Perşembe, Ocak 31, 2008

"Only you can't be the one..."



Bazen Skunk Anansie dinleyesim geliyor. Lise zamanlarımda keşfettiğim bu grubun içimdeki yeri apayrı. Dinliyorum şarkıyı, içimden geçenleri takip ediyor sanki her sözdizimi.

"lost infidelity,
we never said a word
so black and white to see
it's all the lies we've heard

in my mind nothing makes sense
i'm nothing you can't have
cracked up to disagree,
that's all we've ever had

you, only you, only you can't be the one

your secret smile so quaint
in memories foretold
laughing so viciously,
your conscience has been sold

in my face there's no more joy
i'm all that i should be
cracked infidelity,
is all you are to me

you, only you, only you can't be the one

we don't talk anymore
we don't care anymore"

diyor... Her sözü ben, her notası benim.

"that i would be good"

Bugün Muzaffer'e takım elbise alma maceramız sonrasında babamla alışverişe çıkmayı ne kadar özlediğimi farkettim. Ona kıyafet bakmayı, kravatının rengine beraber karar vermeyi, ayakkabı beğenmeyi... Bana "bu nasıl kızım?" deyişini hatta. En kısa zamanda yapmak lazım.

Yorucu bir alışverişti ama çok da eğlenceliydi. Hep sevmişimdir bir erkeği giydirmeyi, ona bir şeyler beğenmeyi. Nihayet amacımıza ulaştık biz de. Lacivert mi siyah mı temalı ufak çaplı inatlaşmalar yaşadığımız satış görevlileriyle dolu bir günü geride bıraktık. Hedefe ulaştık. Mutluyuz.

Evde tekim bu aralar. Kızkardeşlerim anne-baba yanındalar. Ben ise Paul ile evimde takılmaktayım. Bir yandan özlemişim tek kalmayı, diğer yandan yalnız kalmanın ciddi yalnızlığı canımı sıkmakta. Ama seviyorum bu hissi neyse ki. Yalnızlık ömür boyu hem, değil mi?

Sadece şöyle bir şey var... Ne zaman yalnız kalsam kendimi o andaki en olumsuz hissin peşine takıp onun beni sürüklediği yerlere gitme eğilimindeyim. Bunu pek sevmiyorum. Gerçi eskiye nazaran daha iyiyim tabii ki. Beni sevdiğine kendini inandırmış insanlarla beraber olacağıma gerçekten seven yoksa tek takılmak olabilecek en doğru ve sağlıklı şey sanırım. Bunu arada kendime tekrarlayabiliyor oluşum da kişisel başarılarımdan biridir son zamanlardaki.

Dün gece The Fountain'ı izlerken, filmi ilk izlediğim zamana geri gittim. 25 Temmuz'muş sanırım. O anlarda filmi kayıp bir varolan ilişkinin gölgesinde değerlendirmişken, dün gece kayıp bir yok olan ilişkinin ardından izlemek çok garip hisler içine soktu beni. Bir daha göremeyeceğim bir adamı arada hatırlamak, o 25 Temmuz gecesi yaptığımız uzun telefon konuşmasını anımsamak garipti.

Her şey garip zaten bu aralar...

Çarşamba, Ocak 30, 2008

"remember `his´ hair as it shone in the sun"

Bir ara İpek'le evde oturup komik komik kaytlar yapardık. Onlardan biri tam burada.

Velhasıl, efendim dün D.'yla pek güel vakit geçirdik. Eve gelene kadar sürekli değişen bir programımız olduğundan ne yaptığımız belli değildi. Önce bir yerlerde muhteşem bir yemekten ve hatta son zamanlarda içtiğimiz en güzel biradan sonra verdiğimiz kahve molasında çok beğeniğimiz bir kıyafet giymiş olan o kızın engelleri aşarak yanımıza gelip bizden çakmak istemiş olması ise apayrı bir yazı konusu olabilecek kadar absurdlüğü içinde barındırmakta.

D. ile insanların eğlenmek için para aldığı işlerden sözederken, ağzımdan şöyle bir cümle çıkıverdi:

"Biz karın tokluğuna eğleniyoruz, hatta üstüne para bile veriyoruz. Ne acı!"

Eve gelirken, D. ağzını her açışında RTÜK tarafından kepenk kapatma sesiyle sansürlenen o konuşma ise dünün en ilgi çekici zamanlarından biriydi.

Sonra gecenin bir vakti "The Fountain"ı izleme girişimimiz dün gecenin tüm eğlencesini bozmuş olsa gerek ki, filmden sonra bir süre sessizce oturduk. "Together, we will live forever" çaldı durdu.

Bir Hugh Jackman'a baktık, bir de etrafımızdaki erkeklere. Çoğunun erkekliği orgazm olduğu yerde bitiyor ne yazık ki. Birkaçını tenzih edelim ama çoğunun erkekliği biriyle yatmak olarak tanımlandırdığı bu insanlar bilmiyorlar ki bir erkek bir kadını gerçekten sevip gerçekten mutlu edemedikçe erkek değildir. Aynı şey kadınlar için de geçerli tabii. Bir kadın bir erkeği gerçekten sevip mutlu edemedikçe kadın değildir. Böyle çok basit düşünceler silsilesi aklımızda cirit atarken derdimiz daha derindi ama tabii. O konuya hiç girmeyelim şimdi. Gecenin son sözü de D.'dan geldi:

"Böyle bir adamla beraber olacaksam beyin tümörüne razıyım ben."

Evet, The Fountain'dan böyle çıkarımlar yapacak noktaya gelmiş, getirilmiş bu iki kişi gecenin sonunda devlet meselelerini de çözüp rahat rahat uykuya daldılar. Biri sabah kalkıp bunları bloguna yazmak istedi. Yazdı.

Cumartesi, Ocak 26, 2008

"... maalesef."

Bu "... maalesef." bir konuşmanın son sözüymüş. Hatta sadece konuşmanın değil de, bir ilişkinin son sözü olmuş. Az önce farkettim.

Aklıma onlarca düşünce yığılıp durdu tüm gün. Tek bir tanesini bile buraya geçiremiyorum unuttuğum için ve tüm suç bende çünkü sabah moleskine'imi almayı unutmuşum. Çanta değiştirmenin en büyük sorunu bu. Özellikle kadınlara özgü bir durum olsa gerek bu çünkü bakıyorum da bu aralar pek bir moda olan koca koca çantalardan var neredeyse her kadında. Madem koca bir boşluk var hemen dolduralım diye düşünen bu kadınlar ellerine ne geçerlerse tıkıyorlar o çantalara. Madem sigorta yaptırdık neden çarpmıyoruz arabayı mantığıyla akraba olsa gerek bu düşünce de. Neyse işte ben de bu kadınların bir üyesiyim. Yine kocaman bir çantayı bir diğer kocaman çantaya boşaltırken, bugün artık kısıtlamaya gitmem gerektiğini düşündüm bu çantaya koyacaklarım hususunda. O hiç okuyamadığım ama bu aralar hep yanımda taşıdığım koca kitabı (Slavoj Zizek'in Gıdıklanan Özne'sinden bahsediyorum. Bu kitapla ilgili aptal bir anım var ufacık onu da anlatayım yazının sonunda) hemen eleyiverdim. Sonra yanımda sürekli taşıdığım (in case) ama nadiren kullandığım makyaj malzeelerini de eledikten nasıl olduysa daha geçenlerde "son 1,5 senedir yanımdan hiç ayrılmamış bu defter yaa" diye düşünüp garip hislere ve anlamlara sürüklenmemi sağlayan o biricik defterimi koymamışım. Sanırım sürekli bir şeyler hatırlayıp, hatırladıklarını kaydeden kendimi sabote ettim bunu yaparak. Yeter artık demiş bilinçaltım ve farkında bile olmadan sinsice unutturmuş o defteri. İlginç...

Bu arada MTV Türkiye'de bir çocuk var. Bir program sunuyor. Hangi program bilmiyorum ama az önce İstanbul'da gezindiği ve röportajlar yaptığı bu programda bir DJ'in yanına gidip şöyle bir şey söyledi:

- Ben 80'leri pek bilmem, cahilimdir ama "Big in Japan" diye bir şarkı vardı. Kimindi o? Onu çalsak?

Şimdi bu gibi adamları böyle bir kanala toplamak sanırım MTV'nin son zamanlardaki kimliğinin niteliğini özetlemekte. Geçmişini bilmeyen bir toplumun geleceği olamaz demek istedim ama tabii geleceği düşünen kim?

Zizek'in bu Gıdıklanan Özne'sini de bir gün bir kitapçı rafında görmüştüm (Ne acaip değil mi?). Görmemiştim aslında. Felsefe kısmındaki rafları şöyle bir süzerken gözüme takılmıştı. Bir anda "Evet!" demiştim, "Zizek sonunda benimle ilgili bir kitap yazmış. Peki ama gıdıklandığımı nerden bilmiş? Nedir bu samimiyet?" Sonra bir göz yanılmasıyla "Özne" kısmını yanlış okuduğumu farkedip hayalkırıklığına uğramıştım. Ne günlermiş...

Bugün de böyle geçti işte. Az sonra Korhan gelecek. Dışarıda bir yerlerde buluşacağız. Bir şeyler yiyip eve geliriz sanırım. Bu sefer ümitliyim ama. Biliyorum ki bardakları dolu taraflarıyla konu edeceğiz. "... maalesef." ile biten ilişkilerden bahsetmeyeceğiz bile. Değil mi Korhan?

Perşembe, Ocak 24, 2008

astro'cum demiş ki...

"Simply treat this time as a learning experience. If a relationship doesn't work out, ask yourself why you got into it in the first place. If you attract dishonest people or if your dishonesty has brought you trouble, ask yourself what purpose this served in your life. Often you will discover that you were trying to protect something that really wasn't worth protecting.

The interpretation above is for your transit selected for today:
Neptune Square Ascendant ,
activity period from beginning of March 2007 until beginning of January 2009."

Öğretmeninden yediği azar sonrası öğüt dinleyen bir çocuk kadar rahatlamış ama aynı zamanda da utanmış bir haldeyim. Ayaklarımdaki ojeyi silme vakti gelmiş.

Çarşamba, Ocak 23, 2008

She dances

Çaça -ilk kedimiz- üstünde düğmelerin oluşturduğu çukurlar olan pufumuzun üstünde otururken, uyuyakalmıştı. Hem de minik burnunu da o deliklerden birinin içine sokarak... Üşüyor muydu yoksa orada kendini ne çeşit bir güvende hissediyordu bilinmez, ama ben bu görüntüyü çok sevmiştim. Çok kediydi.

Sonra bir kedi daha girdi hayatıma. İnsan şeklinde. Daha ilk günden burnunu göbek deliğime yerleştirmeye çalışıp, öylece yatmıştı. Kedi olduğunu o an anlamıştım. Sonra kaçtı gitti.

Şimdiyse onun aynı şeyi başka bir yerde yapıyor veya yapacak olduğu düşüncesiyle henüz tanıştım. Kendisini hiç sevmedim. Kendiliğinden evimi terkedene kadar aynı ev içinde yaşayacağız. Tepki verdikçe inadıma daha uzun kalmak isteyecek biliyorum. O yüzden sessiz ve tepkisiz kalmak gerekiyor. Sabır...

"'i need new clothes', she thinks,
'new skin; a mind i can bear to live in'"

"... aylar boyunca..."

Bir şeyden sürekli aynı görünmesini/olmasını bekleyemezsin. Aynı görüyorsan sen, gözlerinden birinin işlevini yitirmiş olduğunu anlaman lazım. O şeye tek gözle bakmayı tercih ediyorsan boyutsuzluğu seçen insan olarak saçmalayan sensin. Öyle.

Bu nerden aklına geldi diye sormayın. Çok absurd bir anda, gözlerimle oynadığım bir oyunun akabinde, o sıradaki pozisyonuma bakmadan hemen kağıt kalem alıp yazdım.

Dün gece meyhaneye gittik. Daha doğrusu meynağme demeliyim herhalde. Hayatımda ilk kez öyle bir ortamda bulunuyor olmanın verdiği şaşkınlık bir yana, eğleniliyormuş onu da gördüm. Eskiden anne-babamın arkadaşlarıyla beraber söyledikleri bazı şarkıları taa o zamanlardan hafızama kazımış olacağım ki, dün hiç de yabancılık çekmeden mırıldandım bazılarını. Öyle ilginç anlamları varmış ki o şarkıların, annemin küçükken bu şarkıları neden ve nasıl dinlediklerini sorduğum zamanlarda verdiği cevabı anımsadım:

"Büyüyünce anlarsın."

Büyümüşüm; anladım.

Cumartesi, Ocak 19, 2008

Colorquiz ve çılgın yorumları 3

Your Existing Situation
Feels obstructed in her desires and prevented from obtaining the things she regards as essential.

Your Stress Sources
An existing situation or relationship is unsatisfactory, but she feels unable to change it to bring about the sense of belonging which she needs. Unwilling to expose her vulnerability, she therefore continues to resist this state of affairs, but feels dependent on the attachment. This not only depresses her. but makes her irritable and impatient, producing considerable restlessness and the urge to get away from the situation, either actually or, at least, mentally. Ability to concentrate may suffer.

Your Restrained Characteristics
The situation is preventing her from establishing herself, but she feels she must make the best of things as they are.
Egocentric and therefore quick to take offense. Able to obtain physical satisfaction from sexual activity but tends to hold aloof emotionally.

Your Desired Objective
Needs a way of escape from all that oppresses her and is clinging to vague and illusory hopes.

Your Actual Problem
Anxiety and restless dissatisfaction, either with circumstances or with unfulfilled emotional requirements, have produced stress. She feels misunderstood, disoriented, and unsettled. This drives her into a search for new conditions or relationships, in the hope that these might offer greater contentment and peace of mind.

Cuma, Ocak 18, 2008

"I do..."



Güzel hislerle yolluyorum ve yazıyorum bunu. Artık bildiğim geleceğime ithafen...

Perşembe, Ocak 17, 2008

"We were made to fit together"?!

Bugün sol elime biri büyük üçü küçük olmak üzere dört farklı yere yıldızlar çizdim.

Eskiden daydreamlere kapılma fikri korkutucu gelirdi. Sırf hayal ettiğim için bir şeylerin olmayacağından korkardım. Şimdi korkacak kadar istemiyorum bir şeyleri sanırım ki arada kaptırıp gidiyorum öyle. Beden-ruh senkronizasyonunda bozukluklar yaşıyorum ve bunu umursamıyorum. İnsan gerçekten de kaybedecek bir şeyi yoksa rahatlıyormuş.

Bir de bugün kendi kendime arada bir şeyler karaladığım günlüğüme şöyle bir şey yazdım:

"Bana ´seni seviyorum` dedikçe, ona ´senden nefret ediyorum` dedim. Nefretin gerçeği insanın gerçekten sevdiği kişiden ettiğiymiş; onu gördüm."

Öyle buyurmuşum.

Çarşamba, Ocak 16, 2008

"the grass was greener..."

Sırf dilediği için dileklerinin olmayacağını düşünen ve bu yüzden kendisi için bir şeyler istemekten ve "umarım olur" demekten kaçınan birinin, başkasının dileklerine "umarım olur yaa" şeklindeki güzel dilekleri ne kadar içtendir acaba?

Onu düşünüyorum bir süredir. Kimseye "umarım olur yaa" diyemiyorum o yüzden. Dememek lazım. Lanetliyim ne de olsa resmi olarak.

"you're beautiful in the morning..."

Kalbimin artık fiziksel işlevi dışında hiçbir işe yaramadığını henüz öğrendim. Bu iyi hissettiriyor bana. Olduğum, geldiğim halini seviyorum kendimin. Sanki artık görünmeyen bir zırh beni koruyor gibi silahlardan, oklardan.

Onun dışında, farklı şeyler oluyor bu ara hayatımda. Garip gelişmeler... Beni oradan oraya sürükleyen. İyi de yapan.

Mesela geçen günlere gittiğim bir yerin sokaklarında temizlik yaptım. Birilerini süpürdüm. Canım pek yanmadı. Eminim eğer hep o sokaklarda geziniyor olursam bir süre sonra, o zaman hiç yanmayacak. Artık buralardan en son E. ve İ. ile geçmiştim diyeceğim çünkü.

Sonra Susan Miller'ın hastasıyım. Böyle yorumları hakkımda nasıl yapabiliyor bilmiyorum. Evet, o yorumları burcumun insanları için yapıyor ama ben özel olarak benim için yaptığını düşünmekten hoşlanıyorum. Eğer gerçekten ilerki zamanlarda dedikleri yine tutarsa, kendisine bir hediye göndermeyi düşünüyorum.

Hiç yazasım yok aslında çok varken. Daha fazla saçmalamadan bitsin istiyorum bu yazı.

Pazartesi, Ocak 14, 2008

color test...yet again

Your Existing Situation

Non-realization of hopes and the inability to decide on necessary remedial action has resulted in considerable stress.

Your Stress Sources

Is responsive to outside stimuli and wants to experience everything intensely, but is finding the existing situation extremely frustrating. Needs sympathetic understanding and a sense of security. Distressed by her apparently powerlessness to achieve her goals.

Your Restrained Characteristics

Insists that her goals and realistic and sticks obstinately to them, even though circumstances are forcing her to compromise. Very exacting in the standards she applies to her choice of a partner.
Feels that she cannot do much about her existing problems and difficulties and that she must make the best of things as they are. Able to achieve satisfaction from sexual activity.


Your Desired Objective

Desires a tranquil, peaceful state of harmony offering quiet contentment and a sense of belonging.

Your Actual Problem

Needs to protect herself against her tendency to be too trusting, as she finds it is liable to be misunderstood or exploited by others. Is therefore seeking a relationship providing peaceful and understanding intimacy, and in which each knows exactly where the other stands.

Your Actual Problem #2

Depleted vitality has created an intolerance for any further stimulation, or demands on her resources. A feeling of powerlessness subjects her to agitation and acute distress. Tries to escape from this by relinquishing the struggle, and by finding peaceful and restful conditions in which to recuperate in an atmosphere of affection and security.

Cumartesi, Ocak 12, 2008

"just as they play your favourite song"

Jigsaw Falling into Place kurtardı bir önceki yazının ağır havasından beni. Klibini izlerken, ilk kez bir şey farkettim. Onlarca kez izlemiş olmama rağmen daha yeni beni yakalayan bir şey oldu klipte. Yeni yakalanmış veya böyle bir şeyi varmış gibi hissetmiş olmam belki de aptallık ama bilemiyorum. Bu aralar ne yapsam aptallık gibi geldiğinden bir şeylerin normal olmadığının farkındayım. Neyse çok uzattım.

1- Klipte kafalarına taktıkları o kameralarla izleyici kendini ekranda gördüğü Radiohead üyesinin tüm hareketlerini birebir yaşayarak ve hissederek abandone olup, oymuş gibi hissediyormuş;
2- O kafalarındaki metal parçalar da, ekrandan hiç ayrılmayarak ve merkezi tamamen o noktaya çekerek bu etkiye yardımcı olmakla kalmayıp bu etkiye yardımcı olmakla kalmayıp, izleyicinin kafasının içinde alnında bir yerdeki hayali başka bir metal plaka varmış hissiyatı vererek, arada manyetik bir çekim alanı yanılsaması yaratabiliyor.

Bozuldum sanırım. Birisi el atsın. (Derken aynı kanalda -Dream- Von çalmaya başladı Sigur Rós'tan. Umutluyum artık şarkının adı ve hissi gibi...)

"You're the tall kingdom I surround..."

Bazen siz farkına varmadan birisi girermiş hayatımıza, tüm yaratıcılığını kullanarak her şeyi bizim için daha güzel yaparmış. Bu da binlercesinden biriymiş. Bu sözleri çok mutlu olduğum bir anda dinlerken, bu düşüncenin olağanüstü olağanlığına takılıp kalırdım; o takıldığım yerde mutluluğuma mutluluk katardım herhalde. Şu anda bu halimde ise, bu sözlerin benim için dünyanın en absurd söz dizimi olmasının yanısıra, içimde dokundukları yerler gayet basit ve bayat noktalar. Epey de nokta atışı yaptılar hatta. Olağanüstülüğünü geçtim, olağandışı bile değil. O yüzden böyle sözleri gelecekte eğer mutlu bir anımda duyarsam, bu dediklerimi okuyayım, sarhoşluktan uzak bir kafayla ne neymiş, ne değilmiş göreyim diye yazıyorum.

Diğer yandan The National denen, bu yazıma bir şekilde damgasını vuran, mutluluk anlarımda kulaklarımda çınlayan bu grup ise, yine bu halimde ağzımda buruk tatlar bırakmakta. Apartment Story'nin klibi pek bir hoş, bendeki yerleri pek bir nahoş. Umarım bir gün bu gruba hakları olan o değeri gönül rahatlığıyla vereceğim. Şimdilik gönül rahatsızlığından dolayı kendileriyle pek barışık değilim, kendimle olamadığım gibi.

"but i’ll be with you behind the couch when they come
on a different day just like this one"
(Bu kısmı kopyaladığım kaynak... Sana artık hiçbir şey diyemiyorum.)

Bir önceki yazımda Pagan Poetry'e yazdıklarımı okudum dün o yazıyı yollamadan hemen önce. O yazıdaki sözler öyle akmışlar ki içimden, o sözlerin o şekilde doğalca dışavurulması çok garip geldi okurken dün onları. Bu kadar safça yazabildiğim, içimdeki temel noktaları kendiliğinden ve hiçbir kapalılığa ihtiyaç duymadan, "ikame" eden sözleri kullanmadan ifade ettiğim öyle bir şeyin hayatıma bir daha giremeyeceğinden korkuyorum. Girmesi ise apayrı bir korku unsuru. İki korku arasında ilkini tercih ediyorum her seferinde. Diğerinin beni götüreceği yer belli değil çünkü. İlkinin götürdüğü yer de Pagan Poetry yazımın beni şu anda getirdiği yer ne de olsa. Daha ne kadar dibe inebilirim ki?

Pagan Poetry



Bu şarkıyla ilgili şöyle bir yazım var sözlükte. Onu buraya yazayım istedim.

"insan tek bir dokunuşla birine aşık olabilir mi? o tek dokunuşla tüm ikilemleri yaşayabilir ve kendi canını yakabilir mi?
bir el düşünün ki, tek dokunuşuyla sizin alfabenizle eşleşiyor, en derininizde yatanı buluyor; kapalı kapılar adında sakladıklarınızı büyük bir zevkle ortaya çıkarmanızı sağlayacak anahtara sahip. nefes alıyorsunuz, yüzyıllık uykunuzdan uyanıyorsunuz. onun üzerinden kendinize, herkesten, hatta kendinizden bile sakındıklarınıza ulaşıyorsunuz. hemen ardından tüm dünyayı ilk kez apaçık görüyormuşçasına mutlu oluyorsunuz. bir yandan ona sürekli dokunmak istemenin mutluluğu, bir yandan onu kaybetmemek gerekliliğinin tetiklediği bencilliğinizle boğuşuyorsunuz; korkuyla onu sarıp sarmalamak, kimseyle paylaşmamak istiyorsunuz; diğer yandan böyle bir mucizenin varolduğunu tüm dünyaya haykırmak...

bu şarkı da o el gibi tek dokunuşuyla ötekiyle birleşmenin ilahi derinliğinin altında yatan şeyin bulaşıcı bir virüs gibi basit dokunuşlarda varolduğuna inandırıyor sizi. sonra kimseyle paylaşmak istemiyorsunuz onu. içinizde bir kutuya koyuyorsunuz. nadiren yaşanan o eşleşme anlarında ötekiyle "tek" olmanın içinizdeki "ben"de yaratacağı ikilemleri öngörmeye çalışıp onu o kutudan çıkarıp, "bu sefer beni kendime saklayacağım" diyorsunuz björk'le beraber. ama o da diyor ya "but he makes me want to hurt myself again"... bedene ve ruha işleyen her şey işte björk'ün piercinglerinin daha onları görür görmez canımızı yakması gibi acıtıyor bizi her seferinde... içiçe geçmenin baştan çıkartıcı sancısını hissediyoruz onlar üzerinden. her seferinde daha da kötü ama her seferinde kendi acısına daha çok bağımlı kılarcasına...

o yüzden... gerçekten sevmenin ne olduğunu anlatır bu şarkı; içine çekercesine, acısıyla, korkusuyla, coşkusuyla... bütün olmanın verdiği mutluluğun karanlıklardan başladığını hissettikçe, onun karanlık yanlarının, başkalarının dehlizlerine neolursaolsun girmemiz için bizi nasıl yüreklendirdiğini gördükçe, insan daha da çok sevmek istiyor birilerini; o birilerinde kendini türlü işkencelerle eritircesine. ama hep bu şarkıyla, björk'ün sesiyle."

Me and You and Everyone We Know



Bu mudur yani?

Cuma, Ocak 11, 2008

The State I am In

Aklımda düşünceler dolaşırken, hangi birinden başlayabilirim, hangisiyle bu yazıya başlayabilirim bilmiyorum. Vardı aklımda bir şeyler ama hepsi "düş"ünce olduğu için ve insanlık olarak "düşünce" düşüncelere kapıldığımız için, düşüşten hemen sonra akla takılan o "düş"ünceler, düş olarak kalsınlar diyorum.

İnsanları sadece onlar yanımızda, bizimle beraber adım atmak istediklerinde seviyor görünüyoruz ya, yalan o işte. Onlar bizden bağımsız hareket etmek istediklerinde çıkıyor ortaya gerçek sevgi sanki. Bir yerlerde yalnız başlarına dolanırken onlar, sigara içerken hatta belki, biz burada onların "düş"ünceleriyle dolabiliyorsak o zaman gerçekten seviyoruz demektir.

Bu aralar ben daha az "düş"ünüyorum. Düşüşümün üzerinden zaman geçti ya, ondan olsa gerek. Ama her "düş"üncemde hep aynı his yakalıyor beni. Yanımda, benimle beraber yürümediği -yürüyeceğini düşündürtmesine rağmen- için içimdeki kin bir yana, onu düşününce hep aynı şeyi hissediyor olmam mutlu ediyor beni. Diyorum ki, artık büyümüşüm, bir şeylere rağmen hislerime sahip çıkıyorum. Sonra sinirlenip çocuk olmak ve oraya buraya zarar vermek istiyorum. Arada yapıyorum da. Karşıma çıkan insanlara arada dengesizlikler yapıyorum. Bana olan hislerinin yoğunluğu ölçüsünde sinirlendiriyorum belki de bilmiyorum. Ama olsun; düzeliyorum ben ey insanlar.

İlginç gelişmeler oluyor bu arada. Haberler alıyorum. Hoşuma gidiyor yenilik fikri. Büyümek her zaman acıtmıyormuş diyorum bazen de. Bir sürü yenilik gelip beni bulsun istiyorum hayatımın bu noktasında. Alıp beni götürsünler uzak bir yerlere. Orada devam edeyim her şeye, ama bu sefer yeni baştan.

So, alın size, the state i am in işte.

Perşembe, Ocak 10, 2008

"and i'll keep on moving on for a while"

Kasım ayının 29'unda, öğrencilerime sabah sabah sınav vermişken, oturup yazılar yazıyordum Moleskine'ime. Kulağımda şu anda dinliyor olduğum şarkı vardı. Artık ne haldeyim, neredeym bilmezken, direnmek için son enerjimi de harcarken, bir anda bana doğru bakan bir çift göz farkedip karşıma baktığımda, öğrencilerimden birinin bana bakıyor olduğunu farkettim. "İyi misiniz?" dediğini gördüm dudaklarını okuyunca. Yüzündeki ifade şaşkınlıktı. Sanırım beni ilk kez o surat ifadesiyle görüyordu. Çok mutluydum ya hep hani... "İyiyim" dedim ama evet değildim. "Peki" dedi tatmin olmamış bir ifadeyle. Önündeki kağıda eğildi ve devam etti.

O sırada yüzümün nasıl bir halde olduğunu görmem gerektiğini farkedip, iPod'umu ters çevirdim ve üzerine yansıyan yüzüme baktım. Son yıllarda yüzümü hiç öyle görmemiştim sanırım. Analitik Kübizm denen şeyin ne olduğunu sadece o anda suratıma bakan biri doğal bir anda yakalayabilirmiş dedim sonradan o halimi düşündüğümde bir zaman. Yüzümü o şekilde ancak kırık bir aynada görebilirdim.

Az önce Korhan ile otururken, geliyor olan şeyin farkında değildim sanırım. O uyuduktan sonra odama geçtim. Müziğimi açtım. İçim burkuldu dinlemek istediğim bir şarkıyı tam açmak üzereyken çünkü gözüm bir anda o şarkıyı en son dinlediğim tarihe takıldı. 15 Temmuz 2007 sabahı diyordu. Sabah saat 08:49 hatta tam olarak. O günü düşündüm. Yaptıklarımı düşündüm. O şarkının (Sunday Morning) bir pazar sabahı çıkması olasılığını düşünüp, bu pazarın bir de öyle önemli bir pazar olma olasılığının azlığından mutlu olmuştum. Öyle ufacık bir şeyden bile mutluluk çıkarabilecek bir haldeymişim demek ki diyerek, şu andaki ruh halimi o noktaya çekebilecek hayatımda mevcut veya olmayan tek bir şey bile göremediğimi farkettim tekrar tekrar. Her şeyi denedim ama olmadı. O sabahı bu hale geleceğimi bilseydim yaşamamış olmayı tercih eder miyim sorusuna ise hala cevap bulamıyorum.

Tam anlamıyla yerin dibinden sesleniyorum ya hani herkese bir süredir. Sonra geçti gitti artık dediğim zamanlar oldu hani. Geçip gitmiyor bazen o kadar rahat, basit Korhan'a bu gece attığım nutuklardaki gibi.

O 29 Kasım sabahı dinlediğim müziği açtım işte. Bir süre buralarda yazılarımın fon müziği olmuş şarkıyı. Yerin dibindeyken bana eşlik etmiş olanı. Dante'nin Beatrice'i ona cenneti nasıl gezdirdiyse, bu şarkı da bana cehennemi gezdirdi herhalde. Şimdi yine aynını yapıyor. Yatağım artık yatılası bir yer değil, hayatım artık çekilesi bir şey değil gibi geliyor bazen. Sonra uyuyorum. Uykuyu hiç bu kadar sevmemiştim diyorum hatta bu aralar. Rüyalarla idare ediyorum. Ayıkken kaya gibi sert müzikler dinliyorum. Ama bazen olmuyor. Ne yapsam olmuyor hatta. Yarım kalan içki bardaklarının hala boş taraflarını görebiliyorum. Geçecek diyorum içimden tekrar tekrar. Artık başladığımda kaç kez üstüste dinlediğimi kestiremediğim Broken Heart'ı dinlemeyeyim yeter ki.

Bir gün bu şarkıyı en son 10 Ocak 2008 saat 03:47'de dinlemiş olduğumu görmek istiyorum. Uzunca bir süre sonra bir gün olsun lütfen ve ben bu anları gülümseyerek hatırlayayım. Şarkıyı dinlediğimde kendimi cehennemin dibinde bulmayayım bu sefer ilk kez.

iyi uykular.

Çarşamba, Ocak 09, 2008

Hayalkırıklığı ve Farkındalık Kokteyli

Yazın son ayının ortalarında bir partiden çıkarken yanlışlıkla aradığım birine bugün onca zaman sonra ilk kez telefonla ulaşırken, aklıma gelen imgeler pek çok şey çağrıştırdı bir anda. Bu anı buraya yazmam gerektiğini, tüm o çağrışımlardan başka türlü kurtulamayacağımı farkettim niyeyse. O gece nasıl oldu da indiğimiz merdivenlerde dansetmeye başladık, uyurken nasıl oldu da o hale geldik diye düşünürken, artık mucize denen bir şey olduğuna inanmadığımı da farkettim.

Üzüntü ve muz kabuğu sözcüklerinin açılımının, hayalkırıklığı ve farkındalık kokteyli (veya hayalkırıklığı on the farkındalık desem çok mu iğrenç olur acaba?) olmasını istiyorum bu gece. Nasıl mı hazırlanıyor bu kokteyl? Önce hayaller bir buz kıracağıyla parçalanır. Sonra farkındalık denen, içinde değirmende özenle çekilen acılardan çıkarılmış envai çeşit karar bulunan, absinthe'ten daha keskin ve keskinliğiyle daha da etkili içki karışımının içine atılır. Tek seferde kafaya dikilir. Bir de bir geleneği vardır bu kokteylin, ki o da her içimde bu son artık diye söz verilir. Yaşadıkça daha çok içileceği barizdir oysa ki. Dünyanın en çok satan içkisidir.

Sağlığınıza!

Salı, Ocak 08, 2008

"The time has come today!"

Bugün o kadar iyi bir şeyler hissetim ki içimde...

Bu kadar sorunlu zamandan sonra kendimi sınıfın ortasında, insanlara bir şeyler anlatırken, dünyanın en rahat insanı gibi hissettim. Üzerimden gittikçe kalkan bu sıkıntının, artık kalıcı olarak gidici olmasını dilemekten başka yapabileceğim bir şey kalmadı sanırım.

Tabii bu ruh halimi en çok etkileyen şeylerden biri olan bir önceki yazımdaki grubun şahaneliği bir tarafa, hayatıma yağarak giriş yapan kar bugünkü içsel gündemimin en üst sırasında olan şeydi. Ayça'yla evden çıktığımızda sim gibi yağan karı Steve'e anlatırken "it isn't just snowing, it snows glitter!" gibi bir cümle kurdum, ki tam olarak böyleydi o sıralarda yağan karın betimlemesi. Ufak ufak, parıldayarak aşağılara inen ve üzerimizdeki siyah paltoların üzerine doğal ışıltılı bir işleme gibi düşen dünyanın en harika olayı (fever alarm!) için kime teşekkür etsem bilememekteyim. Doğal ve sürtünmesiz bir halde olan her şey çok güzel. Kendiliğindenlik en el üstünde tutulası kriterim oldu bu sıralar. Bu da iyi bir gelişme.

Bunun dışında, ara ara yaşadığım, üzerimdeki etkisini yavaş da olsa kaybeden geri-dönüş anları dışında her şey yerli yerinde. Bir süredir aklımı sakin tutma çalışmalarım, içimdeki savaş sürüp giderken el yordamıyla uygulamalı olarak gerçekleştirdiğim kriz yönetimim pek bir işe yaramakta.

Güzelinden bir tahta fotoğrafı buldum. Ellerinizi ekrana yaklaştırıp vurun bakalım tahtaya :)

Pazar, Ocak 06, 2008

Sound of Silver (S.O.S)

"alone and prone in the half-light
and late- late to the real-life
if you find a way into the gold rush
you will stay until the morning comes
you can normalize
don't it make you feel alive"

LCD Soundsystem'dan bahsedip duruyorum ya hani... Çok seviyorum Sound of Silver'ı. Aslında tam da bu zamanlarım için yapılmış şarkılar onlar. İçimde kabarıp duran" bir sözü, bir olumsuzluğu derinlere atıp yüzeye çıkarmamak için, takıyorum kulaklıklarımı, açıyorum Get Innocuous'ı. Dinliyorum son sürat tüm Sound of Silver'ı. Böylece arada bir azan, ortaya çıkan o kötü palyaço suratlı düşünceleri veya hisleri albüm bitene kadar yoksayıyorum. Öyle yapmak durumunda kalıyorum çünkü albüm o kadar sert ki geçende Steve'e birkaç şarkıyı dinletirken "solid as rock" demek zorunda hissettim. Çok da uygun oldu zaten çünkü şarkıları bir bir dinlerken, bu halimle bile aralara hiçbir dışavurumu sokuşturamayacağımı hissediyorum her defasında. Hiçbir anım, hiçbir üzüntüm, hiçbir mutluluğum girecek ve kendini büyütecek bir boşluk bulamıyor albümde. Albüm üzerine uyguladığım delici, keskin, ağır her türlü darbeyi yumuşacık silikon yüzeyiyle geri itiyor. Geriye o darbeyi atmış olmanın anlamsız tadı kalıyor. Bir süre sonra yorulup koyuveriyor insan. Başlıyor her şarkının sonuna kadar tadını çıkarmaya.

O yüzden diyorum ki Sound of Silver son zamanları(mı)n en güvenli yeri, en sağlam sesi. Sadece ismiyle bile S.O.S. çağrılarıma en harika cevabı veren şey. Birisi hayatıma girip bu müzik eşliğinde bana bir şeyler yapmamı söylerse, bana söylenen her şeyi mutlulukla yapabileceğimden korkuyorum. Lütfen kimse bu açığımı kullanmasın; nadiren bulduğum ve içinde nadiren hep kalmak istediğim güvenli kozamın içinde çalan bu albüme kimse bulaşmasın.

Hemen elinde olmayanlar için gelsin o halde:
Get Innocuous!
Temizlenmek lazım, zararsız hale gelmek hatta.

PS: "B" tuşu tutukluk yapmakta :)

Cheshire Cat ve Night Owl benim, Koalam bile var hatta!



Bunu buraya koymasam kendimi şaşırırdım diye korktum.

Ha bir de: No I in Threesome :)

Cumartesi, Ocak 05, 2008

"Slow it seems, vague like dreams..."

Bugün bir arkadaşım iki gece önce beni görmüş rüyasında; onu anlattı. Rüyayı buraya yazmak istedim, geride bir ekmek kırıntısı bırakmak ve ileride eve dönüşümü kolaylaştırmak için.

Rüyada Seda ve ben, çimenlerin dizlerimize kadar geldiği cennet gibi bir yerde, doğanın ortasında dolanırken, Seda fotoğraf çekilelim istiyormuş. Herşey çok mutlu giderken ve tam da fotoğrafı çekecekken, ben ayağa kalkıp ağzımı açıyormuşum. Ağzımdan epeyce büyük bir yılan çıkarıyormuşum. Hatta başımı sağa sola savurup o yılanı sonuna kadar çıkarmaya çalışıyormuşum. Sonra Seda uyanmış. Bugün beni görünce bana da anlattı ki zaten herkes biliyormuş bu rüyayı benden başka. İlginç...

O yılanı bir gün sonuna kadar çıkarıp bu rüyayı tamamlamak en büyük isteğim. Çıkmaya başlamış tabii bir de.

Bu her şey olağan seyrinde daha sakin ilerlerken, iyi bir gelişme olmalı.

Cuma, Ocak 04, 2008

Pimp My Radiohead

Pek sevdiğimiz Muzaffer insanı geçen hafta bana harika bir Radiohead coverı hediye etti. Farkında değildi o yemekte bana bu şarkıyı hediye etmiş olduğunun ama kendi kendimin en azılı düşmanı olduğum zamanlarda bir bu hediye bir de LCD Soundsystem imdadıma yetişiyor. Düğüm haline getirdiğim her yanımı çözüyorlar. Rahatlıyorum. "Nothing's gonna change my world" oluyorum. Güzel oluyorum.

Hemen size "dünyanın en güzel" (fever bu senin içindi :P) Radiohead coverlarından biri için bir link vereceğim ve bu şarkıyı her indiren bana bir şarkı ediye etmek zorunda kalacak. Ben Muzaffer'e siz de bana borçlusunuz, ona göre.

Planet Telex'inizi böyle almak istemez miydiniz?

Perşembe, Ocak 03, 2008

Mogwai ve Yan Etkileri

Take Me Somewhere Nice çalarken yine anlamsız yerlere gidiyor aklım. Bu kadar çabuk nasıl olabilir böyle şeyler diyorum. Bu şarkıyla gittiğim hiçbir yol iyi olmuyor; hiçbiri doğru yerlere gitmiyor. Kendindeki melankoliyi yola bulaştırdığından mıdır nedir bilinmez, takside kulağımda son ses onu dinlerken, arada gözgöze geliyoruz şöförle. Bana baktığını görüyorum. İçinden bu şarkıyı nasıl dinleyebiliyor olduğumu bile düşünüyor olabilir. Ama gittiğimiz yollarda hep gözyaşları oluyor.

Bir sonraki iç karartıcı şarkımız ise yine Mogwai'den geliyor: Burn Girl Prom Queen. Şarkının öyle bir havası var ki ufacık bir kız çocuğuyken içimde taaa hayatımın en başlarından beri biriken tüm üzüntü verici, hüzünlü anıları birer birer topluyorum. Şarkı bitene kadar, hepsini koca bir kartopu haline getirmeyi diliyorum hepsini sürükleyerek yerlerde. Hepsi birbirine yapışıyor. Kartopu gittikçe daha kocaman oluyor. Ama şarkı öyle bir yerde bitiyor ki, yukarılara çıkarıp dağın diğer tarafına atmaya çalıştığım kartopu bir anda daha ilerleyemez hale geliyor. Orada kalıyor. Nasıl tutacağımı bilemiyorum. Daha fazla bu ağırlığa dayanamıyorum. Sırtıma almayı deniyorum. Olmuyor. Şarkı beni dağın tepesine çıkarsın diye dinlemeden hemen önce topluyorum tüm o olumsuz hisleri. Bu sefer hazırlıklıyım diyorum. Açıyorum ama bir türlü olmuyor. Şarkı bitiyor en olmadık yerde. Ben Atlas gibi, hayatımın o noktasından sonrasına o kartopuyla devam ediyorum.

Sonra Close Encounters var. Yine Mogwai sahnede. Diğerlerine nazaran daha umut vaadeden bir şarkı. Ama hiçbir zaman umutluyken dinleyemiyorum. Yine yer hizasında seyrederken ruh halim, açıyorum kendisini. Artık hiçbir zaman kuramayacağım "close encounter"larımın hayali için dinliyorum.

Killing All the Flies var bir de. Hani uzun süre bırakılmış çöp üstüne üşüşen sinekler var ya. İçimde bir süredir kokuşmuş olan o çöplüğün üstündeki sineklerin sesi var bu şarkıda. "One day I'm gonna grow wings" diyip, hep erteliyorum çöpü dışarı çıkarmayı. Haz erteleyici olduğumu söylemiştim değil mi? Peki ya bunu sadece hazzı arttırmak için değil de daha çok canımı yakmak için de yaptığımı söylemiş miydim? Peki artık borderline'dan muzdarip biri olduğumu düşündüğüm, hatta şizofrenler gibi içimde iki insanın yaşadığını düşündüğümü söylemiş miydim? Onların benden tek farkı şizofren veya borderline olduklarını bilmemeleri, söylense bile inanmamaları ki en çok imrendiğim yanları da bu. Neyse, konumuza dönelim, artık o her neyse.

Stop Coming to My House ile Mogwai merkezli yazımı bitireceğim sonra da bu gece nasıl uykuya dalabileceğim konusunda düşüncelere dalacağım, deneyler yapacağım. Şair burada bana seslenmiş sanki. Kendine gel diyor güçlü bir sesle hem de. İçinde rahatsız olduğu eve gider mi insan, değil mi? O zaman gitme diyor. Patlat o evi diyor ki zamanında onunla gördüğüm bir rüyada gittiğimiz her yeri bombalamıştı bizi öldürmek istercesine aynı şair. Ya da en azından, gitme!

"it hurts it kills"

Dayanamıyorum bazen.

Çarşamba, Ocak 02, 2008

Perfect Neglect in a Field of Statues

Öncelikle başlığımız pek manidar ama anlayana. Eluvium'un bir şarkısı bu. Müziğimi paylaşmaktan ilk kez ve son kez bu kadar mutluluk duyduğum o insanın bu şarkının içine onu her dinleyişimde Bebek'teki bir sabah kahvaltısıyla umarsızca atlayıvermesi ne zaman sonlanacak acaba? İçimde bir yerlere değmese sorun yok ama olmuyor.

Bir arkadaşım bir ilişkisinden bahsetti dün gece bana. Sakin sessiz, huzurlu bir ilişki olduğundan ve hiçbir sorunun yaşanmadığından da bahsetti. Beraberken geçen hiçbir kötü anlarının olmadığını, her şeyin güzel güzel ilerlediğini ama artık belli nedenlerden ilişkinin bitmesi gerektiğini söyledi. Sonra da dedi ki, "Ayça'nın bu videosunu izlerken veya böyle güzel bir müziği dinlerken, güzel bir anı yaşarken aklıma gelen kişi o değil hep daha sorunlu bir ilişkimizin olduğu "x" ". Kabullendim ben de. Benim için de aynı şey geçerli.

O kadar doğru ki midem bulanıyor artık "ilişki" lafını duyunca bir yerlerde. Kimseyle beraber olmak istemiyorum bu yıl. Kimseyle öyle bir ilişkim olmasın. Kimse bana "Seni seviyorum." demesin çünkü zerre kadar inanmayacağım. Ne de olsa zamanı geldiğinde her sözün ardına bir bahane saklayacak hale geliyor herkes. Bunu biliyor olmak bile rahatlatıcı; ya bazıları gibi sürekli "bilmiyor" olsaydım.

Sinirliyim çok. Kendime ama. Hala bir şeyleri takip etmemdeki salaklığa sinirleniyorum. Hala sözcüklerin ardına canımı delice yakacağını bilsem de anlam yerleştirmeye çalışmama sinirleniyorum. Başkaları istediğini yaşasın. Bir şeylerin hacimleri, kütleleri ağırlaşıp hafifleşedursun. Bunları takip ediyor olduğum için "Allah da benim belamı versin" dedim Korhan'a. Evet ya; versin.

Ama sanırım bir amacım var bunları yaparken. Ne kadar yol aldığımı görmek için dönüp dönüp geriye canımı acıtmaya çalışıyorum. Canım hala eskisi gibi mi acıyor yoksa daha mı az onu deniyorum.

Durum o kadar da kötü çıkmadı. Suyun içinde şişen pirinç misali, içine yerleştirdiğim sulu anlamlarla daha da büyüyen bir metni okurken, içimdeki acının eskiye göre daha da hafiflediğini kanıtladım kendi kendime. Dağılmam gereken anlamlarla, sadece uflayıp puflayarak başedebildim. Ağlamadım. Bir an için, "ben bu kadar anlam yüklüyorum, öyle değiller aslında senin düşündüğün kadar acı verici değil durum" diye düşündüm. Ama bu düşüncenin beni hiçbir yere götürmeyeceği belliydi. Ne olacaktı ki benim düşünüp de üzüldüğüm kadar olmasa hiçbir şey. Tamamen benim kendime acı vermek için kurduğum bir öykü olmasa noolurdu?

Allah benim belamı vermesin o halde. Ama illa ki bir şey vermek istiyorsa, sabır, akıl gibi aklı başında öğeleri katabilir hayatıma zira kendileri bir süredir bir şeyleri dindirmek için güçlerini sömürdüğüm kaynaklar. Her an tükenecekler diye endişelenmekten yoruldum.

Her şeyi bırakıp 8 Ocak'ı bekliyorum. Bir öngörü ustasının dediği sözler dışında bir beklentim olmasın istiyorum.

Ha bir de aklıma gelmişken, Schopenhauer'ın bu dönemde yaşasaydı, "emo" olacağını biliyor muydunuz?

Şaka şaka. Gülün hadi.

"this will be on my videotape"



Bu şarkıyı ilk dinlediğimde, bariz bir Ok. Computer tadı bırakmıştı ağzımda. Hatta çokça "The Tourist" havası olduğunu ve her ikisinin de iki albümün son şarkıları olmaları gibi bir benzerlikleri olduğunu yazmıştım sözlüğe. Her ikisi de cidden albümlerin en ağırları, en fazla güç gerektireni. Eğer zayıf bir anda açılırsa bir süre sizi paralize edecek, akla yapışan ve oradan ne yapılırsa yapılsın çıkmayan türden.

Bugün jayryan'ın (teşekkür ederim...) linkinden ulaştığım Scotch_Mist'i hem akşam hem de şu anda izlerken, sözlerine bakmak istedim şarkının. Bu zamana kadar hiç dikkat etmemişim ne dinlerken ne de sözlükte arada başlığına bir şeyler yazıldığına denk düşüp baktığımda. Gerçekten de zaman gerekiyormuş bu şarkıyla ilgili bir şeyler yazmak için. Şöyle diyor:

"this is my way of saying goodbye
because i can't do it face to face"

Keşke bir videotape hazırlasaymış; en azından...

Aptal Bok

Aptal bok diye bir laf ettim Esther'e. Sonra güldük. Ben hemen tanımını da yaptım. Şöyle:

Nereden çıkacağını ve nereye düşeceğini bilemeyen bok çeşidine aptal bok diyoruz. Bir de poz atanları var. Bunu da o buldu: Aptal poz bok.

Bir şey daha var buraya yazmak istediğim ama doğru bir zamanı bekliyorum.

Çok sıkılıyoruz ama çok eğleniyoruz. Hayırlısı :)

Salı, Ocak 01, 2008

Aphex de bizi görecek mi?



Ayça süper bir şey yapmış, yeni yılın ilk gününde çektiği bu kısacık klibimsi filmi youtube'a koymuş. Sonra bana yolladı. Ben de burada herkesle paylaşayım istedim. Bu yaz yine onun bana yollamış olduğu, "bu Aphex Twin olamaz" dedirten Avril 14th var fonda. Görüntüler ise şarkının naifiğinde, kendi halinde ama izlerken kameranın titrekliğinde seyrediyor iç ritminiz. Ben çok sevdim. Ayça olduğundan değil. Gerçekten çok sevdim ve Aphex bunu görmeli dedim ona da.

Görsün evet.

Houston, he had a problem



Bu Houston'daki Rothko Chapel'den bir fotoğraf. Beni bu fotoğrafı buraya koyup üzerine bir şeyler yazdıran nedeni boşverip, buna her bakışımda aklımdan geçen düşünce zincirine takıldım yine. Başlarda herkesin kendi mitini yaratması için insanların insanlıklarına ve insandan çıkan her şeye inancını yitirdiği dönemlerde umutla resimler yapan Rothko, nasıl olur da bu hale gelmiş, onu merak ediyorum işte. Yarattığı renkli bulut tarlalarında insanların hoplayıp zıplamasını amaçlamış olması, bunu yaparken figuratif olandan uzak durmuş, sadece renklerle herkesin kendi inancını kendi ülkelerinde başka hiçbir şeyi umursamadan yaratması için özgür bir başka boyut yaratmış olan bu adamın, içinin karanlığını daha fazla içinde tutacak iradesi kalmamış anlaşılan. Canlı, belirgin sınırları olmayan rengarenk bir gökyüzü festivalini anımsatan eski işlerinin aksine, simsiyah, sınırları neredeyse yokolmuş, boşluksuz boşluklar ve dehlizler yaratıp, resimleriyle umut verdiği tüm insanları böylesine bir noktaya getirebileceğini umursayacak hali de yokmuş diye düşünüyorum çokça. İzleyici açısından düşünüldüğünde ise Rothko sadece, onların artık çoktan işe yaramaz olduklarını düşündükleri içsellikleriyle bir bağ kurmaları için yapmıştı onca resmi. Bir nevi köprü işlevselliği taşıyordu o resimler. Bu yüzden de zamanında bir umut elçisi olmasından dolayı bir nevi peygamber ilan ettikleri Rothko'nun bu Malevich'in Black Square'i benzeri siyah alanları yüzünden kendilerine zamanında vermiş olduğu tüm umudu da kırdığını düşünürüm. İnsanın zamanında umut hapı gibi yutmuş olduğu birinden medet umduğu o kritik anda, o hapın kendisinin kendine inancı kalmadığını görmesi kadar insanı bunaltan ve üzen başka bir şey olabilir mi acaba? Bu kronolojik ve hatta eşzamanlı olarak Rothko'yu izleyen insanları, derin bir hayalkırıklığına uğratmıştır diye düşünüyorum tam da bu yüzden işte.

Öte yandan Rothko'nun içindeki bu umutsuzluk nereden kaynaklanıyordu diye düşünen var mıydı acaba? İnsanlar umut kırıntılarının peşinden giderken gözleri kendilerinden başka bir şeyi görmez ve gerekirse başkalarının umutsuzluğu pahasına o yolda ilerlemek için inat eder durur çünkü. Belki de artık kendi sözlerine artık inanmadığını söyleyen bir peygamber olma pahasına içindekileri dökmesi gerekiyordu onun da. Bunu yapamasa öleceğini hissediyor da olabilirdi hatta.

Ve sonunda bunu yapmasına rağmen dayanamadı o da; intihar etti. Belki de artık içindekileri ifade edeceği bir renk, insanları bir zamanlar rahatlatan o motivasyonu onlara verebilecek bir köprü kalmamıştı içinde.

Neden bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettiğimi yazının başında da söylediğim gibi açığa çıkarmayacağım. Belki de aynen O'nun o zamanlar hissettiği ve bildiği gibi, ne kelime, ne renk, ne de bir köprü kaldı onları ifade edecek.

"B"

Önceki yazıda 2007'nin kişisel tarihlerimizdeki ortak izdüşüm cümlelerini sıraladığımızdan bahsetmiştim. Herkes listeler yapmış zaten bloglarda, yok şu abüm böyle, yok bu film şöyleydi diye, ben de bunun listesini buraya ekleyeyim istedim. Hemen geçen yılın en "hip" cümlelerine geçelim lafı daha fazla uzatmadan:

1- "Bilmiyorum."

Bu cümle o kadar söylendi ki içimizde, ve söylendiği anda içimizde öyle derin kazı çalışmalarına sebep oldu ki, kendisi hala o derin dipsiz kuyularda, mağaralarda yankılanıyor. Söylendiği yerlerden kaçma isteği, mide bulantısı, kusma, denge kaybı ve algı bozukluğu gibi güçlü yan etkileri olduğundan 2008'de bu lafı kullanma ehliyeti bulunmayanların kullanması yasaklandı. Haberiniz olsun.

2- "Birlikte olmayalım ama hayatımda ol."

Bu ise başka bir cümleydi 2007'ye damgasını vuran. Söylendiğinde söyleyen kişiye tek kelime etmeden elveda denmesi gerekmektedir. Yapılmazsa kişi üzerindeki tahribatı yer kabuğuna sıçrayıp, içteki nefretin dışarıdaki yansıması olarak depremlere sebep olabiliyor. Bala'daki depremler bu sözü bu şehirde duyan iki kişinin içindekiler yüzünden oldu. İnanmazsanız Işıkara'ya bir mail atın beni referans göstererek. Duyanlar duymayanlara anlatsın.

3- "Beni heveslendir."

Aslında bu cümle 2007'nin son akşamına kadar hayatlarımızda yer almıyordu. Son dakikada sevgili D.'nın yaptığı bir telefon konuşmasında söylenmesiyle, listeye 3. sıradan girmeyi başardı. Bütün gece dile dolandı. Telefonda bir şey yapmak için neden arayanların cümlesiymiş ama o neden zaten konuştukları kişiymiş, onların da haberi yokmuş. Haberleri yoksa pasta yesinler o halde. Gerçi bizde o da vardı ama neyse...

Bu üç cümleyi bir süre hayatlarımızda duymak veya kullanmak istemiyoruz. Avrupa Yakası'nı izlemek istemiyoruz.

Bu cümleler bir bir ortaya dökülürken içimizdeki birikintilerden fırlayıp, farkettik ki hepsi de "b" harfile başlamakta. Biz de "b"ye karşı bir antipati geliştirelim istedik bu yılın ilk dakikalarında. Şöyle notlar aldık. Hiç dokunmadan kopyala yapıştır yapmak istiyorum izninizle.

"

"b"den nefret ediyoruz.
"klmnö"

"c" "b"den sonraki "y" ise "z-a-b"dan önceki.
götran
beklenti

lanet çağrışımlı "b" listesi:

bok, boşuna, bencil, bırakmak, belki, bahtsız bedevi, başka, boğaz, bebek, balık, boğlak, ben, bana, beni, benden, bende, benim, bence, "beddua", batmak, bayağı, bıkkınlık, bıkmak, bezmek, bezelye, bıyık, beter, banka, banhattan, benetton, berkay, bengay, bulanık, bulamaç, balçık, böööghhee, boşvermek, bono, bat for lashes, broken heart, bürokrasi, başbakan, battal boy, babacan, bakan, beyhude, boşluk, bad, boş, balgam, brutal, brooklyn, bağırsak, bezik, bedük, berat, barbara streisand, barbaros, bozuk, büzük, bayat, boyfriend, bağdat, balgat, bush, bomba, bilek, bezgin, bezmek, bizans, briç, bit, bulaşmak, bulaşıcı, bulaşık, baskül, bacanak, baldız, bebe, bask, basık, baskı, beşiktaş (takım), bağdat caddesi, bayan, bay, baş, burs, bataklık, beckham, brokeback mountain, boza, bazlama, barış, biyolojik silak, boru, borusan, borat, bombay, bollywood, birkaç, bunalım, britney spears, bandırmak, başak, bala, büyükşehir belediyesi, belih bökçek, beton, burma bıyık, basur, burhan altıntop, beyaz (show), bürkan (bu sana ayça :) ), boğaç, bodur, bıdık, bücür, bullocks, balon, beerfest, bira, boncuk, belli, bonjour, birsen, birahi, biraver, budala, bunak, büst, bariyer, boyzone, backstreet boys, birdirbir, bi kere, bağır, böğür, bin ladin, basic design, börtü böcek, bim, bıçak, böğürtlen, borç, bukalemun, boynuz, beklemek, benzeri, benzer, briyantin, burdur, bela, bitirmek, başlamak, billur, boşluk, birileri, bitsin ama bitmesin, belong, bankrupt, ban, buhran, bocalamak, bacı, balina, bokböceği, but (ing), between, bookface (:p), b."


Hepiniz "b"i gidin rica ederiz.

08

Sabah 6 gibi artık uyumaya çalışırken K.'la salondaki kanepelerde, şöyle bir laf ettim:

"2007'ye girdik artık, her şey daha iyi olacak."

Evet ben 2007'ye girdiğimizi sanıyordum oysa ki o an. Nasıl da mutluydum sondaki "7"nin bana şans getireceğini düşündüğümde :) Olsun. "8"i, "7"den daha çok sevdiğime göre, hiçbir sorun yok. Hem "7 is a number in magic" ve ben bu cümleye şöyle devam ediyorum bu aralar "and magic is an illusion in reality". O halde "8" Pluto'nun 2. evimde gezinmeye başlaycağı bu senede benim için ilginç şeyler vaadediyor sanırım. Sonsuzluğu ifade eden "8" zaten numeroloji denen absurd şeye göre ismimin karşılığı. Buradan da türlü türlü zırvalıklar çıkarılabilir ama ben burada bu konuyu sonlandırıp dün gece yaptığımız saçmalıklara geçeceğim.

Alfabetik bir sırayla D, E, G, G, İ, K, Ö, T olarak, mutfak ve salon ikilisi, Absolut, Cardinal, Dimitra ve Efes dörtlüsü arasında gidip geldik. Güzel bir masa, zevkli sohbetler yapıldı. Üzerimde dün ani bir kararla aldığım sweatshirtüm vardı. Şöyle diyor önünde: "Got To Be Bad". 2008'e girerken, özel olarak Oasis - Champagne Supernova açıldı. Birileri La Ritournelle'le girmiş, haberini aldım. Hemen kendime pay çıkarıp mutlu bile oldum.

Sonra bir zaman oldu nerede hangimiz başlattık bilmiyorum ama geçen yılın ilk üç cümlesini seçtik aramızda. Bunları hemen bir kenara not aldım buraya da yazmak için. Ama bu bir sonraki yazının konusu.

2008'in ilk gününde ise 5 senedir bilip, birbirimizi göremediğimiz bir arkadaşımla sabah kahvaltısı için sözleştik. Güzeldi eskilerden olmasına rağmen yeni bir yüzü dahil etmek görsel hafızama. Sonra bir kitapçıya gidilip güzel kitaplar aldım kızkardeşlerime ama o kadar dalgınım ki birine aldığım kitabı zaten geçen yılbaşı hediyesi yapmışım ona. Tamam, kabul ediyorum tüm dediklerinizi.

Bugün ev toplanıp, temizlenecek, yarına kitap değiştirilip evde biraz keyif yapılacak. Sonra ise ayın 8'i beklenecek :) Nedenini sormayın (merak edildiğinden bile şüpheliyim) ama K. bilir ne olduğunu. Öyle...

Bomboş bir ilk gün yazısı ile Imagine Room 2008'e girdi sayemde. Bu senenin aynen bu yazı gibi içimi bomboş hale getirmesini istiyorum. O kadar boş olsun ki hatta, bir sonraki seneye doldurmak için kendimi yeniden olumlu hislerin peşine sürükleyebileyim.

İyi yıllar!