Cuma, Ağustos 15, 2008

We can't have it and I don't give a shit! Yay!

Son birkaç günde neler oldu diye sorulursa, buraya yolladığım yazılardaki müzikler dışında, L. buradaydı. Bende kaldı ve çok eğlendik. O kadar eğlendik ki artık koca bir dosya dolusu kimsenin görmesini istemediğimiz vukuatımız var. Neyse ki saklamayı iyi biliyoruz. Bununla beraber, L.'in gözlerinin bu kadar parladığı bir an görmemiştim kendisinin "Ne içelim" sorusunu sorarkenki halindeki gibi. Beraber Kieslowski'nin geçen seneden beri odamda sürünen "A Short Film About Love"ını izledik. Her şeyin bir anda nasıl tersine çevrildiğinin tanığı olduk. Tutku denen şeyin aşkın mayası gibi bir şey olduğunu anladık (en azından ben anladım ki inanmayın anladım dediğime, anlam veremiyorum aşk meşk işlerine hala) tutkusuz hiçbir işe girişemememin ne kadar ömre ömür katıcı ve ömürden ömür götürücü bir şey olduğunu hatırladım. O günün sabahında ise kalkıp güzel bir kahvaltı ve sonrasında orada burada konuşarak gezinme turlarımızı da sonlandırdıktan sonra ben veterinerde olan Paul'u ziyarete gittim. Ayağı kırıldıktan sonra ilk kez elime alınca mırlamaya başladı. O sırada dünyanın en mutlu insanı oldum ki zaten bir gün önce de sargıları açılmıştı.

Paul'un iyileştiği o gün yani bu üç gün öncesine denk geliyor, buralara kısacık bir yazı iliştirdim diye hatırlıyorum ki o yazının dedikleri hala geçerli. Hayatımda ilk kez bu kadar sağlıklı olduğumu hissederken bir yanım da aslında belli şeylere sağlıklı tepkiler vermiyor ama sakin kalıyor. Bu iyi bir şey. Son iki haftada öğrendim ki kırılan kemiklerin kaynaması kadar mucizevi bir şey yokmuş.

Sonra dün tüm günü ve geceyi de Ayça'yla geçirdik. Zevkle gecenin bir yarısı ayaklarımızda sandaletler üstümüzde ev içi kıyafetlerle sanki yazlık marketine giden insanlar gibi içki almaya çıktık. Cardinal Melon'la başladık geceye zaten. Ben Ayça'yı Broken Heart'ımla komaya sokmayı amaçlarken, bir yandan müziği dinleyip, bir yandan buzları bardaklara koymaya çalışıp bir yandan da sanki 7-8 ay önce dinlerken komaya giren insan ben değilmişim gibi sözleri mırıldandım. Sonra bu duruma ayıktığımda çok şaşırdım. Gurur bile duydum kendimle. Sonra oradan buradan derken benim tam anlamıyla "sap" gibi olduğu söylenen yazılarımdan, onun yazılarımın "sap" gibi olduğunu söyleyen tanıdığından bahsettik. Üstüne kahkahalarla güldük. We Can Have It adlı aşağılık (!) şarkının sonunu bile eğlenceli kılan yorumlar yaptı Ayça. Kendisinin sırf bu yüzden hastasıyım. Ve son olaak evet "O benim kardeşim bir kere." olmuşuz biz dedik ve mutlu olduk. Akşam Ma Bey'le de biraz konuşmayı ihmal etmedik neredeyse her gece olduğu gibi.

Bugünse D. ise dışarı çıkıp, o İtalya'ya gitmeden önce alınacak olanları alma günüydü. Taa hafta başından sözleşmiştik. Çıktık ama alışverişe başlayan ben oldum ve evden çıkmadan önce Ma'nın yolladığı videonun dediklerinin aksine aışveriş yaptım. Ama kötü ve sağlıksız bir alışveriş değildi. Gayet şık ve eğlenceli kıyafetler, bir çift ayakkabı ve çok sevimli bir çanta ile günü tamamladım. D.'ya da benim aldıklarımdan aldık ve farklı şeyler de aldık ki bu ilginç bir gelişmeydi zira onun mor sevgisi dışında bütün zevklerimiz birebir tuttuğundan genelde kasaya çifter çifter gidiyorduk bugüne kadar.

Her neyse, oradan dönüşte Paul'u artık evine taşıdım. Şimdi uslu uslu oturuyor. Delice mırıldıyor. Yarına dikişlerinin alınmasını bekliyoruz. Kafasındaki huniyi yalıyor kendini yalıyormuşçasına. Paul ile eşzamanlı iyileşmek, bu eşzamanlılığın başka bir zaman çakışmasına denk düşmüş olmasının verdiği şaşkınlıkla birlikte beni epeyce mutlu etti. Artık "sap" yazılar yazmayacağım. Kendini "sap" gibi hissetmeyenler okumasın zaten yazdıklarımı. Keşke önceden hatırlatsaydım gerekli insanlara zira bazılar düşünemeyebiliyormuş (içses: ahahhaha).

Bu kadar.

Ha unutmadan M. sağolsun; Villeneuve dinleyin!

1 saçmalayan daha çıktı:

Ayça dedi ki...

kardinal bizi kutsaaaaaaaaaaaa
kardinal bizi kutsaaaaaaaaaaa
kardinal bizi kuuuut...(dup:düşme sesi)