında uğramışlığım hiç olmamıştı. Bugünse delirmiş gibi, heyecanla koyuldum yola. İnsanlara sokakları sora sora buldum mağazayı. Girişte adını araştırmalarım esnasında gördüğüm Marin adındaki California'lı bisikletlerden gördüm. Birine vuruldum, sonra da sırayla diğerlerine. Daha fazla ayrıntılara boğulursam sanırım 15,000 YTL'lik bsiikletler dışındakilerin beni mutlu etmeyeceğini düşünüyorum. O yüzden bugün bir son verdim internette hangi marka iyidir, hangisinin neyi kötüdür araştırmalarıma. İyi yaptım umuyorum ki. Bugün sonunda 500 Euro'luk şu gördüğünüz bisikleti istediğime karar verdim de alacak mıyım almayacak mıyım ona henüz karar veremedim. Bağış yapmak isteyenler olursa kesin alırım ama.



Uzun lafın kısası, aklına bisiklet tavsiyesi gelen varsa hemen bir şeyler yazsın etsin. Çıldırmak üzereyim burada.

Pazartesi, Ekim 20, 2008

"It hurts to smile..."


Asleep In Armor from James Barlow on Vimeo.

North Atlantic


North Atlantic
Originally uploaded by thetwilitekid
Muzo'ya bu video için teşekkür ediyorum buradan da bir kez daha. İzlanda'dan bu görüntüler. Genel olarak gergin olan ruh halimle oturup, yine bir şeylere homurdanırken, açıyorum bu videoyu, izleyip izleyip sakinleşiyorum. Siz de o zaman...

Pazar, Ekim 19, 2008

"All I ask is just one thing..."

Ben bu aralar çok sinirliyim. Parlıyorum aniden. Ona buna sinirimi akıtıyorum maalesef ama bazen de hakediliyor bazı laflar sözler, hakediyor olduğunu kabul etmese de insanlar. Pek umurumda olduğunu düşünmüyorum, tıpkı her zaman da umurumda olmadığı gibi.

Yoğun zamanlarımın tamamen bitmesine iki hafta kala kendimi rahatlatmanın yollarını arıyorum bazen. Şimdi de havuza mı gitsem diyorum, bir yandan yeni bir şeyler dinleyeyim diyorum ama müzik dinleme fikri beni tatmin edebilecek kadar yeni bir fikir değil. Film izleyemiyorum. Kimseyle konuşasım yok pek. Zaten dün yeteri kadar huysuzluk ettim tüm gece. En son birileri yüzümün orta yerine bir tokat indirseydi belki düzelmiş olurdum şimdiye.

Bugün fazla duygusalım belli sebeplerden de. Telefonda babamla konuşurken aniden ağladım, adam ne diyeceğini şaşırdı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi dalga geçtim kendimle, o daha da şaşırdı bu sefer. Babam ama o; anlar.

Kızkardeşlerimden birine, daha dark side olanına kızgınım dün geceden beri. Dün gece eve geldiğimizde, yüzüne bakarak avazım çıktığı kadar bağırmamak için zor tuttum ve kendimi odama kapattım içeride D. ve K.'ı bırakarak. Bugün de hiçbir şey yapmamış gibi yanıma gelip gayet güzel sözlerle bana bir şeyler sordu. Yüzüne öylece baktım.

Bugün Ş.'i de ara ara boğmak istedim. Daha saf görünmek gibi bir gaye ile -ki halen anlayabilmiş değilim neden öyle görünmek ister 27 yaşındaki bir kadın- nasıl olur da bebek veya çocuk gibi bir ses tonuyla veya tarzla konuşur insanlar? Manyak mısınız? Absürd seslerle konuşunca iğrenç oluyorsunuz. Ne kadar yakın olsak da size en olmadık adi şeyleri söyletmek için sizinle hiç olmadığım kadar uğraşasım geliyor.

Gecenin tavsiyesi:

Glissando'nun Grekken'ini dinleyin, "You made me kill myself" cümlesinden sonra insan olun.

Perşembe, Ekim 16, 2008

Svefn-G-Englar...

... bir anı maksimum yavaşlıkta yaşamanın müzikal hali. O anın sualtında yaşanması tercih ediliyor ve ancak bir denizaltında duyulabilecek bir ses eşlik ediyor. Şarkının insanın su altındaki o yoğunluk hissiyle geçirdiği dokuz ay on beş günlük ilk deneyimine - ki ilk deneyimlenen şey olmasına rağmen onca zamanın hatırlanamayışı ve hatta hiç olmamış gibi hayata devam edilmesi pek garip geliyor düşününce - bu sesle gönderimde bulunması inanılmaz bir incelik ve naiflik örneği sanırım. Keşke son albüm de bu naiflikten ve orijinallikten nasibini almış olsaydı.

Salı, Ekim 14, 2008

Bekletilmek!?*%☠



Evet doğru, insan kendi zevki için bekler, kendi iradesiyle aldığı bir kararla, elde etmeyi hedeflediği şeye sahip olma anında aldığı hazzı arttırmak için. Tantrik seks gibi bir şey işte. Sonunda zevk alacağınızı bilip, kontrollü bir bekleme hali sürdürmeyi tercih ediyorsunuz. Evet işte buradaki kilit kelime de "tercih etmek". Ben de tercihlerimle beklediğim zaman hiçbir sorun yok.

Ama ne zamanki bu bekleme hali kontrol dışı yani dış etmenlere bağlı gerçekleşiyor, o zaman çıldırıyorum. Yani beklemek ve bekletilmek arasında bir fark var. İlki tercihen, ikincisi istemdışı, zorla oluyor. Hatta bekletmekten ettiğim nefreti ikiyle üçle çarpın; sonuç bekletilmekten ne kadar nefret ettiğimdir.

Bir tek "True Love Waits" var itibar ettiğim. Fakat bekletmekten hoşlanmadığımı düşününce "gerçek aşkı neden bekleteyim ki beni bekliyorsa?" diyerek inancımı yitiriyorum bazı bazı. Thom'dan duymasaydım zaten hiç kaale almazdım ya neyse.

Söyleyeceğim şudur ki; beni bekletmeyin zira Mars denen gezegenin eril değil de dişil tarafıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Aman diyeyim.

Pazartesi, Ekim 13, 2008

1month - 1700g - Pneumonia


1month - 1700g - Pneumonia
Originally uploaded by u.wili
Bazen böyle fotoğrafları görünce, ki evet bilerek isteyerek gayet ikiyüzlü olarak sıcak battaniyemin altından ancak fotoğraflardan görebiliyorum böyle görüntüleri, nelerle ilgileniyor olduğumu düşünüyorum. Oranın tasarımı, onun kitabı, bunun müziği, " Aaa Radiohead'in yeni albümü", "Ah kalbim ve kırıklıklarım"...

Bunun gibi daha yüz şey sayabilirim sanırım. Maalesef...

Dünyanın tüm kötülüklerinden ve kirliliğinden uzakta bembeyaz minimal tasarımlı ev fikirleri, güzel bir bilgisayarın beyaz tuşlarından tüm dünyaya ulaşmak, birilerini sanat dehası olarak etiketlemek, film-müzik ve kitaplara dünyanın en büyük şeyleri muamelesi yapmak ve dünyanın bunlarla değişeceğine inanmak, güzel müzik dinleyerek hislere dokunabilmek anlara dönebilmek ve olmayanları da yaratmak ve böylece çok mutlu ve çok üzgün hissedebilmek, bilmemne şişesinin tasarımının harikalığı, onun kahvesi bunun kahvesinden daha güzel şeklinde bitmek bilmeyen saçma konuşmalar yapmak, şarabın hangisinin daha iyi olduğu, bir gece dışarı çıkmak isteyip çıkamadığı için eve tıkılmış hissetmek, gittiği yerlerde Guinness yok diye homurdanabilme ve üzülebilme lüksü, istediği elbiseyi almadığı için üzülmek, ülkeler ve sınırları üzerine anlamsız konuşmalar yapmak, politikadan ve özgürlüklerin konuşulduğu önümüzde ise toplamda dört kişilik bir ailenin bir aylık geçim masrafına eşit gelen bilmemkaç yüz liralık içkilerin olduğu bir masa... Ne kadar da hayatın içindeyim değil mi?

Yapay hislerle geçirilmiş tüm anlarım gözümün önüne geliyor işte. Ardından üzüldüğüm hiçbir sevgilimin fotoğrafına bakınca bu fotoğrafa baktığım kadarki his yoğunluğuna sahip olamadığımı farkediyorum. Bir kilo yedi yüz gram, yüz tonluk bir ağırlık olarak biniyor omuzlarıma. Ciğerlerim teepee şeklini alıyor, bir şeylerin yasını tutuyor. Kendimi ve dolayısıyla insanlığı sevmek daha da zorlaşıyor....

Pazar, Ekim 12, 2008

"Zaman... Alır sizden bunların yükünü"

Artık daha normal tepkiler veriyorum bazı şeylere. Daha olması gerektiği gibi. Film izlerken kendimi en olmadık karakterle özdeşleştirmekten uzağım. Hiçbir şeyle özdeşleştirmiyorum desem daha bile doğru olur. Hiçbir şeye dahil değilim. Her şey benim dışımda, tam olması gerektiği gibi. Sanırım aidiyetsizlik hakkımı kullanıyorum bir kez daha. Bu iyi bi şey olmalı.

"Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır."

demiş birisi bir yerlerde. Güzel demişmiş meğerse, küçükken anlamamışım.

Cumartesi, Ekim 11, 2008

Oradan Buradan

Bugün sabahın sekiz buçuğunda bazı insanların ne kadar garip olduğunu düşündüm. Evet, garip insanlar var haberiniz olsun. Başka birinden duymadan söyleyeyim. Bunlardan bazıları da özgürlük konusunda limitsiz olduklarını ifade etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Belli nedenlerle ve kurallar bağlamında bazı şeyleri yapmanın yanlış olduğunu düşünüyorsunuz mesela. Bunu ifade ettiğinizde olayı tüm bağlamlardan, kavramlardan ayırıp insanın her şeyi yapabileceğini ve bunları yapmasının doğal olduğunu söyler genelde bu insanlar ki evet teoride çok hak vermekteym bir çoğuna.

Bu insanlara göre özgürlükleri kısıtlanmış ve bu özgürlüklerin peşinde olan insanların, özgürlüğünü kısıtlayan tarafa dahil olan başkalarını öldürmesi çok doğal bir sürecin sonucuyken, Hitler Almanya'sındaki Yahudi Soykırımı insanlık ayıbı oluyor. Nasıl oluyorsa her anlamda bağımsız düşünceyi savunanlar, özgürlük peşinde olanların insan öldürmesini meşru bir eylem sayarken, Hitler'in kendi ülkesinin "refahı" (!) için yaptığı soykırımı kabul edilemez görebiliyor.

"Özgürlük" adına yapılan tüm eylemler haklıdır bu insanlar için sanırım. "E ama onlara hakları verilmediği için bu insanları öldürüyor onlar. Hem başkaları da onları öldürüyor" gibi bir söylemle de gayet basitçe işin içinden çıkıyorlar hatta. Hatta ve hatta, onların bağımsızlıkları adına konuşurken diğer tarafından onlara ettiği gerçekten de insanlık ayıbı sayılacak şeyleri güçlü birer argüman olarak kullanıyorlar. Ama savundukları kitlenin yaptığı eş değerdeki eylemler esnasında ağızlarını açıp tek kelime etmiyorlar bu özgürlük savaşçısı insanların yaptıklarının onlara yapılanlarla aynı şey olduğuna dair.

Bu çok kaba ama nedense pek bir yerine oturan bir örnekle açıklanırsa eğer, çocukların birbirleriyle ettiği kavgalara benziyor bence. Diyelim ki, Ali ve Mehmet Mehmet'in evinde oyun oynarken, Mehmet çok sevdiği ve uğruna ailesinin istediği bir çok şeyi yaptığı ve sonunda kendisine alınan oyuncağını arkadaşına gösteriyor. Ali oyuncağa bayılıyor ve onunla oynamak istiyor. Mehmet de diyor ki, "oyna ama zarar verme, şurasını kıvırma, burasını bükme, çizme çünkü ben öyle yapmıyorum." Ali bu durumdan hiç hoşnut olmuyor ve biraz oynadıktan sonra Mehmet'in ona tek kelime etmemiş olmasına rağmen, oyuncağın kendisine ait olamayacağı fikriyle ufak bir kıskançlık krizine kapılıp oyuncağı çantasına atıyor çaktırmadan ve evine götürüyor. Mehmet drumu anlayınca, sinirle anne babasına durumu anlatıyor. Devreye anne-babalar giriyor. Telefonlar açılıyor. Ali'nin ailesi Ali'ye oyuncağı sorduğunda güç bela ikna ediliyor doğruyu söylemeye ama ekliyor da tabii: "Ama bana oynatmadı oyuncakla ben de sinirlendim aldım. Artık benimdir oyuncak."

Anne-baba bu durumda Mehmet'inkileri arayıp "Çocuğunuz oyuncağıyla oynatmamış bizimki de almış eve getirmiş kızarak" dese ve üstüne de "Oyuncak artık Ali'nin bu yüzden" diye eklese, Mehmet'in ailesinin tepkisi ne olurdu?

Bu soruya bu yukarda anlattığım tipteki özgürlükçü insanın "Mehmet de oynatsaydı adam gibi, ne o öyle onu bozma bunu kırma diye çocuğu engellemek. İyi yapmış Ali" diye cevaplaması beklenir ama böyle bir cevap verebilecek bir insan evladı olacağını düşünmüyorum zira hepimizin en azından takıntıları vardır. Mesela ben kitaplarıma insanların dokunmasından pek hoşlanmam ve bu yüzden özen gösterilsin isterim. Özellikle de resimli olan kitaplarda resim üzünde parmak izi kalmamalıdır. Bunu da kitabı onlara verdikten sonra söylerim ki benim gösterdiğim özeni onlar da göstersinler.

İşte bu noktada kendini gayet liberal olarak değerlendiren biri olmama rağmen aklım karışıyor; böyle aileler yoksa, örneği büyüttüğümüzde neden böyle insanlar ortaya çıkabiliyor. Niye olay insan öldürmenin her ne koşulda olursa olsun adice olduğu fikrini kabulenebilmeye gelemiyor da hala dişe diş mantığını meşru kılabiliyor bu zeka dolu insanlar. Niye sağ görüşlü biri yapınca "aşağılık", sol görüşlü biri yapınca "özgürlük savaşçısı" oluyor? Her ikisi de aşağılık ve hiçbir sebeple yapılmaması gereken şeyleri yapmışlar aslında.

Bu sebeple, buradan "Cehennemde yanın" demek istiyorum insan öldürmeyi nedenlere bağlayarak haklı çıkarma çabasında olanlara veya taraftarı olduğu grup öldürünce sessiz kalıp, zaman geçince onları hala hiçbir şey olmamış gibi savunabilen siniklere, ama ona bile vicdanım el vermiyor.

Perşembe, Ekim 09, 2008

Hauschka



Bu gördüğünüz yalın mavi bakışlara sahip olan insan en az bu bakışlar kadar güzel müzikler yapıyor ve bu müzikleri de az sonra dinleyin diye nasihat edeceğim Hauschka adıyla etiketliyor. Rachel's ve Max Richter çizgisinde ilerliyorlar müzikler ve fekat piyano yerine yaylılar daha baskın olduğundan Rachel'sa daha çok benzetmek daha makul gelmekte bana. Volker Bertelmann bu adamın adı. Kendisi last.fm'den alınan bilgilere göre Dusseldorf civarlarında ikamet etmekte ve etkilendiği isimler sorulduğunda Arvo Pärt'ı da bu isimler arasında saymaktaymış. Arvo Pärt dinleyen ve üstüne bir de ondan etkilendiğini söyleyen birinin kötü müzik yapabilmesi imkansız gibi gelmekte bana eskiden beri. Bir kere insan korkar ve utanır kötü müzik yapıp da bu adamın ismi vermekten zira klasik müzik denince akla ilk gelenlerden biridir bu adam.

FatCat sanatçılarından biri olan Hauschka'nın Last.fm'den bazı şarkıları dinlenebiliyor. O zaman sizi şuraya alalım. Ha unutmadan yazının başında ilk cümlede diyeceğimi söylediğim şeyi de yazayım: dinleyin!

http://www.last.fm/music/Hauschka

Pagan Poetry in Istanbul


pagan poetry
Originally uploaded by ashitaka*
Böyle bir şey vardı. Şimdi izleyince daha bir garip hissettim. Oradaydım,
daha önde ama tam o hizalarda ve o sıralarda neye uğradığımı şaşırmıştım bu şarkıyla. Tüm yıl biriken sıkıntılarımı tam bu şarkı esnasında akıtmıştım sanırım. Çok güzeldi...

Lav yu!

Çarşamba, Ekim 08, 2008

Matthew Herbert Big Band - The Story

Matthew Herbert'ı nasıl bilirsiniz?

Ben kendisini müzik dehaları kategorisinde inceliyorum zira başka başka insanlardan çıkmış gibi görünen projelerinin her biri ayrı ayrı başarılı. Sonunda az önce Stereogum'dan öğrendiğime göre The Story adında şahane bir yeni şarkısı var ay sonu çıkacak olan There's Me And There's You adlı albümünden çıkan. Stereogum'ın güzel bir tanımı var bu adamla ilgili bir de. Şöyle "UK electronic sound sculptor, theorist, and manifesto writer Matthew Herbert, aka Herbert". Doğru demişler.

Dinleyiniz: The Story By Matthew Herbert

Mercury Barenaked!!!

Flaş Flaş Flaş!

Sürekli gerileyerek hayatlarımızı iletişimle ilgili çıkmazlara sokan Merkür ilk kez böyle yakalandı.



Yüzeyinde görülen o izler aslında kendisinden nefret edenlerin silahlarından çıkan kurşunların yarattığı izler diye düşünmekteyim.

Şaka bir yana bu Merkür'ün bu kadar yakından, bu kadar net görülebildiği ilk fotoğraf. Taze taze hemen buraya ekleyeyim dedim madem kendisinden ara ara yakınıyoruz.

Salı, Ekim 07, 2008

99 Francs

Ha bir de, unutmadan bu gece izlediğimiz filmi de tavsiye edeyim izlememiş olanlara. Aşağıda gördüğünüz filmi izleyiniz. Aklıma gelirse yazarım bir şeyler zira şu anda hiçbir şey yazmak istemiyorum.

İlişkilerin Doğası Üzerine Bir Adet Saçmalama

4 Months 3 Weeks 2 Days'den bir adet bebek, The Days of Abandonment'tan bir adet sürüngen, Bin Jip'ten görünmezlik, bir de son olarak yapmak istenilenler... Hepsi bilinçaltından çıkıp rüyalarda cirit atıyorlar. Üstüste birkaç film izleme özelliğini yeniden kazanan bir insan oldum çıktım ve rüyalarım son zamanlarda ansızın değişiverdi.

Bugün sabahki derslerimden sonra eve geldiğimde saat 3'tü. Müzik dinlemeye başladım ve bugün dışardayken shuffle'da harikalar yaratmış olan iPod'umdan aklımda kalan ve aylar önce arşivime eklenip kendi halinde bekliyor olan Dustin O'Halloran'ın "Opus"larını dinledim durdum. Yalnızken dinlenebilecek en ideal isimlerden biri haline geldi kendisi hatta.

Sonra akşama U.'u yemeğe çağırmıştım. Onun için hazırlıklar yaptım. Yaparken nasıl olduysa aklım sanırım Man Stroke Woman'dan yola çıkıp -ki diziye hangi ara sıçradı düşüncelerim hiç hatırlamıyorum- kadın-erkek ilişkilerine geldi. Erkekler her zaman - hatırladım nereden o noktaya uçtuğumu şimdi ama yazmayacağım sanırım- kadınların "arıza" olarak nitelendirilen eğilimlere sahip erkeklere aşık olduğunu sonra da üzüldüğünü ama nedense hiçbir zaman akıllanmadıklarını düşünürler. Daha geçen gün yazdığım bir yazıya gelen yorum da bundan bahsediyordu. Velhasıl ben şöyle bir sonuca vardım -ki ne kadar doğrudur veya ne kadar yaygındır bu bilmiyorum ama kendimle ilgili ilginç bir ayrıntı olduğu için buraya da yazayım istedim; eğer bir kadının gözünde çizilen erkek imajı "default" olarak arıza ise, yani demek istediğim eğer bir kadına erkeklerin özellikleri sorulduğunda, "hepsi aynı, şöyle böyle bıkbıkbık" şeklinde ifadelerle yakınıyorsa, bu tanımın "default" olmasından kaynaklanarak karşısına çıkan erkekleri de buna göre kategorize ediyordur. Bu kategorizasyon sırasında eğer tanıştığı erkek, erkeklerle ilgili baştan kabul ettiği o tanımlara uyuyorsa tanımdaki olumsuzlukları standart erkek özelikleri olarak kabul ettiğinden dolayı, bu arıza eğilimleri taşıyan erkeği ancak erkekten sayacaktır. Kendi halinde, sakin, sessiz, uslu yani o olumsuz tanıma uymayan erkekleri de kaba tabirle "erkek müsveddesi" kategorisine sokacaktır tabii bu durumda.

Aynı şey erkeklerin kadınlarla ilgili tanımları ve onların kategorizasyonunda da geçerli sanırım. Eğer kadın denince "femme fatale" bir görüntü beliriyorsa erkeğin aklında, o adamın ilişki kurmak isteyeceği kadın da kadınsılığını onun kadın tanımına uyarak elde edecekse, bu erkekte sürekli kendisine acı çektiren kadınlarla beraber olma eğilimini görmek pek şaşırtıcı olmayacatır.

Etrafımda birkaç tane yeni evli arkadaşım var ve çoğuna baktığımda aslında ya akıllarında geçmişten getirdikleri o kötümser erkek tanımını bir kenara bırakıp, salt o tanıma uymadığı için aslında farkında bile olmadan erkek olarak görmedikleri ama tam da o özelliklere uymadığı için beraberliklerde sorun yaratmayan uslu ve kendileriyle evlenildiğinde sorun çıkarmayıp aksine huzur yayan o adamlarla evli olduklarından, epeyce tatminsizler. Bunu onlara söyleseniz kabul etmeyeceklerdir eminim; kim zorlukla kuruğu düzenin bozulmasını göze alabilir ki hem. Ama sanki gözlerinde birkaç sene önceki heves gitmiş, yerine alışkanlığın ve kabul etmişliğin getirdiği bir bıkkınlıkla yaşamaya çalışıyor gibiler. Eh diğer taraftan da kötücül karşı cins tanımlarına sahip ama vazgeçmemiş kadın ve erkeklerin durumu ise yalnızlık oluyor genelde. Yalnızlık değilse de daha çok üzüntü ve muz kabuğu oluyor durum.

Tabii buradan, herkesin aklındaki o kötücül kadını-erkeği bulması ve acı çeke çeke mutlu olmayı öğrenmeli veya sırf üst paragrafta yazdığım o çiftler gibi gözlerinde yılgın ve donuk ifadeler belirmemesi için bu arayıştan vazgeçmeyip yalnız da kalsa böyle devam etmeli gibi bir sonuç çıkmamalı. Aksine tanım her şeydir, onu anlatmaya çalışıyorum sanırım ben. Eğer bir insan o tanımları dürüstçe, çuvaldızı biraz da kendine batırarak daha makul hale getirir ve bu tanımlara uygun birini bulduğunda, karşı cinsin erkekliğini veya kadınlığını kötülüğe değil de iyiliğe ve "kendi gibi"liğe bağlayabilirse, sorunsuz ilişkiler yaşar. Yani aslında eğer aklınızdaki kötü özelliklerle tanımlanmış karşı cins kavramının içini temizler, pencereleri açar hava aldırır ve içeri temiz hava sokabilirseniz, daha sağlıklı ilişkiler kurulabileceği bir gerçek gibi görünmekte bana. Bilmem siz ne dersiniz ama...

Cumartesi, Ekim 04, 2008

"... kırmızı ve melodik siyah tonlardır."

Bu akşamı gelinlik bakmaya ayırmışım haberim yokmuş. Tabii ki kendime bakmadım. Y. önümüzdeki yaz evlenecek ama onunla beraber beni de bir heyecan sardı ki sormayın. Y. ile tanışıklığımız çok uzun değil. Geçen Şubat'ta İstanbul'da Mano'da otururken C. tanıştırmıştı bizi. Kendisini çok sevdim. C. sayesinde tanımaktan mutluluk duyduğum insanlardan biri ve hatta daha bile fazlası sanırım. Sonra o başka bir C. ile tanıştı. Birbirlerine aşık oldular. Üç hafta sonra da aileler birbirleriyle tanışacak. Sonra Y. Amerika'ya gidecek büyük ihtimalle C.'in yanına. Her şey güzel güzel devam edecek onlar için ki öyle olmasını en az kendi mutluluğumu istediğim kadar çok istiyorum.

Neyse bu kadar saat kendisine baktığım gelinliklerden sonra kendim için de ileride belki giyerim diye koydum o modellerden birkaç tanesini bir kenara. Buraya koymayacağım merak etmeyiniz. Nasılsa öyle bir durum da yok ortalıkta ve olacağını da düşünmüyorum birkaç sene kadar. Yine anladım ki ciddi ciddi uzakmış bana bu işler. Dekorasyonu, aksesuarları ve kıyafetleri dışında bulaşmayayım bu gibi işlere.

Bugün sabah ilginç bir rüya gördüm. Sabah sabah daha uyanmamış halimle de o sıraa saat farkından dolayı ayakta olan Muzo'ya anlattım tüm rüyayı. Birkaç gün boyunca film izleyince, filmlerden belli parçaları birleştirip kendi filmini çekmiş bilinçaltım.

Ntv'de bu akşam tam da Y. ile gelinliklere bakarken, Anne Boleyn'in hayatını anlatan bir belgesel vardı. Bu belgeseli buraya yazma sebebim ise, fondaki müziklerdi. SigurRòs'un Untitled #1'ı duyduğum andaki şaşkınlığım daha dinmeden, Spiegel im Spiegel başladı. Filmlere, belgesellere böyle güzel müzikler seçen insanlarla tanışmak istiyorum.

Başka da bir şey yok söyleyeceğim. Ha bir de 4 Months, 3 Weeks, 2 Days'i izledim sonunda.
Evet, sonunda.
Öyle.

Cuma, Ekim 03, 2008

"You've got disaster on your mind"



The Besnard Lakes'i çok özlemişim.

Sanırım birkaç saatir aralıksız dolandım orada burada. İ. saat 4'te İstanbul'a gidiyor olduğunu söylemişti. REM izleyecek kendisi. Nedense hiçbir zaman REM konserine gidecek akdar sevemedim o grubu. Halbuki lise zamanlarımda insanların sevdikleri gruplardan bahsettiklerinde kendilerine saygı puanı kazandırdığı için pek bir hevesle kullandıkları bir isimdi REM. Toplasanız on tane şarkısını bilirim bilmem. Eminim ki grup çok başarılı yoksa bu kadar sevenleri olmazdı ki evet seven insan sayısı bir kriter oluşturmaz normalde bir grubun kaliteli olup olmadığına dair ama işin içine sevilen grupların etkilendikleri isimleri sayarken bu grubu atlamamaları ve etrafımda müzikten anladığını düşündüğüm insanların REM sevgisini düşününce, evet diyor insan; bir şeyler mutlaka vardır ben göremesem de. Ama ne yalan söyleyeyim, grubun müziğinin çaldığı yerde müzk boşlğu hissediyorum her seferinde. Sevdiğim birkaç şarkısı dışında hayat boyu bu grubu dinlemeyebilirim ki o sevdiklerimi de dinlemesem de olur. O derece kayıtsızım.

Neyse işte, geçende NTV radyo dinlerken bir yerde, bir anda Spiritualized ve REM isimlerini yanyana duydum (bkz: yanyana durmak). Tabii şok içinde internete sarıldım ve bu zamana kadar bir kez bile merak etmediğim konser bilgilerini harıl harıl aramaya koyuldum. Kolay oldu tabii öyle zorlanmadım böyle harıl harıl desem de. Konser biletlerinin satıldığı bir yerde konsere ön grup olarak Spiritualized'ın çıkacağını öğrenmiş bulundum ve bunu önceden öğrenmediğim için kendi kendime sinirlendim. Zira Spiritualized ön grubu olduğu REM'den daha çok heyecanlandırıyor beni. En kötü zamanlarımın, sessiz kalıp içimden tek kelimenin çıkmadığı zamanlarda beni ifade eden kişisel sözcüm ilan ettiğim gruptu bir ara geçen sene Kasım-Aralık civarlarında. Imagine Room'a da boy boy videolarını koymuştum, şarkılarından başlıklar yapmıştım. Ama sanırım iyi oldu gidemiyor olmam çünkü hiçbir şekilde o grubun bana anımsattığı anlara, şeylere, kişilere aklım kaysın istemiyorum. NTV'den izlerim ben görüntülerini. Bir de İ.'e söyledim, eğer Broken Heart veya Ladies and Gentleman, We're Floating In Space çalarlarsa beni arayacak ve bana dinletecek bu şarkıları. O zaman sorun yok.

Dün K. buradaydı. Son dakikada akşam yemeğine geldi. Güzel yemekler yaptım her zamanki gibi. Sonrasında da domestik domestik kış çaylarımız ve ortamızda Mırlayan Paul ile dün aldığım altı filmden birini seçip izlemeye koyulduk. Kim Ki-Duk adlı pek bir sevdiğimiz yönetmenin Boş Ev'ini (Bin Jip) izledik. Eminim bir çok kişi şimdiye kadar izlemiştir zira yeni br film değil, taa 2004'ten. Filmde genç br adam görüyoruz. Evlere giriyor bu adam. Hırsızlık amacıyla falan değil, sadece birkaç gün orada kalmak için. Girdiği her evde evsahibinin çamaşırlarını elleriyle yıkıyor, evsahiplerinin fotoğraflarıyla fotoğraflarını çekiyor gayet sevimli bir şekilde. Sonra bir eve daha giriyor ve filmin sonuna kadar aşık olacağı kadınla karşılaşıyor. Bundan sonrası epey bir spoiler olacağından bir şey söylemeyeyim diyorum. Ama ilerde bir gün mutlaka yazacağım bu filmle ilgili daha adamakıllı bir şeyler. Dolls'u izlerken oraya buraya saçılan ben, bu filmi izlerken çocuğun sevimliliğine mi, onların aşklarının güzelliğine mi, aralarında sonsuz bir telepati varmışçasına tek kelime etmeden birbirlerini sevişlerine mi, girilen her evde ayrı ayrı görülen Kore geleneklerinin bize sunuluşundaki ustalığa mı yoksa tüm filmin anlattığı ne varsa bu denli basitçe ifade edilmiş olmasına mı aşık olayım bilemedim. "Sessizce, kendiliğinden ve sürtünmesiz" diyerek ifade ettiğim ideal ilişki tanımımın kurgu haline getirilmişi olan bu film izlenesi ve arşivlenesi.

"feel the city searching for my loneliness"

Bu artık son olsun. Bundan sonra uzunca bir süre daha, buranın şekliyle tasarımıyla uğraşmayacağım.

Onun dışında, bir dışarı çıkıp geleyim, sonra başlarım başınızı şişirmeye. Sizi şimdilik bu aralar yine delice dinlemeye başladığım The Clientele'nin şu videosuyla başbaşa bırakıyorum. Gözlerinizi ovuştura ovuştura yatağınızdan doğrulmaya çalıştığınız anda, önce pencereden, sonra da kısık gözlerinizden içeri girmeyi başaran cılız gün ışığı gibi bir etkiye sahip. Mutluluk verici ama hiçbir zaman tam değil. Hep bir yanı yarım kalkmaların devamında çalıp duruyor sanki Reflections After Jane.

Perşembe, Ekim 02, 2008

"i touched your face and saw the night again"

"and in your arms i watched the stars
ascend and sweep a loneliness away for a while
your fingers white and locked in mine
i kiss your face i kiss your eyes until
they turn to me and softly smile"

Birileri bu adamları durdurmalı ki müzik yapmasınlar, böyle sözler yazmasınlar, gece gece can sıkmasınlar.

Çarşamba, Ekim 01, 2008

The Blue Notebooks

Artık eve geliş ve işe gidişlerde düşünebiliyordum son bir iki aydır yoğunluktan dolayı. Yine geçen hafta eskiden bir soru gelmişti bana o aklıma geldi. Şöyleydi:

- Birileri "Ya müzik dinleyeceksin, ya da film izleyeceksin; birini seç, diğerini yapamayacaksın" diye sorsa hangisini yapmayı isterdin?

Ben de "Müzik dinlemeyi tercih ederim çünkü nasılsa artık kurgu da okuyamıyorum zira kurgunun bana bir şey kattığını pek düşünmüyorum. Herhangi bir müzikle kendi kendime bir çok kurgu yaratabilirim. İzlemem gerekmiyor illa ki hayalgücümün tetiklenmesi için" gibi bir cevap vermiştim.

Sonra aynı kişi bana "Ben film izlemeyi tercih ederdim çünkü nasılsa filmlerin Soundtrackleri var. Böylece hem film izlerim hem de izlerken, müzik dinlemiş olurum" gibi bir cevap vermişti. Pek mantıklıydı ama bu kısıtlamayı bana getiren kişiler büyük ihtimalle filmlerdeki müzikleri de yokederler gibi düşündüğümden yine de sevmemiştim o cevabı. Hem en az benim kadar müzik sevdiğini bildiğim bir insanın müzik dinlemeyi film izlemeye kurban etmesi ilginç gelmişti zira bu kişi müzisyen de değildi ki müzik dinlemediği zamanlarda güzel müzikler yaratsın kendi içinde ve bundan zevk alabilsindi.

Bunun dışında ayrıca film izlemeye gerek de yok bir kurgunun içinde kendini bulmak için bence. Demek istediğim, kitap okursun ve kitabın insanda tetiklediği o yaratıcı güç kişiyi özgür bile kılabilir bir çok açıdan. İzlerken gördüğüne bağlısın. Hayalgücün gördüklerini referans noktası alır. Evet bu referans noktaları bazı yönetmenlerce şahane kurgulanmış olabiliyorlar, buna bir şey diyemiyorum. Hem ikimiz müzisyen olmadığımız gibi yönetmen de değildik; ama olsundu... Yani hayatın içinde yaşarken bile bazı durumların ayrımına varıldığında çok ince ayrıntılar bizi o yönetmenlerce çekilmiş filmlerdeki kadar estetize edilmiş ve mükemmel hale getirilmiş kurguları yaşamaya yönlendirmez belki ama o kurgunun içinde, onu yaşamak için başka biriyle (aktör) kendimizi özdeşleştirme ihtiyacı duymayışımız, her şeyi ilk elden yaşıyor oluşumuz, yani kısacası her şeyi birebir deneyimlememiz film izlerken kazandığımız deneyimlerden çok daha değerli diye düşünüyorum. Film izlemeyerek aç bıraktığım o tarafımı doyuracak hayatıma dair onun içinden kurgularım olabilmeli çünkü. Eğer olamayacaksa yaşamanın bir anlamı yok sanki.

Bu nedenle eve gelirken bunları anımsamış ve düşünmüş olmamın nedeniyse kendi kendime yönelttiğim "Şu anda kör mü olmayı yoksa sağır mı olmayı tercih ederdin?" gibi bir soruya (evet ben bazen ve hatta çokça böyle şeyleri kendime soracak kadar saçma biriyim), "Tabii ki kör olmayı" şeklinde verdiğim cevaptı. Sonra bir anda aklım bu üstte yazdığım ana gitti. O cevabı tekrar düşündüm. O sorunun cevabıyla, bu sorunun cevabı çok aynıymış dedim. Hatta görmeyince insan daha bile özgür olabilir diye düşündüm zira gördüklerimiz bizi genelde yanıltır ama nedense görmediğimize inanamayız da.

Hem Max Richter Kafka'nın The Blue Octavo Notebooks'undan öyle güzel bir yeri alıntılamış ve The Blue Notebooks adlı şaheserinde kullanmış ki, bu konunun üstüne yazmadan edemedim. Şöyle:

"Everyone carries a room about inside them. This fact can be proved by means of the sense of hearing. If someone walks fast and one pricks up one's ears and listens, say at night, when everything round about is quiet, one hears, for instance, the rattling of a mirror not quite firmly fastened to the wall."

O odayı çok seviyorum ben.

Björk - Fatma Girik (by neriman köksal)

Sözlükte "neriman köksal" güzel bir benzetme yapmış Björk'le ilgili. Sabah sabah güldüm.

"extra time, on the ground"

Çok sevdim ve blogu bu hale getirdim. Sonbahar dekorasyonu hayırlı olsun. Bu mevsimin bu zamana kadar geçmiş olan tüm sonbaharlardan daha güzel geçmesini diliyorum. İçim açılsın istiyorum biraz ve bu nedenle kışa kadar böyle idare edeceğiz artık.

Annem ve babam geldiler bugün. Onlara harika bir yemek hazırladım akşam. Üstüne oturduk, güzel güzel sohbetler ettik. Bugün babamı o eskilerden bahsediyorken izledim ve bir an kendimi tutamayıp ağlayacaktım onun ne kadar yaşlandığını farkettiğimde. Onların başına bir şey gelse hala ne yaparım bilemiyorum. Bilmek durumunda kalacağım bir anı da yaşamak istemiyorum kimse gibi.

Her şeyin daha kolay olduğu bir zamana geçiş yapmış gibi hissediyorum. Zamanında bir İstanbul'da, bir Ankara'da gördüğüm bir arkadaşımın "İnsanlar beni nereye götürüyorsa düşünmeden oraya gidiyorum bu aralar" şeklinde kendini ifade edişine karşılık verdiğim cevap "Çok easy-going birisin" olmuştu. Gülmüştük; kulakları çınlasın O.'un. Şimdi aynı sıfatı kendimi nitelemek için kullanabilirim sanırım.

Bugün Cem Adrian vardı Dream Tv'de. İlk beş şarkısını sıralıyordu sanırım ama ben üçüncüsünde yakaladım. Üçüncü şarkısı Portishead "Only You", ikinci Röyksopp "What Else Is There?" ve birinci de Björk "Wanderlust" oldu. Yay burcu ve elleri soğuk biri olmasından ötürü sevmiştim. Biraz daha sevdim kendisini. Ama yine de kızgınlık geçmiyor.

G.'nin bana geçen yaz aldığı Moleskine benzeri ufak bordo defteri buldum bugün. İçinde tek bir şey yazıyordu ve bu uzaklarda birinin adresiydi. O sayfayı yoksayıp, kendisine yeni bir işlev kazandırasım var.

Birkaç gün önce işe giderken cılız güneş ışığından kamaşmış gözlerimi kırpıştırırken, Air'ın Playground Love'ı çalmaya başladı. Daha ilk notasından itibaren gözlerimi bilinçsizce kapadım ve kendimi gökyüzünde süzülürken hayal ettim. Sonbahar ile daha da güzel görünen renk skalasının oralardan nasıl görünebileceğini şarkının yardımıyla havalanarak öğrenmiş bulundum ve bu şarkıyı bu nedenle "uçabilseydim dinliyor olabileceğim şarkı" ilan ettim. Hatırlatayım istedim.