Cumartesi, Mayıs 30, 2009

Deerhunter - Rainwater Cassette Exchange (Cover)

Bazen Deerhunter'ın blogunda kendileriyle ilgili bu kadar yazı, video vb. yoktur diyorum ama dayanamıyorum. Bradford bu cover'ı pek bir beğenmiş hatta demiş ki "It actually sent shivers up my spine, especially during the second verse".

Çarşamba, Mayıs 27, 2009

"Yea of course"



Şimdi, sol başta oturan şu ikisi geçen hafta aynen yine böyle beraber otururlarken, o adamlardan pek bir güzel pek bir yakışıklı olan Lockett'ın bana facebook chat'ten "hello" diyesi tutmuş. O sırada bir yıl boyunca en fazla dinlediğim grubun günümüz anthemlerinden biri olabilecek son albümünün ikinci şarkısını söyleyen gitaristinin bana oradan "Hello" demesi benim için ilginç imgelere tekabül etmekte. Örnek verelim bir tanesine:



"Sevgili" Lockett dedi ki, buralardan hiç ses gitmemiş oralara. Emin mi diye tekrar sordum ama o dedi ki "Bir Bradford'a sorayım." O sorarken ben Lockett'la sohbet ettiğime mi sevineyim yoksa arkasında Bradford'ın oturuyor ve benim sorumun ona bu güzel adam tarafından sorulmuş olmasına mı bilemedim. O da "Evit" demiş. Baya bir süre güzel güzel konuştuktan sonra "Dublin'deyiz. Konsere çıkacağız şimdi" dedi . Ben de konserlerinin güzel geçmesi dileklerimi sundum. Ben yine oturduğum yerde Lotus Plaza ve Deerhunter dinledim, Dublin'de bir grup insan da bu insanları konserde canlı canlı izlediler. Burada hemen sözü iç sesime veriyorum: Bok!

Bu da böyle fantastik bir anı olarak dursun burada. Hatta tam olsun diye "Bu da böyle bir anımdır" diyeyim ve Turn It Up Faggot'ımı dinlemeyi sürdüreyim. Sonra da uyuyayım artık. Yine insomnia yine insomnia zaten.

Salı, Mayıs 26, 2009

"I Won't Be No Runaway Cause I Won't Run"

Bunu diyen birini bırakmamak lazım. Çok güzel.

"birileri de kapilari kapatmaya calisiyordu sanki"


Her şey oldukça yolunda ilerlerken ayağa takılan bir taş, ve fakat hatta ayağa takılan demenin onu küçümsemek olacağını düşündüğüm için önünüze çıkan kocaman bir kaya parçası olarak Gone Away adlı şarkının içine girip, şarkıyı darmadağın etmek istiyorum. Çünkü ben bunu yapmadığımda , ki yapamıyorum, o benim içimde bir şeyleri paramparça yapıyor her seferinde.

Şu hayata bir şeylerin yasaklanmasını ve hatta yok olmasını isteseydim eğer, kocaman bir "aşağılık şarkılar listesi" hazırlar, ilk üçe de bu şarkıyı eklerdim ve yok ediciye verirdim bu listeyi. Bir gün beni de bulsa Francisco, ben kayalıkların orda başka birisini görmeyi umarken. Tabii daha mantıklı çözümler de var ama bu şarkıların kime hayrı olmuş da bana da iyiliği dokunsun. Tüm kağıtlarını, not kartlarını, alışveriş listelerini, ne varsa alıp gitsin Shara kadını hayatımdan.

Daha yeni fark ettim bir mailın sonunda ismini yazarken, o ismi hastalık sarısı fonun üzerine açık gri bir renkle yazmış birisi. O anki ruh halini belki de o ismi o hade yazarak ifade etmeye çalışmış ama ben konuya odaklanmaktan görmemişim. Kaybolmak, buharlaşmak istemenin farklı bir dışavurumu. Ne garipmiş.

Eğer uyumazsam iyikötüadama geçiş yapmaktan ve yolumu iyice kaybetmekten korkuyorum.

Pazartesi, Mayıs 25, 2009

"to show from where we came"

Ben yine gece gece tam da Manics deliliğim tutmuşken, bir şey yaptım. A Design for Life bugün, yani aslında dün, durmadan dinlemek istediğim şarkı oldu ve listelerde bir anda bir numaraya çıktı. Eh yaptığım şey de burada, isteyen bir baksın o halde.

Pazar, Mayıs 24, 2009

We don't talk about love, we only want to get drunk"

Geçen gün B. bana otururken, o gürültünün içinde iPod'undaki bu videoyu izletti. 1995 sonrası birkaç senemi özellikle anlamlı kılan gruplardan biri de Manic Street Preachers'tır. Hatta zamanında İ. ile oturup sohbetlerimize konu etmiştik bu senelerin ne kadar kısmetli olduğunu. Zira 90ları 90lar yapan zamanlardı. Şimdi burda saymaya üşendiğim yüz bin tane grubu kendi kendime internet falan olmadan Mtv'de klip yolu gözleyerek bulmuştum. Hatta sanırım o bekleyişler ve o kolay bulamayışlar, br şeyleri daha makul tüketmeye sebebiyet veriyordu ve dolayısıyla zorlukla elde edilenin de değeri başka oluyordu. 90ları 90lar yapan buydu sanırım benim açımdan.

Bir gün böyle bir kalabalıkta bu videoyu izlerken bile hissettiğim, içimde patlayıp içinden konfetiler çıkmasını umduğum o odayı açmayı diliyorum. O halde "Ahh..." deyip bu "şayane" videoyu herkes izlesin istiyorum.

Ne güzel bir grupsun sen Manic.

Cumartesi, Mayıs 23, 2009

Deerhunter @Noisepop 2009

Kocaman Deerhunter konseri. Canlarım benim. Yerim merim.

Cuma, Mayıs 22, 2009

Grizzly Bear - Two Weeks

Bugün Grizzly Bear'ınmış meğerse, ben anlamamışım. Tabii başka güzel ve heyecanlı bir şey daha oldu ama o sonraya. Önce videoyu izleyelim, fonda duran camların Mondrian'lığına dikkat edelim. Grizzly Bear üyelerinin kısa devre yaparkenki halleri temalı videonun yönetmeni Feist'ın 1234 ve My Moon My Man'ini çeken Patrick Daughters kişisiymiş.

Grizzly Bear @Black Cab Sessions - All We Ask

Eğer Radiohead bu sene albüm yapmazsa, Sigur Rós özüne dönüp de yei bir şeyler yapmazsa, Deerhunter dünyanın sonu yaklaşıyormuşçasına birbiri ardına ürettikleri şarkıları bir albüme toplamazsa büyük olasılıkla benim 2009'umun en iyi albümü olabilir Veckatimest. Bu da canım Black Cab Session'ından. Büyüyünce taksici olası geliyor insanın.

Grizzly Bear - All We Ask

Perşembe, Mayıs 21, 2009

Whitetree - Drerek's Garden

İyi ki müzik var.

Whitetree çok Nisan ama kendimi çok ifade etmek istemediğim ve anormal hissedenlere karşı kayıtsız kaldığım, onlarla empati kuramadığım ama ben anormal hissedince hakikaten anormal saydığım bir dönemin içindeymişim gibi hissettiğim Mayıs'a kaldı. Daha çok dinlemeli, gökyüzüne bakmalı, çimen kokusunu içe çekmeli ve şükretmeli.

Çarşamba, Mayıs 20, 2009

"so i locked the door"

"Saçlarımı tel tel öperdi. Uykuya dalardım. Klimt'in elinden çıkmış tablolara dönüşürdük. Benim saçlarımdan dökülen çiçekler onun vücudunda saf renge dönüşürdü. İçimde barınan ve benden beslenen tüm o ayrıntıları sadeleştiren tek şey oydu."

İnsanların sinirleri gerim gerim geriliyken sessiz kalmaları o gerilimi daha da can sıkıcı yaparken, durumun daha kötüye veya daha iyiye çevrilmemesi için tam da bu sessizliğin gerekli olması epeyce ilginç geliyor bana.

Aslında geceye daha güzel devam edesim vardı ama Husbands and Wives izleyeyim diye bilgisayara taktığım dvd bir anda kendini görünmez kılıp, olduğu yerden çıkarılmayan hale geldi. Tabii ki çıldırıp yaklaşık bir buçuk saatimi onu slottan çıkarmaya harcadım. Durumu hallettiğimde ise anlık bir rahatlama ile bir adet sigara içtim. Sonra tüm gün üzerimde olan o gerginliği yeniden hissetmeye başladım. O sırada benimle iletişimde olan bazı insanlara arada ekrana bakarak bağırdım ama hiç belli etmedim. Sustum genelde. Yatayım artık falan dedim hatta birkaçına. Eğer buraları okuyorlarsa, uyumadım ben, burdayım ve hala içimdeki sıkıntıyı bir yere boşaltamadığım için kafamın içinde voltalar atıyorum.

Arada ufak ufak söylendikleri anları daha da eğlenceli kılması planlanmış sözlerin birikip birikip böyle zamanlarda insanın içinde patlaması, geleceğin zaten neolacakbilinmezliğini daha da belirsizleştirmesi üzerine söylenecek elbette bir şeyler bulunuyordur ama söylersem daha da saçmalarım diyerek susayım en iyisi bu konuda.

Yarına yine bir öğledensonrasıparkseansı beni bekliyor olacak. Biraz kitap okumak ve ağaçların gölgesinin altında çimenlerin üzerinde kitap okumak ve müzik dinlemek iyi gelecektir diye ummaktayım. Eğer o etki oluşmazsa da şu önümüzdeki birkaç günü bu halimle geçirebilir miyim bilemiyorum.

Geçen sene bunun bilmemkaç katı kötü hissettiğim vakitlerde sürekli LCD Soundsystem dinlerdim. Bir nevi o sıralarda içimde birbiri ardına patlayan kötü hislere karşı ayna vazifesi görüyordu o hiçbir şeyi kaale almayan şarkılar. Şimdi yine aynı şarkılara dönüş yapmamak için bazı virajları dikkatli almak gerekiyor ve bunun farkındalığıyla kendimi sabahtan beri bir Justice'in bir de Bach'ın ellerine bırakmış haldeydim. Şimdiyse kürkçü dükkanına geri dönüp biraz Mogwai'den sonra yatağıma gidip uyumayı ve bu sefer güzel rüyalar görmeyi planlıyorum.

Salı, Mayıs 19, 2009

"Odadaki dağınıklığın sanat eseri gibi göründüğü an"

"Şöyle bir anım var anlatayım istedim:

Sene 1926. Bir gün Marcel'in (Duchamp olan tabii ne sandınız) bir eseri (The Bride Stripped Bare by Her Bachelors aka The Large Glass) tam da sergilenileceği alana götürülürken üzerindeki cam kırıldı ve ona nasıl söyleyeceğini bilemeyen insanlar kıvranıp durdular. Sakin olun dedim dinletemedim. Velhasıl sevgili Marcel (evet çok yakınız) durumu gördü ve kırılmış parçalara bakıp "Hayatın eli değmiş ve işte şimdi tamamlanmış bir sanat eseri olmuş bu" deyip gülümsedi. Herkes bir rahatladı bir rahatladı sormayın.

İşte o zamandan beri dağınıklık insanların gözünde arada bir sanat eseri olarak görünür durur. Yaşanmışlık var ya; ondan herhalde."

demişim bir yerlerde bir zaman. Geçende D. Tracey Emin'in yandaki My Bed adlı enstalasyonunu bir yerlere ekledi de aklıma gelmişti. Açık düğmeleri iliklemek, şimdiyi geçmişe borçlu olmak bidibidi bikbik.

I Google You

Porselen Kertenkele'den gördüm, buraya koymadan duramadım. Bu aralar her gördüğümü yapmadan duramıyorum zaten (için kötü senin). Neil Gaiman tarafından yazılmış, google dünyasının kurbanları üzerine hoş bir türküymüş bu.



I Google you
late at night when I don't know what to do
I find photos
you've forgotten
you were in
put up by your friends

I Google you
when the day is done and everything is through
I read your journal
that you kept
that month in France
I've watched you dance

And I'm pleased your name is practically unique
it's only you and
a would-be PhD in Chesapeake
who writes papers on
the structure of the sun
I've read each one

I know that I
should let you fade
but there's that box
and there's your name
somehow it never makes the pain
grow less or fade or disappear
I think that I should save my soul and
I should crawl back in my hole
But it's too easy just to fold
and type your name again
I fear
I google you
Whenever I'm alone and feeling blue
And each scrap of information
That I gather
says you've got somebody new
And it really shouldn't matter
ought to blow up my computer
but instead….
I google you

Dave Brubeck & Radiohead - Five Step

En sevdiğim sayı 5.

Görmeyenlerimiz varmış bu videoyu. Dayanamayıp tekrardan ekliyorum buraya. Görülsün dinlensin, sevilsin, mutlu olunsun diye. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde isteyene mp3 halini bile sağlayabilirim. Bugün gönlüm bir bol bir bol ki içine bir ben daha sığar.

Whatever Works by Woody Allen

Rüyamda annem ölecekmiş. Onu ölürken görmememiz için bizi bir uçağa bindirip Avrupa'nın ve Amerika'Nın mhtelif yerlerine gönderiyordu kafamız dağılsın diye. Nasıl bir kafa dağınıklığıysa. Halbuki zaten dağınıktı başka hiçbir şeyin dağıtamayacağı kadar. Kötü, hatta evet yazayım "bok" gibi hissettim. Ağlıyordum sürekli. Uçakta yanımda B. ve kızkardeşlerim vardı. Sanırım B.'yu da artık kızkardeş gibi görüyorum. Anneme son defa bakışım gözümün önüne geliyordu ve daha uçak kalkmadan ağlıyordum ona sarılıp. Uyandığımda dişlerimi sıkıyordum. Gözyaşlarım henüz anime karakterleri gibi fışkırmıyordu gözlerimden, taa ki annem o sırada arayana dek. Mükemmel bir zamanlama ile sabah konuşmasını yapmak için arayan annem telefonda beni ağlarken duyunca ne yapacağını şaşırdı. Sanırım o da ağladı ama çaktırmadı. Çok özledim sanırım. Bilinçaltım adice oyunlar oynuyor bana gidip göreyim onları diye. Velhasıl günüm böyle başladı. Olabilecek en şahane şekilde evet.

Neyse uyanıp koca bir bardak su içtikten ve yüzümü gözümü yıkadıktan sonra Paul'u sevip biraz Reader okuyayım dedim. Kafamı dağıtmam gerekiyordu. Sürekli takip ettiğim bir sitede son 7-8 aydır post-production olarak imdb'de gördüğüm Woody Allen'ın yöneteceği bir filmin trailer'ına rastladım. İyi ki rastlamışım. Üst paragrafta yazdığım kötü hislerin dağılmasının müsebbibidir bu film.

Tabii başlığı uzun tutmayayım diye bir şeyleri eksik bırakmak zorunda kaldım. Yazmadım diye ikinci plana attığım sanılmasın sakın. Hasssssstası olduğun Larry David de var. Ki zaten son filminden (Viki, bıdıbıdı, Barcelona) sonra, Woody Allen'ın onu eskiden beri takip edenlerin kalbini kazanabilmesi için ancak Larry David'i başrole koyabilirdi diye düşünüyordum. Larry David ki Curb Your Enthusiasm'ın başrol oyuncusu ve yönetmeni, Seinfeld'in yaratıcısıdır; sadece bu ikisiyle cennet diye bir şey varsa oraya bilmemkaç milyon insanı gülmekten öldürdüğü için gitmelidir. Woody Allen ki en kötü zamanlarımı son iki üç filmi dışında diğer tüm filmlerini izleyerek geçirdiğim ve akıl sağlığını koruduğum insandır. İkisinin mizah anlayışı birbirininkiyle inanılmaz bağdaşıyor zaten. Larry biraz daha Batı, Woody ise her daim kendini New York etiketiyle pazarlamış bir yönetmen ama her ikisinin de takıntıları, Yahudilikleriyle alıp veremedikleri, detaylarda gördükleri komik ayrıntılar bu filmin trailer'ından damlıyor. Yine yaşlıca bir adam, bol takıntılı, hastalık hastası, normalden fazla çalıştığına inandığı aklı sebebiyle başkalarına karşı huysuz ve umursamaz, evlilikten nefret eden, her durumda çocukça tepkilere sahip olacak kadar da saf bir karakter var elimizde. Larry'ciğimin Curb Your Enthusiasm'dan epeyce alışkın olduğu bir karakter tabii. Zorlanmamıştır ve hatta doğaçlama olarak oynadığı çok olmuştur eminim. Hiçbir filmin değil ama bu filmin setinde olmayı çok isterdim. Avrupa'da ilk Fransa'da gösterime girecek gibi görünüyor, o da 1 Temmuz. Türkiye'ye ise ne zaman gelir, sanırım daha belli değil. Hatta umarım gelir.

"Fakat beklemek lazım... Uzun zaman!"

Geçti o uzun zaman deyip Macide'ye nanik yapıyorum burdan. Uyuz şey seni.

Bugün gün içindeki müzik dinleyişimdeki kişiliksiz tavırla ilgili konuşmak isterdim ama sanırım makro ölçekte o kişiliksizlik hep var. Riceboy Sleeps üzerine Crystal Stilts ve onun üzerine A Place to Bury Strangers... Sonra bir de heyecanla Justice'in remixlerinden oluşan bir albüm... Şimdi ise Bell Orchestre ve UNKLE belki de. Eğer Justice'den vazgeçebilirsem tabii. Ama olsun en güzel müziği ben dinliyorum deyip arsızca geçmek istiyorum bu konuyu.

Üzerimdeki tüm sıkıntıyı atmış ve rahatlamış hissediyorum demek de isterdim bugünkü toprakla ve yerdeki çayır çimenle bütünleşmiş olarak geçirdiğim birkaç saatten sonra ama maalesef. Aynı huysuzluğum devam etmekte. Annemle telefonda konuşurkenki sabırsızlığım neydi mesela. Veya heyecanla açılmış bir telefon sonrasındaki uyuz ses tonumu neye borçluyum bir de. En azından kendimle konuşmuyorum zira o ses tonuyla kendimle konuşsam bir dakikadan fazla dayanamazdım. Konuşmakta ısrar etsem suratımın ortasına bir tokat atabilirdim. Burayı daha fazla Fight Club haline getirmeden başka bir konuya atlamak istiyorum.

Temizlenmemiş karmalardan söz açılmışken bugün, hakkaten hiç temizlenmeyecek bir tanesini bulduk: Boğazda denize girmek. Sanırım E. ile gün boyu üzerimize çökmüş olan rahatlık hissi kendini o anda sinir strese bıraktı. Sonraki ilk konumuz ise Synecdoche NY idi mesela. Sadece bu filme verilmiş bu referanstan anlaşılabilir üzerimize çöken kasvetin büyüklüğü sanırım.

Günün anlam ve önemine uygun olarak bir adet dişi görünümlü erkek köpek ve bir tane de erkek görünümlü dişi köpek gördüğümüzde artık etrafımızda olan biteni çok daha iyi kavramıştık sanki. Haydut ve Angel adındaki iki köpek belki de bu aralar bize herkesten çok şey anlattı. Ama tabii ortadaki olayın ve anlaşılan şeyin büyüklüğü değil olay. Bu aralar kimse bir şey anlatma derdinde değil. Herkes ciddi şeylerden elini eteğini çekmiş, parklarda, kıyılarda köşelerde, serin bulduğu bir gölgede, evinde bilgisayarı başında sürekli bir şeylerden kaçıyor gibi. Kimsenin hiçbir şeyi başka birine söylemek için ne hevesi ne de cesareti var. Herkes ketum ketum ortalarda dolanıyor aslında. Veya öyle olmayanlar da akıllarındaki boşluğu bir şeylerle kapatmaya çalışıyor. Bu maalesef sıcak günlerde bir adet dondurma, soğuk bir kola veya bira oluyor. İnsanın içindeki boşluğu o boşluğun sahibini bulana kadar absürd şeylerle doldurmaya çalışması ne kadar acı verici bir görüntü. Nice insanlar kaybettik obeziteden, alkol komasından. Sene 1500.

Sene 1500 demişken, son zamanlarda sene 1500 vakitlerinin müziklerini dinleyesim geliyor ama kendimi hiç kişisel ortaçağımın bataklıklarına gömesim yok. Bu oldukça isabetli ve yerinde bir karar tabii. O yüzden ne varsa yenilerde var deyip, çeşitli huysuz ifadelerle hayatıma devam ediyorum. Arada dondurma yeyip, soğuk bir şeyler içiyorum. Birileriyle konuşuyorum ve sürekli sigara içiyorum. Ciğerleri biraz dinlendirdikten sonra içilen sigaranın anlamsızlığını başka hiçbir şeyde bulamıyorum.

Öyle.

Pazartesi, Mayıs 18, 2009

Hobbits on Tall Bikes


"Yirmi dört saat dolmadan seni almaya geleceğim."
A. S. - A.R.

Mıymıy

Son birkaç gündür Lockett Pundt manyaklığım tuttu. Kendisiyle olur olmadık yerlerden bağlantılar kurdum. Bu sabah da aklımın içinde Red Oak Way çınlıyordu. Mırıldana mırıldana uyandım. Kendisinin fotoğraflarını buraya koymak isterdim ama izin mizin almak lazım. Başka bir ara artık.

İçimizdeki Şeytan bitti. Şimdi başka kitaplar bitirme uğraşındayım. yalnız Ayn Rand ile Sabahattin Ali'yi beraber okumak oldukça ilginç bir deneyim oldu. Bu da ayrı bir yazı konusu. Daha gözümü tam açamıyorum.

Bugün E. ile Seğmenler'e gidilip güneşlenilecek, güzel şarkılar dinlenilecek ve hatta paşa gönlümüz isterse içilecek. Bu aralarki huzursuz ruh hallerimi neye bağlayayım bilmiyorum bir de. En iyisinin beklemek ve olabildiğince keyifli vakit geçirmeye bakmak olduğunu düşünüyorum. Ama o keyifli vakitleri geçirirken de yüzümdeki ekşilik hemen belli oluyor. Bir şeylerin yanlış gitme olasılığı beni çıldırtıyor sanki ama define "bir şeyler".. Çaktırmadan kontrol deliliği mi yapıyorum diye kendimi deniyorum ara ara. Ama yok öyle bir şey de. Sanırım kendi kendimi huzursuz etmeye programlamışım kendimi hayatımın bir anında.

Aklımın benim dışımda hiçbir şeyle ilgili 2 dakikadan fazla bir yere odaklı halde kalamamasının sonucuna böylesi bir yazıyı sonlandırmak istiyorum. Akşama daha huzurlu bir halde tüm sinirimi toprağa akıtmış şekilde gelip buraya bir iki saçmalarım yine.

Şimdilik TED'den eğlenceli bir video gelsin o zaman.

Keith Barry does brain magic

Cuma, Mayıs 15, 2009

Julian Plenti - Fun That We Have



Paul Banks son zamanlarda Helena Christensen'le olan beraberliğiyle buralarda uzun süredir dedikodu konusu. B. ile her fırsatta Helena'nın yüzünün nasıl da çökmüş olduğundan bahsedip duruyoruz. Sonraysa, o muhteşem vücuduna takılıyor aklımız. Adil insanlar olarak elimizi vicdanımıza koyup 40 küsür yaşında bacak boyuyla bizi dövebileceğini itiraf edip, bir süre sessizliğe gömülüyoruz. O sırada haset kaynaklı çatırdamalar oluyor içimizde.








Geçen gün bu adamdan ve onu ne kadar sevdiğimden bahsettim hakimlerden oluşan sınıfıma. E sordular favori gruplarınız kimlerdir diye anki anlayacaklarmış gibi. Ben de anlattım. Evet hiçbirini bilmiyorlardı ama bazıları not bile aldı. Neyse işte, sonra bir tanesi dedi ki içlerinden "Eğer çok isterseniz Paul Banks için bir arama emri çıkarttırırız. Gerçek Interpol neymiş görür, getiririz buraya kendisini. Siz görünce de göndeririz yerine" dedi. Görüldüğü üzere Hitler's daughter deseler de sınıf içindeki halime, beni ne kadar seviyorlar, canlarım. Ama ben tabii geri gönderme kısmında kendime pek güvenmediğimden "Yok kalsın ama bu teklifinizi daha sonra gerekli durumlarda kullanmak üzere saklayabilir miyim" diye sorduğumda, olumlu yanıtı da alınca hain planlar yapmaya başladım. Aklımdan neler geçiyor bildiğiniz gibi değil. Canımı sakın sıkmayın.

Bu beyfendinin solo hali şimdi Julian Plenti'ymiş ama ben kendisini Paul olarak tanıdım, sevdim, kedime adını koydum. Şimdi tutup da kedimin adını Julian diye değiştirsem hoş olur mu? Hayır tabii ki. O zaman ne diye Julian Plenti gibi bir isim alma gerekliliği duymuş bu adam? Adaşı Paul Auster'ın en az iki-üç kişiliğe ve isme birden sahip olan karakterlerine mi özenmiş nedir anlamadım.

Neyse, albüm Ağustos'ta çıkacakmış. İlk çıkış şarkısı aşağıda dinlenebilir halde bekliyor görüldüğü üzere. Fena değil. Yeni bir şey yok ve çok ayılıp bayılmadım. Olsun ama Plenti Mlenti her haliyle güzel bir insan. Facebook'ta fan'ıyız, ailecek hastasıyız. Literally.

Julian Plenti - Fun That We Have

Gözleme surat diyenleri hala kın kın kınıyorum. Aklıma bu tanımı sokanları elime geçirdiğim vakitler yakındır.

Perşembe, Mayıs 14, 2009

"When your feet are leaving the ground"



Bu kalitesiz dandik fotoğraflar cep telefonumla tarafıman çekildiler. Anlaşılacağı üzere dün gece Erik Truffaz ve İlhan Erşahin If'teydi. Ben tabii bunu bir gece yarısı If faciasının hemen öncesinde öğrendiğim için birkaç haftadır durup durup "Erik Truffaz" deyip, gülümsüyordum. Kendimi mutlu etmenin farklı bir yolu işte. Hatta o kadar hoşuma gidiyordu ki Erik Bey'i onu dinlediğim ve yolunu gözlediğim yedi senenin sonunda görecek olma fikri, kendimi sahnenin önünde aşkımı ilan etme konusunda fikirlerin içinde buluveriyordum. İlhan Erşahin'i de Love Trio olarak 2003'te izlemiştik O. ile beraber. Ne garip zamanlardı. Ben değilmişim gibi geliyor o zaman kocaman yastıklara uzanıp evdeymiş gibi rahatça iki elimi çenemin altına alarak o konseri izleyen.







Velhasıl dün akşam kendisini izlerken iki defa şu bu aralar gündemimde pek popüler olan göğüs hizasında elleri kalp şekline getirip sevgiyi ifade etme yolunu kullandım. G. sağolsun bunu iyi ki öğretti bana. Buradan kendisine de bir adet yollayalım trip yemeyelim şimdi: ♡. Erik gülümsedi mutlu mutlu bak, valla. Bu bir işaret olmalı.











Dün geceden bazı kareler geliyor gözümün önüne aslında. Ben telefonda konuşurken İlhan Erşahin'in bizi görünce bir anda durup yüzümüze bakması ve İyi akşamlar merhaba" demesi, benimse kırk yıllık arkadaşımmış gibi "merhaba" deyip konuşmama devam etmem. Sonra Erik'i merdivenlerden görmem ve peşinden gitmem. Arada E. ile Prag planları, benim evlilik teklifim, araya giren E.'nin arkadaşı bir adamın bana laf atası ve hemen akabinde konuşmaya dalmamız. Hangi ara oradan ayrılıp içeri girip konsere devam ettim onu da hatırlamıyorum. Ha bir de dünkü kıyafetimin Blair Waldorf'luğu. Aman da aman...

Sonra tabii bu sabah absürd bir sabaha uyandım. Ciğerlerimi ben yataktan kalkarken, yatakta kalmak istemediler, "biz yatalım bugün burada" dediler. Günün geri kalan kısmını onlarsız geçirdim ben de. Dinlensinler tabii. Bu aralar epey yordum onları. Gülmeme bile engel olacak kadar yorulmuşlar.

Aklımda baya bir şey var aslında yazacak ama sanırım yazmamak daha uygun düşer. Yorgunum, hala Erik dinliyorum. Ben bir süre böyle kalacağım sanırım. lost da bitti zaten. Aklım bir orada bir burada. Dün sahnede gördüğüm adamlar sayesinde birkaç saat boyunca hepsi bir araya geldi de bir tat alabildim. Aslında keyfim de yok değil, aksine gayet keyifliyim de ama nedense fazla keyifl olabilme konusunda kötü hislere sahip olduğum için, srekli modumu normalleştirmeye ve hatta normalin altına çekmeye çalışıyorum sanırım.

Vadeva artık. Kitap okuyayım şimdi. Çok az kaldı bak bitiyor bu, bana kitap söylemen lazım ki gidip alayım, ona göre.

Mogwai - Mogwai Fear Satan

Mogwai - Mogwai Fear Satan from La Blogotheque on Vimeo.

Patrick Watson @La Blogotheque

#97 Patrick Watson / Part 4 - A Take Away Show from La Blogotheque on Vimeo.

Pazartesi, Mayıs 11, 2009

Magik Markers - Shells (Balf Quarry)


Magik Markers son bir senedir ara sıra canım sıkıldığında açıp kafamı dinlediğim bir grup. Aslında hiç de kafa dinlendirecek bir halleri yok. Muhtelif zamanlarda Sonic Youth'a ön grup olmuş ve hatta ilk albümlerini Thurston Moore'un plak şirketinden çıkarmış olan bu grup belki de dinlediğim en sert noise rock'ı yapmakta. Ayna gitarlar melodileri yok etmekte, gürültüden kulaklar bir süre sonra hassaslığını yitirmekte. Öyle ki, insan onları dinlerken açık alanda olmak istiyor, dört duvar arasında duvarara çarpan ve dört koldan üzerine gelen sesler arasında ezilip büzülmemek için.

Bir de bazen had safhada dinginleşiyorlar. İnsanı oturduğu yerde bir şey yapamaz hale getiriyorlar. Aklımda bu hafta sonuna dair mutlu bir his olmasa (dersleri iptal etmek için harika bir sebep mesela), şu anda beni sarıp sarmalayan şarkı olurdu bu Shells. Grubun son albümü Balf Quarry'i öve öve bitirmek istemiyorum şimdi zira duş alıp uyuyayım diyorum. Siz de dinleyin ve izleyin. Yarına sınav yapacağım ona göre.

Magik Markers - Shells

The Magik Markers (excerpt) Live @ The First Unitarian Church - Phialdelphia, PA [10.23.07] from Mike on Vimeo.


Nuri Alço ve The Clientele

Az önce bu kafayla, ki hızlı tükettiğim melonlar ve üzerine zaten had safhada akrep halim, The Clientele'den Alasdair'cığımla Pitchfork'un yaptığı röportajı okuyayım dedim. Şöyle bir kısım vardı. Aklıma hemen Nuri Alço geldi. Yurtdışına ve indie alemlerine açılmış demek kendisi.

"Pitchfork: So you'd say this album is a more austere affair than the last one?

AM: It is. It's more full of ghosts and doubts and signs and wonders than any other Clientele record. It's very spooky and tremendously sad at times. It's about watching yourself disappear.

Pitchfork: Were there any incidents that occurred in your life that caused you to reflect in that way?

AM: Last summer, there was an incident involving an accidental ingestion of LSD in Spain. It's the most cliché thing, but it did have an effect on me. It gave me new ways of thinking about music and songwriting. It was like a slap across the face of my psyche.

Pitchfork: What's the story behind this LSD trip?

AM: [laughs] It's not something I would like to glamorize. It's dangerous stuff.

Pitchfork: Right, but you said it was accidental...

AM: It was accidental on my part, but not on the part of the person who put it in my drink.

Pitchfork: I see. Are we talking about some sort of mortal enemy of yours?

AM: No, just somebody who never quite left the 60s and wanted to open my mind. I've never taken LSD before...by accident. When I was growing up it was easier to get a hold of acid than it was to actually buy beer in the little town I lived in outside of London. But it wasn't something I ever wanted to get into the habit of taking."

Böyle röportaj veriyorsa bu adam hala lsd tribinden çıkamamış anlaşılan.

Kronos Quartet Plays Sigur Rós



Faunts - High Expectations/Low Results

Bir ara tesadüfen birinin Flickr hesabına denk düşmüştüm oradan oraya zıplarken. Gördüğüm fotoğraflardaki sakinlik hissi, insanların yüzündeki mutluluk ve huzur, heyecanlı anların çekildiği fotoğraflarda dahi durumu daha da heyecanlı kılan bir ölçülülük vardı o fotoğraflarda. Sonra Kanada'da Edmonton adlı bir yerde çekilmiş olduğunu keşfettim fotoların. Gün geçtikçe daha da çok şey öğrendim bölgeyle ilgili o fotoğraflar vasıtasıyla. Alberta'nın küçük bir şehri olarak nasıl da herkesten uzak görüntüsü ve bembeyaz bir kar örtüsü altında insanların yüzündeki o gülümsemenin sebebi olabildiğini gördüm. İçimden kaç kez "bu fotoğrafları çeken insanla tanışsam keşke, beni de alsa oraya götürse ve oradaki gülümsememi çekse" diye geçirdim kim bilir. Sanırım buradakiyle oradaki arasındaki fark beni tanımayan bir insanı bile şaşırtacak derecede olurdu.


Velhasıl dün gece supersonik gözlüklerimizle birbirimize hava attığımız G. bana tam da Edmonton'dan Faunts'un ilk albümleri olan High Expectations/Low Results'ı gönderdiğinde daha gubun nereli olduğunu bilmeden o fotoğraflardaki kayıp ama insanı gıdıklayacak kadar güzel görüntülerin bende yarattığına benzer hisler içine daldım.

Faunts 2000 yılında Kanada'da üç kişi ile hikayelerine başlamış şimdilerde ise sanırım sayıları yedi olmuş olan bir grup. 2005'te Friendly Fire plak şirketinden High Expectations/Low Results adında pek şahane olan ilk albümlerini çıkarıyorlar. 2007'nin Aralık ayında çıkan M4 EP'i, 2008 Kasım'ında çıkardıkları Remixed adlı isminen anlaşılabilecek bir konsepte sahip olan albümleri ve son olarak da bu yılın Şubat'ında çıkardıkları Feel.Love.Thinking.Of. adlı albümleriyle müzik tarzlarındaki geçişler konulu yazıların hedefi olmuş. Benim gönlümü ise ilk albümlerindeki birbirine karışmış bol katmanlı müziğin üzerindeki numb vokalleriyle çaldılar. Ben henüz o geçişin neye benzediğini deneyimlemedim ama ne olursa olsun Faunts'un oldukça özel bir yeri olacak bende.

Hatta bu grup bende bir zamanlar Marche La Void'in yarattığı etkiyi yarattı desem de inanmayın. Aslında o kayıp ruh halinde olsam ve bu grubu öyle dinlemeye başlasam evet tam olarak doğru söylemiş olurdum. Ve fakat ellerimi havalara kaldırıp The Field ile dans etmek istediğim bir dönemdeyim. Dolayısıyla bu ağır ve bana tanıtıldığında Radiohead'imsi olarak nitelenen bu grubun depresifliği beni yormuyor. Erik yiyerek başladığım Pazartesi sabahımı daha da çekilebilir kılıyor. İnsanlarla yaptığım diyalogların arkasında bağırıp çağırmadan uslu uslu oturan ve arada gülümseyen küçük bir çocuk uysallığında dinletiyor kendini. Arada bir gecenin bir yarısı çıldırıp, oradan oraya garip sesler çıkararak koşturup beş dakika içinde dizimin dibindeki yeri alan kedim de diyebilirim gayet.

Buradan E.'a sesleniyorum ayrıca: Evet, hala bazı şeyleri gereğinden fazla seviyorum gördüğün gibi. Keşke sen de sevebilsen diye pislik de yapasım var. Yaptım bile.

Tereddüt etmeden dinleyiniz:

Faunts - Gone with the Day

Faunts - Parler de la Pluie et du Beau Temps

Cuma, Mayıs 08, 2009

"how I long to break the silence"

Geçen gün B., ki kendisini bu aralar pek bir sıkıştırasım mıncıklayasım var, "-less" ekinin getirildiği isimlerle ilgili bir alıştırmada, "homeless people" evi olmayan insanlar, "motherless child"ı annesi olmayan çocuk diye çevirmiş mutlu mutlu dersine devam ediyorken, karşısında bulunan Milli Eğitim Bakanlığı'ndan gelen kocaman hömhöm insanlarım gözlerinin içine bakarak "pennyless men"i penisi olmayan adamlar şeklinde çevirmiş. Daha da kötüsü 40larında olan öğrencilerin sesleri bile çıkmamış hatta kafalarını kaldırıp bakmamışlar bile.

Sonra geçen gün ben Adjective Clause anlatırken, "Marilyn Monroe whose nickname was silly blonde" şeklindeki ifadeyi, öğrencilerin çevirilerini düzeltmeye çalışıp bir yandan da ben çevireyim derken, "nickname'i aktif sarışın olan Marilyn Monroe" dedim ki hatta üstüne bir de "bilinçaltım bana hain oyunlar oynuyor" deyip beni dinleyenleri epey eğlendirdim.

Bu yukarıdaki iki örnek İngilizce öğretmenlerinin hazin hayatından kesitler. Nasıl saçmalayabiliyoruz hepimiz görün diye ibret olması amacıyla eklendiler yazıya.

Geçen gün de şu üfleyince üzerindeki pamuk iğne yaprakları üfleyince uçan toparlak bitkinin ne kadar güzel görünebildiğine şahit oldum sabahın 8'inde. Sonra onu güzel yapanın o üzerindeki pamuksu ipliksi yapraklarının bir üfleyişte uçacak gibi duması olduğunu düşündüm. Hemen ardından da "Acaba bu güzelliğe dayanamayıp bu çiçeğe yaklaşan veya onu koparan kaç kişi, onu üflemeden durabilmiştir" diye bir soru geçti aklımdan. Gözümün önünde beliren sayı yuvarlak bir şeydi.

Devam ettim sonra iç diyaloguma ve dedim ki "Sanırım görüntüdeki veya kişilikteki çekicilik yüzünden yanımıza yaklaşıldığında hep aynı şeyi yaşıyoruz ve bizi çekici yapan o şey bize yaklaşanın üfürmek gibi basit bir eylemde bulunmasıyla sonlandırılıyor. Ne kadar yıkıcı varlıklarız."

Sabah sabah böyle şeyler düşünüyor olmam hayra alamet değildi tabii. Akşamı pek mutlu geçmedi. Öğleden sonra Porcelain dinlememle birlikti kendini iyice açığa vuran depresif ruh halim gece yarısı başa çıkılamayacak gibi görünen bir yumak haline geldi. Yumağı aldım sonra oyunlar oynadım, kedime fırlattım. O oynarken ve yumağı havalara atıp tutarken yanlışlıkla pencereden düşürdü. Sonra hemen koştuk pencereye tabii. Bir baktık aşağıdaki kediler başına üşüşmüş. Neyse artık deyip peşini bıraktım depresyon yumağımın. Üzerine üşüşülmüş ve yenilmiş J. B. Grenouille gibi tiftik tiftik halde aşağıya saçılmış duruyor zaten.

"Everyone was leaving & the moment soon passed away"

Aklımda günlerdir birikmiş şeyleri bir yazıya kusmasam iyi olacak. Gece uğrarım herhalde.

Pazar, Mayıs 03, 2009

J.D. Salinger


j.d. salinger
Originally uploaded by staceum
demiş ki:

“I have scars on my hands from touching certain people.”

Cuma, Mayıs 01, 2009

Untitled 2 ( )

Sigur Rós Untitled 2 (lanet olsun ki çok güzel bir albüm bu ( )-, bir akşam vakti. 8 kilo verilmiş, oturduğum yerde hem de. O iki haftaya dair hatırlananlar bir elin parmaklarını geçmiyor. Arada mavi brandalı bir teras katını izlerken anneyle telefonda konuşurken, dayanamayıp olanı biteni anlatmak. Ağlamak delice. Fırtına var. Otuduğum sallanan bambu koltuğun baktığı camdan dışarıyı izlerken gri ve çatlak beton bir duvarın önündeki ağacın nasıl o kadar savrulduğuna yeni uyanıyorum. Oldukça fazla rüzgar olmalı öyle bir şeyin gerçekleşmesi için.

Sonunda kendime geldiğimde ise tesadüfen gidilmiş bir yerde bu albümü bulmak. Sigur Rós'un yeni albümü diyerek hemen almak. Heyecanlanacak bir şey bulduğuna sevinmek. Eve gelince cdyi takıp dinlemek. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Dinlemek dinlemek dinlemek, ağlamak ağlamak ağlamak. Bu albümü aşağılık albümlerin birinci sırasına atmak. Lanet olsun ki çok güzel olduğu için bağımlısı olmak ama artık dozajı iyi ayarlamak.

Bu bir türlü sonlanamayan döngü ve o döngü içerisinde anlamsızlaşan, uğruna ağlanan esas nesne. Her şey yok oluyor. Eve sadece uyumak için geliyorum. O iki parantez arasına ne çok şey sığdırmak, aman tanrım!

Sonra tekrarlandığında bilerek bu albümü yanıma almamışım. Şimdi güzel zamanlarda bu albümü tüketmek istemek büyük bir istek olmamalı. Karması çoktan temizlenmeyi hak etmiş olmalı hem. Birkaç mucizeye daha ihtiyacım olacak yalnız. Lütfen olsun.

Lyrics for Gong

Başka hiçbir şey sevgilinin hayatınızdan çıkması kadar sizi etkilemeyecek sanıyorsunuz değil mi? O sevgiliyi oraya oturtan, hayatınızda onun kapladığı yeri, onun taşıdığı anlamları veren siz değil misiniz? Evet ta kendisisiniz.

O sevgili oradan ayrılırken sizin onun üzerinden kendinize yansıttığınız tüm ışıkları da beraberinde götürür çünkü. Doğru evet.

Ama sanırım bunun kadar insanın canını acıtan bir şey daha var ki, o da sevilen birini artık sevmiyor olduğunuzu anlamak. Hayatınızdan kayıp gidişine tanıklık etmek. Madem onu değerli kılan sizsiniz, insanın kendisinden yansıtılan o değerin yok oluşuna tanıklık etmeniz demek oluyor bu da. Bir daha onunla ilgili olan hiçbir şeyin canınızı yakmayacak olduğunu bilmek, en az eskiden türlü paranoyalarla canınızın sıkılması kadar yakıcı bir his bence.

Işığını yitirmek böyle bir şey olabilir. Gerçi yitirmek demeyelim. Artık çöpe bir zamanlar en çok değer verdiğiniz şeyi yenisi çıktı diye atmak anlamına geliyor bu çoğu zaman. Artık masumiyeti yitiriş, aynı şeyleri başkasına da hissedebiliyor olduğunuzu fark edince çılgınca şaşırmalar. Neyse ki en fil hafızalımız bile işine gelince her şeye ket vurabiliyor. Ne güzel varlıklarız.

Velhasıl bu yukarıdakini son bir saati korkunç geçmiş bir geceden sonra açılmış Sigur Rós eşliğinde yazdım. Hala onları dinlemekteyim ama daha bir mutlulukla. Yarına Sabahattin Ali okuyacak olmanın mutluluğuyla da denebilir. Veya takside açıp okuduğum ufak sarı bir kağıdın beni gülümsetebilmesinin mucizeliğinde saklı bazı şeyler. Mucize diyorum çünkü öyle. Öğleden sonra 4 civarlarında bana ulaşmış bu kağıt ve bu kitabın bendeki ilk etkisi kahkaha atmak oldu. Etrafımdakiler bana baktılar. Kendi kendine bir şeyler okuyan ve absürd şekilde mutlu olan bir insanı görmeye alışık değil kimse bugünklerde sanırım.

Ben de. Teşekkür ederim :)

"Sevgiler."

Ö.