Perşembe, Ocak 31, 2008

"that i would be good"

Bugün Muzaffer'e takım elbise alma maceramız sonrasında babamla alışverişe çıkmayı ne kadar özlediğimi farkettim. Ona kıyafet bakmayı, kravatının rengine beraber karar vermeyi, ayakkabı beğenmeyi... Bana "bu nasıl kızım?" deyişini hatta. En kısa zamanda yapmak lazım.

Yorucu bir alışverişti ama çok da eğlenceliydi. Hep sevmişimdir bir erkeği giydirmeyi, ona bir şeyler beğenmeyi. Nihayet amacımıza ulaştık biz de. Lacivert mi siyah mı temalı ufak çaplı inatlaşmalar yaşadığımız satış görevlileriyle dolu bir günü geride bıraktık. Hedefe ulaştık. Mutluyuz.

Evde tekim bu aralar. Kızkardeşlerim anne-baba yanındalar. Ben ise Paul ile evimde takılmaktayım. Bir yandan özlemişim tek kalmayı, diğer yandan yalnız kalmanın ciddi yalnızlığı canımı sıkmakta. Ama seviyorum bu hissi neyse ki. Yalnızlık ömür boyu hem, değil mi?

Sadece şöyle bir şey var... Ne zaman yalnız kalsam kendimi o andaki en olumsuz hissin peşine takıp onun beni sürüklediği yerlere gitme eğilimindeyim. Bunu pek sevmiyorum. Gerçi eskiye nazaran daha iyiyim tabii ki. Beni sevdiğine kendini inandırmış insanlarla beraber olacağıma gerçekten seven yoksa tek takılmak olabilecek en doğru ve sağlıklı şey sanırım. Bunu arada kendime tekrarlayabiliyor oluşum da kişisel başarılarımdan biridir son zamanlardaki.

Dün gece The Fountain'ı izlerken, filmi ilk izlediğim zamana geri gittim. 25 Temmuz'muş sanırım. O anlarda filmi kayıp bir varolan ilişkinin gölgesinde değerlendirmişken, dün gece kayıp bir yok olan ilişkinin ardından izlemek çok garip hisler içine soktu beni. Bir daha göremeyeceğim bir adamı arada hatırlamak, o 25 Temmuz gecesi yaptığımız uzun telefon konuşmasını anımsamak garipti.

Her şey garip zaten bu aralar...

0 saçmalayan daha çıktı: