Pazartesi, Mart 31, 2008

"...and float in space and drift in time"

Werchter'e gitme fikri çok mantıklı gelmekte. Ayça'yla da konuşacağız daha K. ile. Aynı hafta içinde Ayça, Brüksel, Radiohead ve Sigur Rós'u bir hafta içinde görüp yaşamak pek keyifli geliyor kulağa.

Keyifli şeyler yapmaya çalışıyorum bu aralar, özellikle de evde. Ama nedendir bilinmez yaptığım şeyler istediğim gibi olmuyor. Aslında en güzeli fırsat buldukça bu yağmurlu havalarda, yatağıma uzanıp gökyüzünü izlemek boş boş. Belki uzun zamandır unuttuğum ve nesnesini kaybetmiş daydreamlere dönmek iyi bir fikir olabilir. Eskiden daydreamlerden uzak durmaya çalışırdım sonunda istediklerimin gerçekleşmeyeceğini bildiğimden. Şimdi istediğim bir şeyler olmadığından limitlerim yok ve sınırsızca hayal kurabilirim. Demek ki neymiş gündüzdüşlerine beklentileri sokmamak ama sadece düş/hayal kurmak gerekiyormuş. İsminde "düş" diyor zaten. Beklentileri oraya sokarak onları hayal haline getirmenin bir anlamı yok sanırım.

Yılın ilk çileğini yedim bugün. Geçen sene yine bu zamanlarda yemiş olmalıyım çünkü daha ilk seferde hemen öyle bir ana gittim. O anda E. vardı. Oturmuştuk yatağımda. Ben bir yandan konuşuyordum bir yandan çilek yiyordum. E. çilek, erik ve kiraz yediğim zaman beni izlemeyi çok sevdiğini söylemişti. Gülümsemiştim.

Yeni yeni grupların albümlerini indiriyorum ama dinlemiyorum. iPod'um da bugün bir garipti zaten. Şarj edemedim kendisini bir türlü. İnat etti. Her şarj oldu artık dışarıya çıkıp dinleyeyim dediğimde, "Low battery" diyerek beni hayalkırıklığına uğrattı. Twitter sayesinde M. ile mesajlaştık. Sağolsun imdadıma yetişti telefonuna giden Twitter mesajımdan sonra. Ümitliyim bu sefer yanıbaşımda şarj oluyor diyorum ama göreceğiz birazdan gerçekten düzeldi mi diye.

İçim bomboş. Hiçbir şey istememek, günlük ufak tefek sorumlulukları hayatımın en büyük sorunları haline getirmeme neden oluyor. Sonra o sorunlar kendileri gibi ufak tefek çözümlerle sonuçlanınca, bomboş halime geri dönüyorum ve buraya koşup bir şeyler yazmak istiyorum. Sonra da şimdiki gibi hiçbir şey yazamayınca sinirleniyorum. Aslında sinirlenmemek lazım. İyi bir şey insanın içinde kusacak mide bulandırıcı bir şeyleri olmaması.

Bazen de sırf sorun yaratayım kendime diye, eski yaraları kurcalıyorum. Onlar da beni pek kaale almıyorlar; "Düzeliyoruz biz, tamam artık yeter" diyorlar. "Peki" diyorum ben de. Paul'un beni kızdırmak ve böylece ilgimi çekmek için gözümün içine bakarak bir şeyleri devirmeye çalışması ve ben ona kızmayınca, bütün heyecanını ve umudunu yitirerek yanıma gelip uyuklaması gibi bu durum aynı. Heyecan arıyorum ama üzülecek bir şeyim olmadığı gibi sevinecek ve mutlu olacak bir şeylerin hayatımda bulunmaması çok sıkıcı cidden de.

Televizyon açık evdeyken ben sürekli, vızıldıyor bir şekilde. Tüm gün, günün ve hatta son zamanların en önemli olayı üzerine insanlar yorum yapıyorlar. Bir taraf kapatılsın istiyor AKP, bir taraf da kapatılmasın diyor. Kapatılmasın diyenler ikiye ayrılıyor: Demokratik değil diye itiraz edenler ve AKP destekçileri. Ben kapatılmasıncıların "Demokratik değil" diyenlerinin tarafındayım ama kapatılsın da diyor bir yanım. Bir olaya her açıdan bakma ve verilecek her türlü karara, kural koyan her türlü otoriteye muhalefet olmak gibi bir takıntı sahibi insan olarak her ne karar verilirse diğeri gözönünde bulundurulmadı diye içim sıkılacak. Hem AKP kapatılırsa BKP açılır nedir ki diyorum hem de üstüne AKP'den sonra BKP ne manidar bir isim olurdu diyip dalga geçiyorum umarsızca... Yüzbin parçaya bölünmüşüz ve hiçbirimizin diğerlerinden haberi yok maalesef. Görsek, bilsek bile kaale almıyoruz, görmezden geliyoruz. Ülkede hiçbir şey iyiye gitmiyor. Ne güzel.

Ülker çikolatalı gofret zaten yeteri kadar lezzetli junk food klasmanında ara ara öne çıkan bir yiyecekken, neden üstüne lacivert bir daire üstüne beyaz iğrenç bir fontla "NEFİS" yazma ihtiyacı hissedilmiş anlayamıyorum. O ibareyi görüp bunu sırf merak için alabilecek insan, zaten yıllardır bu gofreti yememiş tek kimse kalmadığından yoktur. Bir de eğer varsa öyle biri (gerçekten de ancak bir kişi olabilir varsa) o "NEFİS" ibaresini gördükten sonra almak istemeyebilir bunu. İşlevsiz ve yazık olmuş.

Bu haftadan istediğim tek şey ileride panik olduğunda onu tamamen sakinleştirebileceğim ve hatta onu sakinleştirebilecek tek insan olabileceğim birini görmek, tanımak. Gel buraya diyip saçlarını sevip iyileştirebileceğim biri. Öbür türlü artık kendimi aynı o "NEFİS" yazısı gibi işlevsiz hissetmeye başlayacağım yavaştan.

Pazar, Mart 30, 2008

"Summer’s winter’s cure"

İlk kez başlıktaki gibi bir cümleye inanmak istediğim bir an yaşamaktayım. Aklımda bunun dışında yeni hiçbir şey yok. Sadece yazıyor olmak için yazıyorum bunu da. O halde neden yazıyorsun derseniz cevap veremem, o yüzden sormayınız lütfen.

Bu aralar hiç ummadığım şekilde birileri hayatıma tekrardan giriş yaptı. Bu insan benim hayatımdaki bir noktada kendisini yerleştirebileceğim "en" noktasındayı. Ama bir şekilde, hayat vs. derken kaybettik birbirimizi. Biraz benim ketumluğum ve "buraya kadarmış"çılığım, onun da benzer tavırları dolayısıyla koptuk gittik. Geçen İstanbul'a gidişimde evinin önünden geçerken mesaj attım. Merakla ne diyecek diye beklerken, kendimi olası en kötü cevaplara hazırladım. Sonra öyle olmadı. O cevapları iki saniyede unutturacak güzel bir mesaj geldi ondan bana. Üstüne görüşemediğimiz zamanların acısını çıkaracağımıza dair umutluyum bir de. Her şey daha iyiye gitsin istiyorum aynen bunun gibi.

Bugün canımın bir anda bir şey nedeniyle sıkıldığını anlayan bazı insanlar beni mutlu ettiler. Onları gerçekten ben de seviyorum. Ama belli sebeplerle kendi çıkarlarını gözeterekten iki saniye içinde bana gülümseyip iki saniye sonra işlerine gelmeyen bir şey yüzünden suratlarını ekşiten insanlardan hazzetmiyorum. Bu en yakınımda olanlar olsa bile hazzetmiyorum. Hatta o zaman daha da irrite olup, daha kötü hissediyorum.

Sabah sabah K. ile kalkıp klasik kahvaltımızı her zamanki Pazar sabahı mekanımızda yaptık. Bu sefer biraz kısa sürdü ama yeşiller içinde gördüğümüz o ufak çocuk gerçekten eğer onun yaşında olsaydım uzun süre bakınıp "ne hoşmuş" bu diyebileceğim bir tip olurdu.

Yine yoğun ama nispeten boş bir hafta beni bekliyor. Saatleri ileri aldık dün gece. Artık bir saatlik gelecekte yaşıyoruz. Bunu bildikten sonra zaman yolculuğuna hala bir yol bulmaya çalışmak çok anlamsız; saatlerle ilgilenmiyor olmak ise çok iyi bir şey. Hatta eskiden normalmiş gibi hesaplamalar yaptığım zamanları hatırlayıp şaşırmak, gözlerimi kocaman açarak "Nasılmış yaa?!" demek daha daha çok iyi bir şey. Gerçek hastalık olmadan gerçek tedavi olmuyor. Kendimi sonuna kadar hasta etmiş sonra aynı şekilde bilmemnerenin dibinden yine kendi kendime çıkarmış olmanın haklı gururunu taşıyorum. Bu gururla yatağıma doğru yöneliyorum. Biraz müzik dinleyip, biraz kitap okuyarak hayatıma kaldığım yerden devam edeceğim.

--- Spoiler ---
Sonunda da uyuyacağım kulağımda bir adam "Dream, dream, dream, my lonely one" diye fısıldarken hem de.
--- Spoiler ---

ps: Yazı yazarken yaşamıyor olduğum yanılsamasına sahip olduğumu farkettim son cümlemde. Üstüne mutlaka bir şeyler yazmak ve doğru mu değil mi diye kontrol etmek gerekiyor. Unutursam hatırlatın biriniz rica ederim.

Cuma, Mart 28, 2008

Guillemots

Bu eğlenceli zamanlar için bir adet Guillemots:



Bu da tam tersi zamanlarda dinlenebilecek olan Guillemots:



Bir süreliğine kendilerinden başka bir şey dinlemeyebilirim, haberiniz olsun.

Paris je t'emmerde

meraba imagine room'un sükünetten uzak sakinleri
bayadır divina'nin monoloğunu bölesim gelmediğinden köşemde oturuyodum sessizce ama madem ki yem atıldı hemen bir postla oltaya altiim dedim
kısa bi "ben bugün bunu gördum" yapıp kaçıcam zaten.
yapıyoruum
yapıyoruum
yaptım
ben bugün bunu gördüm:



evet i heart nyc, i heart bxl, i heart şu, i heart bu derken paris denen negatif his yoğunluğunu kendisine bir ayna gibi yansıttığım bu garip şehir için bu kadar başarılı bi konseptin bulunup türlü turistik dükkanlarda t-shirt olarak satılıyo olmasına taptım. (tüh bak kuralı bozdum, bu şehirde hiçbişeye tapmamam gerekiyodu, yoksa turist olduğum anlaşılır ya)

duvarlarda olasılıkla amerikalı turistler tarafından veya onların yoğun istekleri üzerine yapılmış "je t'aime" grafittilerine de cevap olsun diye bu postun başlığını kullanan bi graffiti yapmam gerekicek kadar uzun süre bu şehirde kalmam umarım.

sevgiler, parissiz günler dilerim :)

Angora Rabbit




Bu Ankara tavşanıymış. Gerçi bazıları İngiliz Ankara tavşanı olarak adlandırmış. Kime göre neye göre yapmış bu klasifikasyonu onu da bilmiyorum ama bunlardan bir tane istediğimi çok iyi biliyorum. Hızlılığıyla bilinen tavşanların böyle bir hale gelebildiğini görmek çok komik. Mimar olmak isteyen George Costanza görmüş kadar eğleniyorum her baktığımda. Ha bir de ayağa giyilen pofuduk terlikler gibi ayaklarımı sokmak istiyorum tüylerinin arasında. Onlar zıplarken beni de zıplatsınlar. Beraber her yeri dolaşalım. Hazır hava da güzel.

Perşembe, Mart 27, 2008

"again, again i'm wrong, and i confess..."

Bazen düşünüyorum eskiden bana çok normal gelen şeyleri. Nasıl bir delilik halindeymişim de bunları normal bir şeymiş gibi görebilmişim o zamanlarda diye şaşırıp kalıyorum. Koskoca zaman farklarıyla nasıl başetmişim diyorum.

İstiyorum ki bir de şu şarkıyı dinleyin. Pek sevdiğim bir müzik blogunda övülmüş kendileri. Ben de pek başarılı buldum vokalle müziğin uyumunu. Ayrıca bu da myspace sayfaları; bir gözatın.

Zamanında birisi bana "Sen sevilmek için yaratılmışsın" demişti. Ben de karşılık olarak "Sen de öylesin" demiştim. Sonra birbirimizi sevmeyi öğrenmiştik sanırım beraber eş zamanlı bir halde. Ben ise hep tam tersi, sevmek istemişimdir sevilmekten ziyade. Tamam, kabul ediyorum, her ikisi aynı anda oluca şahane bir şey oluyor. Hayatımda bir kez o dengeyi yakalamıştım. Bir daha da yakalamayı ummuyorum zaten çok uzun süredir ama gerçekten de sevmeye daha istekliyim ben. Sonra kendim gibi insanları bulunca sorun yaşıyorum sanırım. Birileri de zamanında kadınlar sevilmeye önem verir gibilerinden bir şeyler söylemişti. Zaten ben de kadın olduğumu hiçbir zaman iddia etmedim bilinen manada. Bilinen manadan kastın nedir diye soracak olursanız, standart bir kadın imgesi vardır ya hani, erkeği peşinden koşturmak için türlü numaralar yapar. Çünkü ancak peşinden koşulacak bir şeye sahip olduğu yanılsamasını kaçarak yaratabileceğini düşünür. Değer verilmesi gerekilen özelliklerinin kendinde olan özündeki özellikleri olduğunu bir türlü idrak edemez veya belki de kendine güvenemez. Bu yüzden kaçmaya eğilimlidir. Kendini saklayıp durur bir yerlere. Aslında ilişki onun için stratejik bir şeydir. Hiçbir zaman attığı adımı tam atmaz. Hep yarımdır veya atar ama iki adım geri çekilir hemen ardından ki daha değerli olsun hani erkeğin gözünde. Ben de sanırım böyle stratejilerle parmağımın ucunda oynatabileceğimi bildiğim erkeklere karşı bir saygı duyamadığımdan, onlara karşı aşk yaratamıyorum içimde. Yaratmak diyorum çünkü cidden de aşk yaratılan bir şey; en azından benim için böyle. Ancak saygı duyduğum, benimkilerle bir şekilde çarpık da olsa eşleşebilen özelliklere sahip insanlar ilgimi çekiyor. Sonra bu insanları tanıdıkça onlara aşık olabilme olasılığım yükseliyor. Bazen tanıdıkça daha da uzaklaşıyorum. Zaten şunun şurasında hayatımda cidden sonuna kadar aşık olduğum kaç kişi oldu ki. Birinin yeri apayrı, diğerinin yeri ise kazı çalışmalarında harabeye dönmüş halde. Hiçbir iz kalmayacak şekilde kazıyordum delik deşik ediyordum bir süredir orayı. Şimdi durdum. Yeni bir şeyler inşa edeceğim oraya yakında, hissediyorum. Hissediyorsam doğrudur diyorum ve retroya bir ara veriyorum, konu her neyse ona dönüyorum.

Neyse işte, diyordum ki saygı gösteremediğim birine aşık olamıyorum. Peşimden koşan birine de saygı duyamadığım için öyle kaçmıyorum etmiyorum. Her şey açık olsun istiyorum. Peşinden koşulacak bir şeyim yok ve beni bu halimle sevsin, bu halimle bana aşık olsun istiyorum. Çünkü eğer o peşinden koşulacak bir şeylerimin olduğunu düşünüyorsa bunun bir yanılsama olduğunu ve bu yanılsamanın ikimizi de içinde bulunmak istemeyeceğimiz sulara çekeceğini biliyorum. Sırf o durumu yıkmak için elimden geldiğince kendimi gösteriyorum ona. İyi de yapıyorum bence. Ama evet sevmek istiyorum, aşık olmak istiyorum. Birinin bana olan sevgisinden ziyade benim o kişiye hissettiklerim daha önemli sanırım benim için. Yoksa kendimi aldatıyor gibi hissediyorum; yaşadım oradan biliyorum.

Bazen de hayatım boyunca tek yaşayabilir miyim diye düşünüyorum. Sanırım bu da mümkün. Gerçekten de hiçbir zaman aslında hiç kimseye ihtiyaç duymadığımı biliyorum. Tabii aşk meşk öyle ihtiyaçtan olmuyor. Gerçi daha geçenlerde tam tersini iddia ediyordum hararetle ve etrafımdaki herkesi buna inandırabilmiştim de verdikleri ilk ciddi karşı tepkilerine rağmen. Böyle de yanar döner bir insanım. O yüzden inanmayın bana.

Bazen de böyle ciddi, kesin ve hatta zaman zaman cheesy tanımlar yapıyorum ya kendimce hayatla ve türlü zırvalıklarla ilgili, en çok da o zaman hastası oluyorum kendimin. Bir gidip çay koyuyorum, geçiyor.

"I don't know who i'm meant to be"

Şimdiii... Kimseyle görüşmek istemediğim, kendi halimde evimde oturup çayımı, kahvemi yudumlamayı amaçladığım bir günün ortalarındayım. Tv açık her zamanki gibi. Sunshine adlı bilim-kurgu olduğu söylenen bir film varmış. İzleyeceğimden değil ama dursun istediğimden arada bir gözucuyla bakmak üzere açtım bu filmi. Açıklamasında ayrıca "Yakışıklı oyuncu Cillian Murphy'nin oynadığı" şeklinde bir kısım var. Hatta açıklama aynen böyle başlıyor. Yönetmen Danny Boyle'dan hiç bahsetmeyeceklermiş hatta ama utanmışlar ve sonuna eklemişler gibi bir izlenim de edindim tabii. Bir filmi tanımlarken filme yapılacak en büyük şanssızlık bu olsa gerek. Bilim-kurgu filmindeki karakterlerin yakışıklılığıyla ilgilenen birileri varsa izlemesin zaten filmi; açsın Google'ı, aratsın adamı ve resimlerine doya doya baksın demek istiyorum.

Neyse işte... Dün yaşadığım sinir bozucu saçmalıklardan sonra bugün evimde sakin bir gün geçirmeye çalışıyorum. Bir yandan da yeni bir blog açtım. Arada bu zamana kadar yazıp da biriktirdiğim ve yazmayı planladığım sanat sepet hakkındaki yazılarımı burada yayınlamayı düşünüyorum. Bazılarınız bu projeden haberdar. Bazılarınız ise değil. Şimdilik bomboş olan Modern Art-icles adını uygun gördüğüm bu blog'a buradan ulaşabilirsiniz. Hatta bir de başka bir üyesi de olacak bu blogun büyük ihtimalle. Entel kuntel saçmalıklarımızla burayı dolduralım diyorum ve bu blogun laklak çene yaparak harcadığımız bu yöndeki enerjimizi akıttığımız, hiçbir işe yaramayacak olsa bile fikir çöplüğü haline getireceğimiz bir arşiv olmasını istiyorum.

Onun dışında bugün D.'ya ve D.'e ve hatta A.'e dert yandığım konularla ilgili yeni bir gelişme yok. Ayrıca açık olan o filmi de kapadım az önce. Yakışıklılık veya güzellik bir yere kadar izletiyormuş filmi. Hoş izleme gereksinimi bile duymadım ama. Neyse.

Laura diye bir grup var. Post-rock yine. Pek hoşlar. Listelerimize Avustralya'nın Melbourne yöresinden katılmaktalar. Özellikle bir şarkıları var ki ismi pek manidar kendisi pek güzel: "It's kind of like the innocent smiles you get at the start of a relationship before you fuck everything up". Dinlemeniz için tıklamanız yeterli.

Budur.

Salı, Mart 25, 2008

Unwillingness

Şu an bulunduğum durumdan hiç memnun olmamakla beraber, yarına gidemiyor olmam sinir bozucu. Bu sinir bozukluğundandır sanırım, şu an uğraşıyor olduğum iş beni boğmakta, had safhada sıkmakta.

Bilmediğim birinden anlamsız mesajlar almaktayım. Kim olduğu sorulunca "unut gitsin" diyebiliyor bu insan ardarda attığı telefon mesajlarından sonra. Unutayım gitsin o halde.

Onun dışında canım fazlasıyla sıkkın. Kimseyle konuşmak istemiyorum. Dudağa bir türlü sürülemeyen, oradan buradan taşan kırmızı rujlar gibiyim. Bulaşmak istemiyorum kimseye o yüzden.

Kendimi Noi gibi hissettiğimden midir artık tesadüfen az önce gecenin şarkısını seçtim bir anda kendimi bunu dinliyorken bulunca: Slowblow - Aim for a Smile.
Gecenin sözleri de şöyle:

"i see death as it sneaked up behind you
patiently taking its aim
as it aimed for the spark in your eyes
resistance from here looked so lame
what used to scare me is not worth one thought
as i claimed the memory of
each black coffee and cigarette used while i aimed for a smile on your face

i tried to sit straight up the side of your bed
and pour my thoughts straight down the drain
when it pours i'd much rather get wet
than to shelter my thoughts from the rain
while i chill my guitar to your amplified breath
and arm away thoughts of your death
all i got left is one awkward embrace
my last aim for a smile on your face"

Pazar, Mart 23, 2008

"not anymore"

Günler geçiyor... Her şey geçiyor...

Aylardır takılmamış perdem annem gelmeseydi Paul'e yataklık yapmaya devam edecekti. Hızla devam ediyorum her şeye. Ummadık kişilerle görüşüyorum. Ummadık sözler duyuyorum. Yıllar sonra aynı sözleri işittiğime şaşırıyorum. The Dø dinliyorum. Ona buna bağırıp çağırıyorum bazen de. İçimdeki suçluluk hissi azalıyor biraz da olsa bazen. O zamanları seviyorum.

Hayatımda eskisi gibi olan pek bir şey kalmadı sanırım. Kafa karışıklığım bile hayatımı etkilemeyecek düzeye indi artık. Eski o "herşeyerağmenkendiniveren" çocuktan eser kalmadı. Kocaman olmuşum artık herhalde. Hiçbir şey yeteri kadar heyecanlandırmazken, hiçbir şey yeteri kadar üzemiyor. Nasılsa artık iki uç için de son noktayı görmüş olmalıyım diyorum.

Çarşamba sabahı İstanbul'da olacağım. Bir gün boyunca kendi halimde takılacağım. Gece de dönmeyi planlıyorum. Güzel bir gün ve akşam istiyorum bu haftadan.

Sesini unutmuşum bugün salonda uyuklarken farkettim. Bir insanın sesini ve kokusunu unuttuğumda onun hayatımdan silinip tamamen yokolmasına çok az kalmış demektir diye düşünmüşümdür hep. Sonunda bu noktaya gelmişim, uyku ve uyanıklık arasında gidip gelirken farkettim. İyi hissetmekle beraber, uzunca bir süre sadece sesi ve hayaliyle hayatıma anlam katabilen bir şeyi kaybetmiş olmanın ağırlığı da var üzerimde. Artık ne sesi var kulaklarımda, ne de hayali var uyumadan önce. En fazla uyumadan önce yazılan bir yazının içinde birkaç kelime olarak varlığını hayatımda sürdüren bu şey yakında tamamen gidecek gibi bir his var içimde. Nasılsa ruhu duymuyor diyip buraya son noktayı koyayım.

"O yaşadığımız boynumda bilmece gibi bir düğüm" demiş ufak bir kadın bir yerlerde eski bir zaman. Tesadüfen buldum.

Annem iyi ki burada.
Yatıyorum.

Perşembe, Mart 20, 2008

"One Morning in May"

Ben bugün yine çok konuştum.

Birisi bana ilginç haberler verdi. Bol bol "Şeytan" gördüm; "Azize"yi severim dedim, "Peki, ama dikkatli ol" dendi.

Çok konuşmam nedeniyle canım sıkkın. Bazen ağzımı bantlamak istiyorum. Şu insanların yüzünü gözünü kapattıkları siyah bantlar vardır ya gazetelerde, birileri bazı şeylerden bahsederken ben onlardan bir tanesini ağzıma yapıştırsa; birileri ben bir şeyler görmek için orayı burayı karıştırdığımda gözlerimi o siyah bantlarla kapasa ne iyi olurdu.

July Skies dinliyorum; sağolsun dream endless, sayesinde uzun süredir aradığım, içimdeki soğuk kütleleri biraz da olsa damla damla akacak hale getiren bu müziği bana tanıştırmıştı çok önceden. Geçende blogunda gezinirken bir deneyeyim yeniden dinlemeyi dedim, ki iyi ki demişim. Her ne kadar July Skies İngiltere'den çıkmış olsa da bence buzulların erimesi, global ısınma gibi durumların olmasının nedeni genelde soğuk ülkelerde yankılanan ve buralardan çıkan bu tür müziklerin eseri. Buzulların ortasında böyle müzikler dinlersen veya yaparsan, onların erimemesini beklemek komik.

Sabahtan akşama L. ile gezinmek, sonrasında ilginç bir birkaç saat yaşamak, üzerine A. ile eve gelip keyif yapmak bazen yetmiyor. Bazen bazı fotoğraflardaki anları dondurmak istiyorum. Bazen gülümseyerek uyuduğum, bazen de kahkahalar atıp gözlerimi kapadığım bir ana dönmek istiyorum. Ama hep dönmek. Bir gün aklımdaki her şeyi bir kitaba dökebilirsem eğer sırf bu yüzden kitabın adını "Retrospektif" koyabilirim sanırım. İçimdeki kapanmak bilmeyen o retrospektif sergilerin sonu ancak öyle gelir belki.

Zamanda yolculuk denen şeyi kim neden hayal eder diye düşündüm bedenim ve ruhum ayrı ayrı takılırken yine. Zaten kim şu anı yaşayabiliyor ki zamanda yolculuk yapmayı hayal etsin? Bedenen gitsen ne olur sanki, ruhun zamanda bir yerlerde kaybolmuşken. Önemli olan sanırım her ikisini şu anda sabitlemek. Ne ileri ne geri adım atmak istediğim bu aralarda, önüme çıkan fırsatları görmezden gelirken ben, kendimi Desmond'vari yolculuklarda bulmak kadar rahatsız edici başka bir şey yok. Ruhumun bir süredir yaptığı yolculuk zamanlarından kalma bir adet "sabit"imin olmayışı ne acı.

(Tam da bloga bunu post etmeye hazırlanıyorken, July Skies'ın Last.fm'deki sayfasına girdiğimde, sanatçı bilgisini giren son kişinin kim olduğuna bakasım geldi. Baktığımda kendisinin kişisel bilgilerinde şöyle bir şey yazdığını gördüm: " I live for the past." ...)

Salı, Mart 18, 2008

Portishead-Third

Sözlükte Portishead'in third'üyle ilgili bir entry yazdım. Buraya da yapıştırayım, burayı da mahrum bırakmayalım.

"albümle ilgili söylenecek bir şey var mı bilemiyorum. portishead delileri olarak albüm çıkardıkları haberi bile bize yetmişti oysa ki. çıktığını öğrendiğimde bir süre dinlemedim mesela bu albümü ben. sadece bilgisayarımda zipli halde bir adet dinlenmemiş portishead albümü bulunduğunu bilmenin verdiği haz bile birkaç saat beni mutlu etmeye yetti.

silence'ın ilginç başı ve sonu arasındaki hipnotize edici tamtam seslerine benzer bir ritm, üzerine her zamanki portishead yaylıları karşıladı beni albümde. yüzüme bir gülümseme oturdu hemen. alıştığımız portishead'i andıran bir şeylerin olduğu belliydi. sonra bir anda suskunluk oldu. şarkı adının hakkını verdi. bu açılış ve özellikle de sonraki beş şarkı tüm gün o yüzüme oturan gülümsemeyle gezinmemi sağladı da denebilir. çok eskiden yıllar önce portishead'i dinleyişimdeki farklılık kendini farkettirmişti. ilk kez 17-18 yaşında portishead dinlemeye başlamış ve sonraki her depresif anında elinde bir sigara ve katlanıp giden bir hüzünle bu grubu tüketmiş insanların, portishead'in mutluluk verici bir depresifliğinin olduğunu da öğrendiği albüm olacak sanırım third. her zamanki gibi eskiden onları dinleyen kitleyle senkronize bir ruh hali sezdim ben albümde. bizim gibi onlar da büyüyorlar, değişiyorlar tabii. eski dağınık şarkıları gibi değil bu albümün 11i. daha düzenliler, artık dağıttıkları yeri toplamayı öğrenmişler sanki. o yüzden third'ü 27'mde dinlediğim için mutluyum. portishead neymiş diye ilk kez bu grupla tanışan insanlar içinse bu grubu tanıtabilecek en iyi albüm değil belki evet, ama ters kronolojik bir portishead analizi yapılacaksa bu noktadan başlanması hiç de sorun oluşturmaz sanırım.

her zamanki gibi değil şarkılar ama ona rağmen tek dinleyişte bu "portishead" denecek kadar da gruba özgü denebilir rahatlıkla. çok sigara içilen ve sonrasında sabah kalktığınızda ilk hissettiğiniz şeyin ciğerleriniz olduğu ağır gecelerde dinlenmiş o eski portishead değiller. artık rahat koltuklarımıza oturup, şeylerin bize dokumadan geçip gittiği bu zamanlarımıza çok çok uymakta bu albümün havası da. en güzel şarkıları ilk dinleyişlerde the rip, silence, nylon smile, magic doors ve plastic albüm benim deyimimle "çok akrep ve çok oğlak". şimdi sorarsanız bu absurd tanım ne diye, size ancak "hem çok soğuk hem de çok kırılgan ve duygusal" diyebilirim. neden böyle bir tanım yaptığım sorulursa sözlükteki ünvanıma bakılmasını rica eder bu deli zırvası, bu aralar çokça sevimsiz bulduğum albüm kritiği yapma eylemime son verebilirim."

demişim. Bir de cıvık bir son yapmışım ki yaptığım kritiği ben bile beğenmedim hissiyatı yaratsın diye.

Dinleyin, Third'ü. Bulamayanlar ve üşengeçler de bana bir mail atsın yeter.

Pazar, Mart 16, 2008

"when you know that my heart is in a pretty disorder"



Bu şarkıyı haftalar önce A.D. yolladığında hakkını vererek dinleyememiştim. Sonra Rüüü yolladı tekrardan. Sonra bir kez daha dinleyip, bir kenara kaldırdım yine. Ama bugün sabah sabah aklıma düştü ve çıkmak bilmedi. Eve geldim. Paul sinirlendirdi. Zaten yorgundum, ona bağırdım. Kendime bir şeyler hazırlamak için mutfağa girdim. Paul'ü yanıma çağırdım onu seveceğimi belli eden bir ses tonuyla ama o kaçtı yanımdan hızla. O an ne yapacağımı şaşırdım. Bıraktım her şeyi. Bu şarkıyı açtım. Dinlemeye başladım. Hala dinliyorum. Sözlerine iki seferde de dikkat etmemiş olmama rağmen, nasıl böyle bir günde aklıma düştü, kendini dinletmeyi başardı, içimdeki her şeyin birebir karşılığı olabilmek için mi bu kadar zaman bekledi diyerek hayretlere düşüyorum.

Sonra D.'ya dadanıp, kafasını şişirdim ve aslında hala da şişirmekteyim. Diyordum ki ona, binbir özenle seçtiğimiz şarkıları eskiden cdlere yazardık. Discmanlerimizde dinlerdik. Şimdi o cdlerden birini yazdığını ve çok büyük heyecanla yazıyor olduğun cdni cd player'ına takıp dışarıda yürürken dinlediğini hayal ettiğini düşün. Sonra tam bitmişken o cd'yi alıyorsun ve playerına koyup dışarı çıkıyorsun. Ama o da ne; çalışmıyor cd. Neden? Çünkü ya cd'de bir soru vardı ve yazılamadı ya da yazıcının bir sorunu vardı yazamadı. Onu anladığın anda o cd'yi bir sinirle fırlatıp atabilirsin veya hüzünlü hüzünlü gideceğin yere gidersin. İstediğin müziği dinlemek için eve döndüğünde tekrardan yazmaya çalışırsın. Artık o üzerine yazılamamış cd'nin hiçbir anlamı olmaz işte o zaman. Üzerine tekrardan bir şey yazılamayacağı için bir köşeye fırlatırsın veya çöpe atarsın.

Ama işte ilişkiler öyle acaip ki, eğer birileri üzerine çok emek vermişsen ve o insanla olan ilişkinde bir sürü zorluğa katlanıp güçlü durup, elinizdeki her türlü kaynağı ilişkiyi ve karşındakini ayakta tutmaya adadıysan, o kişi tüm bunları elinin tersiyle bir gün ittiğinde artık onun yüzünden acıyor olan ve işlevini yitiren bir tarafa sahip oluyorsun içinde. O cd gibi üzerine bir şey yazılamıyor artık o acıyan tarafa hayatın boyunca. Ama maalesef yine aynı cd gibi bir tarafa atılıp, fırlatılmıyor. Acı geçince o yerin huzursuz boşluğu kalıyor geriye. O huzursuz boşluk hep orada kalıyor. Felçten sonra kalan arazlar gibi. Sonra artık başka boş bir alan bulunca, yine aynı şeyler yaşanıyor, yine o arızalar oluyor. Bir gün mutlaka bir şeyler boşa çabaladığını yüzüne vuruyor.

Derken insan yazdıkça kendine geliyor. A.D. ise "yazmıyor" değil "yazamıyor"muş. Birbirimizin başına sardığımız şarkılarla hatırlayacağız birbirimizi hep.

"i wish to melt into you"

Hala Ay'a bakıp gecenin bir saati yürürken o şarkıyı mırıldanabiliyorsam daha almam gereken biraz daha yol var demektir. Hızlı olmak lazım.

Ayrıca A. D. master yapmış ve İngiltere'de çalışıyor olmasına rağmen(!) "ki"leri ayrı yazmıyor ve türlü türlü dilbilgisi ve yazım hatası yapıyor. Bu kısım da benden ona gitsin. Bana "yasçı" diyen birinden intikamımı böyle alırım :)

Ha bir de üstümde ipincecik bir elbise ile dışarı çıkmış olmama henüz hiç kimse bir açıklama getiremiyor. Yavaş yavaş...

Sabah sabah 4.9 şiddetinde bir deprem yaşadık. Ben hissetmemek bir yana, deprem olduğu söylendiğinde "hani nerde?" gibi absurd bir tepkiye ek olarak yere baktım bir süre. Belki sallantıyı görürüm(!) ümidiyle yaptım onu sanırım ama ne kadar şapşallaşmış olduğum sadece bu salak hareketten anlaşılabilir herhalde. İki gün önceden beri aklımdaydı zaten bu da. O da ayrı absurd bir durum. Bir ara yazarım belki bu isabetli tespitimin kaynağını buraya ki insanlar depremin önceden belirlenmesi için kullansınlar diye.

Daha fazla saçmalamadan yatayım diyorum ben A.D ile konuştuktan sonra. Bakalım.

İyi geceler.

Cumartesi, Mart 15, 2008

Moon, Mercury, Venus, Uranus in Scorpio

Bazen içimdeki o Akrep, kıskaçlarını kuyruğunu öyle bir batırıyor ki, oturduğum yerden kalkıyorum, eğer ayaktaysam bulunduğum yerden uzaklaşıyorum. Madem onu içimden çekip çıkaramıyorum, belki ani bir hareketle onu şaşırtabilirsem, ayrıldığım yerde kalır, onu geride bırakırım diye umudediyorum ama olmuyor.

Birkaç dakika önce de aynen öyle bir an oldu anlamsızca. Hissediyorum böyle anlarda o kıskaçların nasıl da açıldığını, o zehirli kuyruğun nasıl gerilip yukarıya doğru kıvrıldığını ama eğer karşımda değilse beni o hale getiren şey, hızımı alamayıp kendimi sokuyorum ve kıstırıyorum.

Bu da çok klişe bir benzetme. Özellikle de benim gibi bir Yay için fazla klişe ama cidden hissediyorum bunu. Kardeşim gibi doğum haritasındaki her şey Akrep olanlar bu duruma nasıl dayanıyor merak ediyorum. Kimse bir Akrep'i sinirlendirdiğinde onun karşısında durmasın, olanca hızıyla kaçsın kurtulsun yoksa ölümcül olur o darbeler, ısırıklar benden söylemesi.

Cuma, Mart 14, 2008

"All the blogs are about you, girl"

Pek keyfim yoktu bugün. Sabah sabah kalkıp, yatakta bir saat boyunca tonla şey düşünmemden belliydi zaten bugünün böyle geçeceği. Sonra kalkıp birkaç saat boyunca ne yapacağımı bilemez halde oturdum evde. Dışarı çıkıp dolandım. Kahve içecektim sözde tek başıma elimde gazeteyle keyif yapacaktım güya ama onu bile istemedim. Alışveriş yaptım markete girip. Çok alakasız bir sürü şey aldım. Kendimi artık yüz yıllık evli ve artık bıkkınlıktan ne yapacağını şaşırmış biri gibi hissettim. Hani onlar da alışverişe verir ya kendini. Hayatta almadıkları, yemedikleri şeyleri sepetlerine doldururken nasıl bir tatmin yaşarlar anladım bugün sanırım.

Eve geldim. Akşama D.'a sürpriz yapacaktım. Günün eğlencesi o zaman başlayacaktı. Evde sürpriz bir doğumgünü pastası hazırlayacaktım ona. Bana geldiğinde çilekli frambuazlı bir yaş pasta ile karşılayacaktım onu. Oradan da Minna'sa gidecektik. Ama o da olmadı. Tam da pasta malzemelerini tezgaha sıralarken ondan aldığım "hastayım ben" temalı ve üzgün smileylerle dolu mesajına hiç şaşırmadım. Zaten bugünün güzel bir yanının olabileceğini düşünmüyordum. Şu sıralarda uzun zamandır gitmediğim Minna'sta olsaydım da nasıl oldu da burdayım diye şaşkın şaşkın şarkı söylüyor olurdum herhalde.

Velhasıl böyle anlamsız bir günün sonunda ben biraz da olsa iyileştiren Black Kids diye bir grup oldu (speşıl tenks tu Muzo). Son iki gündür dinliyorum. Ben pek sevdim. Sizi de sevin diye tam buraya davet ediyorum. Geçen sene Cansei de Ser Sexy ile tanıştığımda hissettiğim heyecanı ve olumlu hisleri bana tekrardan yaşattı bu grup. Sayelerinde zıpzıp şarkıları hayatıma almaya başladım bu sene aynen geçen sene CSS ile başladığım gibi. Gerçi CSS ile hayatıma adım atan başka bir şey sayesinde son birkaç senedir yaşadığım tüm mutlu anların toplamını ikiye, üçe katlayacak ölçüde sinir, stres, üzüntü ve kötü hisler silsilesiyle uğraşmak durumunda kaldım ama olsun. Artık dinlemesem de hala sevmekteyim o grubu da.

Neyse... O halde neymiş: Eğlenmek isteyenler Black Kids dinlesinmiş. Ve hatta The Ting Tings'e de bulaşılabilir gayet. O da hemen burada. Ama yok eğer "Ben bunalım bunalım takılacağım. Bahar da neymiş, daha bugün kar yağdı buralara" (gerçekten yağdı ve günümün tek güzel zamanı o karda kulağımda Ef ile gezindiğim vakitlerdi) diyorsanız sizi Ef'e davet etmeliyim. Kapı açık, girebilirsiniz. Yeter bu kadar müzik!

Bir süredir sigara içmiyordum. Son iki gündür içiyorum neden tekrar başladımsa artık. İhtiyaç hissetmediğim halde kendimi bunu içmeye zorluyor olmam gibi abuk bir durum söz konusu. Neden hayatımda herhangi bir değişiklik yapmam için benim dışımdaki nedenlere ihtiyaç duyuyorum onu merak ediyorum bazen. Öyle merak ediyorum ki, bir yandan bu saçma yazıyı yazıyorum, diğer yandan da gözüm arada Will & Grace'e kayıyor. O derece ilgiliyim bu konuyla.

Bir de alakasız olarak, geçen gün sorulduğunda aklıma geldi. Unutmadan yazayım buraya dedim. Bir aktris beni oynayacak olsaydı bir filmde bu Charlotte Rampling olurmuş. Düşünmeden cevap verdim. İlginç geldi bu seçimim.

İyi geceler.

Perşembe, Mart 13, 2008

... said she

"bide rakstar olcaktim ama yeteneksizim, devrim yapcaktim ama gotsüzüm, ben en iisi insanlarin muzik zevkini belirliim"

dedi Ayça Brüksel'den bu müzik eleştirmenliği deliliğiyle ilgili.
Ankara'dan divina bildirdi.

Headcleaner

Az önce Muzo'yla konuşurken In Rainbows'u kafa temizleyicisi, zihin resetleyicisi olarak kullandığımı söyledim. O da öyleymiş. Eminim bizim gibi bir çok insan vardır.

Mesela bir süre bir albümü dinliyorum. O albümden sıkılıyorum, ki evet ne dinlesem bir süre sonra sıkıyor. Ne dinlesem diye bakınırken kendimi In Rainbows'u açmış, çoktan Nude'a gelmiş buluyorum. Bir tek onlar sıkmıyor belki de beni (bu sıralamada onlardan hemen sonra LCD'm geliyor tabii). O yüzden In Rainbows'un kişisel sözlüğümdeki yeri Headcleaner sözcüğünün yanıbaşı oluyor haliyle.

Geçende Sigur Rós'un Heima'sının yutub semalarında tam zamanlı videosunu görünce mutluluktan zıplamıştık ya, geç de olsa ben aynı şeyin Scotch Mist kayıtları için de geçerli olduğunu gördüm. Artık canımız sıkıldığında bir Heima, bir Radiohead izleyip aspirin almış gibi her derdimize çare bulacağız. Portishead'in yeni albümü Third'ü dinlerken böyle sözler yazmam onlara ayıp mı bilmiyorum ama kendilerinin Third'ünü de sevdim sanırım. İlk beş şarkı, özellikle de The Rip ve Silence pek hoşuma gitti. İkinci beşte ise Magic Doors eski Portishead ruhuma geri döndürdü beni. Albüm çok Akrep ve çok Oğlak. O yüzden yine ölümcül etkileri ara ara hissediliyor. Ama yine tabii kanım dondukça, içim sıkıldıkça In Rainbows'a dönüş gibi bir rutin benimsediğimden şu videoları izlemekteyim şu anda. Siz de izleyin diye buraya ekleyeyim istedim. Hizmette sınır yok!

"I was happy being quiet..."

Facebook'ta çok fazla uygulamalarla ve çeşit çeşit zımbırtıyla uğraşan biri değilim. Standart profili biraz daha genişletince, bir iki uygulama daha koyunca benimki olur ama zamanında profilime koyduğum astroloji uygulamalarından biri çok feci halde tıkandı sanırım. Son 3-4 aydır bana aynı şey yazıyor günlük yorumumda. Normalda kaldırmam gerekirdi artık bu uygulama çalışmıyor madem diyip ama kaldıramıyorum. Nedeni de bana aylardır gösterdiği yorumun doğruluğunu ve geçerliliğini henüz kaybetmemiş olması olsa gerek. Şöyle diyor:

"Sagittarius: You keep trying to express to someone how you feel, but the words aren't coming to you. Try writing things down and you'll get your point across.."

İnsan düşünce ve hislerinin tam karşılığı olan o sözleri ifadeler bulamayınca, bilinç akışı tadında yazmaya iteleniyor ki arada belki bir şeyler çağrışım yapar, belki aranılan anahtar sözcükler ve ifadeler bulunabilir umuduyla. Sanırım aylardır buraya delice yazı yazma ihtiyacımın ardında bu yatıyor. İyi de oluyor. Durumumdan feci halde mutluluk duymaya başladım zira blog yazma işinin şöyle bir iyi tarafı var; siz yazdıkça içinizden çıkanlarla barışık hale geliyorsunuz.

Deftere yazmakla bloga yazmak arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor sanırım. Deftere cidden de orada yazılanların gizli tutulması için yazılıyor. Burada ise yazarın okunma ihtiyacı var. Bu okunma ihtiyacı karşılandıkça insana içinden çıkanlar daha makul ve olanaklı geliyor. Bir insan düşünün ki midesi bulandığı için kusmaya ihtiyacı var. Ama insanların içinde yapmamak için o mide bulantısıyla görülmeyecek bir yer bulmaya çalışıyor ki rahat rahat kusabilsin. Evet o insan da rahatlıyor sonunda eğer öyle bir yer bulursa. İşte o yer yazma eyleminde içedönük ve kendini ele vermeyenler için gizli bir defter oluyor. Aynı mide bulantısıyla dışadönük birini düşünün. Etrafındakilere aldırış etmeden bulantıyı hissettiği yerde fütursuzca kusabiliyor (fütursuzca kusmak tanımı komik geldi bir an için). İnsanların, onun çıkardıklarına bakarak midelerinin bulanıp bulanmayacağını düşünmeden yapıyor bunu. Sonunda evet o da rahatlar ama o kusarken başkalarının da kustuğunu veya ona tiksinen gözlerle baktığını görürse kendisini durdurmaya çalışırken tamamen rahatlayamaz. Ama öyle bir şey olmazsa ve hatta bazen "aa ne güzel kustu" gbi absurd tepkiler de alırsa bu işi her midesi bulandığında yapar ve gizli bir köşede aynı işi yapan insan kadar rahatlar. Bu durumda bloga yazmak da ilk başlarda temkinli adımlarla ilerleyen dışadönüğün işi. Sonra eğer patlamalarını ve saçmalamalarını okuyan ve bazen de beğenen insanlar olduğunu görünce gittikçe daha rahat yazar bu insan. Ve hatta benim gibi aklına ne gelirse burada insanların ortasına geçip bağırıp çağırarak ortalıkta ilan eder düşüncelerini, hissettiklerini. O saatten sonra "ne saçmalıyorsun" gibi tepkiler umrunda olmayabilir yine benim gibi ve ilk seferdeki olumlu feedbacklerden aldığı cesaretle bir türlü sindiremediklerini buraya döküp, onlarla eğlenerek rahatlar.

O yüzden demiş ya o yorumda "try writing things down" diye, cidden de doğru. 7-8 sene önce okulda kitaplarını okuduğumuz birinin "Yaşamak için yazıyorum" lafı çok abartılı geldiğinden kaale almamıştım. Bazen öyle hissediyorum ben de son birkaç aydır. Yazmazsam, yazamazsam üstesinden gelebilir miydim sindiremediklerimin diye düşününce olumlu bir cevap gelmiyor aklıma. Üstesinden gelmek deyince aklıma Black Box Recorder geldi. Şöyle derdi burada olsaydı grup hemen:

Life is unfair
Kill yourself or get over it

Kendimi öldürmemek için üstesinden gelmeyi seçmişim. Zaten dünya üzerinde hiçbir güç ilkini yaptırabilecek güçte değil neyse ki. İsterse Mars'la Pluto zıt açı yapsın, olmaz.

Yazmak güzel şey.

"You may become overly touchy about your beliefs, opinions..."

Ben dahil herkes bir müzik manyaklığına kapılmış gidiyoruz. Her elimi attığım yerden yeni bir müzik sitesine, birilerinin türlü türlü yorumlar yaptığı müzik bloglarına takılıyor mouse'um. Herkes aynı sözleri diline dolamış, Pitchfork'tan ve türevi siteden, last.fm'den ve bazen de Wikipedia'dan aşırdığı veya Türkçe'ye çevirdiği sözlerle her geçen gün mantar gibi türeyen yeni grupları, albümleri eleştiriyor, haklarında kritikler yazıyor. Bunları yaparken de annesinin karnından müzik profesörü olarak doğmuşçasına fütursuz ve anlamsız bir kendine güvenle yapıyor. Bu müzik sitelerinden sıkıldım. Last.fm'de yeni müzik keşfedeceğim diye eskileri bir çırpıda unutuveren, Pitchfork'un önerdiği her grubu indirip dinleyeceğim diye hiçbir grubu adamakıllı dinlemeyip üstüne bir de sanki senelerdir bu grupları dinliyormuşçasına tavırlara gıcığım ben sanırım. Bir rahatlayın. İşi gerçekten müzik olanlar değerlendirsin onları önce, üstünden vakit geçsin... Vakit geçtikten sonra zaten sağlam olanlar kalacaktır. Onları dinleyin. Veya tamam hadi dinleyin hepsini ama bari daha sindirmeden hiçbirini, tornadan çıkmış yazılar yazmayın böyle manasız. Eminim ki kimse iki ay önce dinlediği ve o zaman yere göğe sığdıramadığı müzikleri şu anda dinlemiyor ve hatta belki de hatırlamıyor. Buna da sinirleniyorum. Herkes züppe bir "ben buldum"culuk peşinde ya hayırlısı.

Onun dışında Msn, Gtalk üzerinden konuşurken kendisine sorulan ve bilmediği bir şeyi, o sırada Google'da iki saniye içinde aratıp, karşı tarafa kırk yıldır biliyormuş hissiyatında "biliyorum evet" demeyin. Belli oluyor kimin bilip bilmediği. Genelde bu keşif deliliğinden muzdarip insanlarda görülen başka bir hastalık da bu tespitlerime göre. Bilmemek değil öğrenmemek ayıptır sözü eskiden modaydı. Moda olması bir yana doğruydu da. Şimdiyse bilgiye ulaşmanın maksimum bir hızda olmasından mıdır artık bilmiyorum ama bilmemek ayıp gibi bir imaj var ortalıkta. Bilmiyorum diyin lütfen, insanlar size anlatmaktan ve sizinle paylaşmaktan zevk duyarlar. İnsanın iyi niyete sahip olabileceğine dair inancı hangi ara nasıl yitirdik acaba? İnsanlar birbirleriyle paylaşarak özlerinde iyiliğe arada sırada dokunabiliyor çünkü kimse egosu okşanmadan iyi olmuyor. Hayır bunu benim gibi insanın niyetinin standart kötü olacağına inanan bir skeptiğin söylüyor olması durumun en acı veren tarafı sanırım.

Sakin olun bir. Sakin olayım bir.

Çarşamba, Mart 12, 2008

Kişisel Favori (!)

Don Hertzfeldt'i zaten bilirdim ve severdim. İlk Billy's Balloon'la kendisini dahil etmiştim aklımdaki "yetenekli insanlar" klasörüne. Siz de önce onunla başlayın bence:



Sonradan, Y. bana geçenlerde Rejected'ı gönderdi. Neden yetenekli olduğunu bu videoda daha açıkça görebilirsiniz sanırım. Özellikle UFO, first step ve videonun sonundaki sol elle çizilenler kişisel favorilerim. Alakasız olarak "kişisel favori" lafını kim çıkardıysa iyi şeyler geçmiyor içimden onunla ilgili, haberi olsun. Gazeteye ilan verdim bu sözün yerine geçecek başka bir söz aranıyor diye. O derece.

Salı, Mart 11, 2008

Absolute...

A. harika bir video yolladı az önce. Çok güzeldi, ben de hemen odama koştum. Herkese göstereyim istedim. Teşekkürler...

[Yazmak + Okuyup Hatırlamak = Zaman Yolculuğu] ?

"Bir şey vardı ama neydi? Yazmadığım bir şey olmalı… Unutmuşum… Yazmadığım bir şey olmalı çünkü unutmuşum…

O zaman şöyle başlayalım: İnsan neyi unutur? Ne zaman unutur? Neden unutur? Bütün bir hayatı sığdırdığımız belleklerimizde pas tutmuş olanlar yazmadıklarımız mıdır acaba?

Öyleyse şöyle diyelim: İnsan yazmadığı her anı unutur (mu?).

Yazılmamış anlar… Birer adet kalem ve kağıttan günümüzde ise, imkansız görünüyor ama, bir adet bilgisayardan uzak durduğumuz anların ortak özelliklerine bakmak lazım belki
de. İnsanı yazmaya iten nedir ona bakmak gerek…

Acının her türü, yalnız kalınan zamanlardaki yüzleşmeler, kimseye söylenilemeyecek olanlar; sırlar, zayıflıklar, eksikler, hüzün, utanç, keder, sıkıntı, pişmanlık… Kimseyle paylaşılmayacak olanlar…

Çektiği acıyı kimseyle paylaşamayacak olanların, içsel gök kubbesinin altında hiç kimseyi barındıramayacak, kendini başka biriyle paylaşmanın nafile olduğunu bilenlerin, sonuna kadar yalnız kalmak isteyenlerin belki de en büyük sorunudur yazmak. Paylaşmak istediklerinde, yanlarında birilerinin eksikliğini hissettiklerinde, tek yaptıkları şey “ben”lerini karşılarına alırlar ve onlara anlatır gibi kaleme kağıda sarılıp karşılarındakine bir mektup yazarlar, zamanı geldiğinde o mektup açılsın ve birkaç saniye içinde geçmişe doğru bir yolculuk sağlasın diye… Unutulacak olan bir şeyler varsa bunlar acılar ve yüzleşmeler olmamalıdır çünkü. Unutulacak bir şey varsa, onlar yazılmamış olanlardır ya hep. Sevinç anları, aşık olunduğunda hissedilenlere benzer anlık heyecanlar… Kaderinde unutulmak olanlar… Arada bir hiçbir uyarıcı yardımı olmadan hatırlandıklarında anlık bir gülümsemeyle geçiştirilip gitsinler diye… Nasılsa mutluluk veriyorlar, anımsanması gerekenler ise acıtanlardır ya hani…

Halbuki öyle midir ki an içine konulmuş, sıkıştırılmış ve kilidi okumakta saklı olan bir aşk acısının hatırlanışı… Uzun süredir unutulmuş olan ve zamanında kendi kendinize o tarihte açılmak üzere postaya verdiğiniz o mektup, bir anda ve hep de tam zamanında gözünüze çarpar. Hevesle, “Bak sen… Neler yaşamışım ben yahu” diyip bir “oh” çekmek arzusuyla, gözü dönmüş bir halde açarsınız onu, okursunuz ve işte budur, bu anda saklıdır zaman yolculuğu. Zaman yolculuğu denen şey unutulanın hatırlanmasından başka bir şey değildir zaten. Ve o mektuptur, yazan insanın zaman yolculuğu için bileti…

Yazma ve okuma ile yapılan bu zaman yolculuğunda, unutulduğunu sandığımız ama tek bir hatırlatma ile yeniden canlanan o yaşam anları bize yaşadığımızı kanıtlar aslında. Hansel ve Gretel öyküsündeki çocukların kaybolmamak ve geldikleri yolu hatırlatması için yerlere ekmek kırıntıları atmaları gibi aslında, yazmak ve kaydetmek de. Geri dönüşümüzü bilirsek çıkışımızı da bulabiliriz demektir bu. Ancak o kırıntıları neden oralara bıraktığımızı unuttuğumuzda ( “an”ımsayınız: işaret parmağınıza bir şeyi hatırlamak için bağlamış olduğunuz ipe bakıp neyi hatırlamanız gerektiğini unuttuğunuzu fark ettiğiniz zamanlar ) işler sarpa sarıyor ve bu sefer de şimdiki zaman ve geçmiş zaman arasında bir yerde araf acıları çekerken buluyorsunuz kendinizi. O zaman yanınızda size hangi zamanda olmanız gerektiğini söyleyecek birini arıyorsunuz ama zaman yolculuklarının tek kişilik olduğunu fark edip başka bir yolcuyla çakışabilecek anları aramak üzere yola koyuluyorsunuz ve Ta Daaa! İşte size bitmek bilmeyen bir yolculuk. Bu sefer de başkalarıyla olan yaşam anlarını hatırlamaya çalışıyorsunuz… Mektupları arıyorsunuz sizi başka anlara götürebilecek. Mektupları bulunca hatırladığınız ama var olduğunuz o anda artık “var”olmayanları bulmaya çabalıyorsunuz ama nafile çünkü çıkış yolu, buraya neden düştüğünüzü hatırlamakta. Ama bir türlü hatırlayamıyorsunuz.

Çıkış yolu da, kaydedilmeye değer bulunamayan ama aslında itinayla zarflara konulup gönderilmiş olması gerekilen, o olmayan mektuplarda saklıymış; bu sefer de onu fark ediyorsunuz. Kaydedilmemiş mutluluk anlarında, sizi heyecanlandıran, serotonin etkisiyle kendinizi kaybedecek kadar haz sarhoşu olduğunuz o yazmaya vakit bulamadığınız anlarda... "

diye yazıp kaydetmişim bunu birkaç sene önce, "yazılar bidiler" diye adlandırdığım bir klasöre. Sonundan pek hazzetmediğim için eklemedim. Gerek de görmedim daha uzatmaya şu anda.

Ayrıca özellikle sondan bir önceki paragrafıyla Lost'un dördüncü sezon beşinci bölümünün yıllar önceden kalma spoiler'ı gibi göründü gözüme. Bilmiyorum ama yakında Lost'u zaten yıllar önceden parça parça benim yarattığım ortaya çıkarsa hiç şaşırmam herhalde. Lost bu; senaristlerin arasında farkında olmadan yer almam gibi her şey mümkün bu dizide nasılsa.

The Art of Fugue

Sabah sabah tesadüfen kendisine rastlamamla zihnimi bu müzik açtı. Sizinki de açılsın diye buraya iliştireyim istedim. Hem Bach gibi doğal yollardan insanın zihnini ve ruhsal durumunu nötrleyen başka bir şey yok sanırım. Bir de üstüne Glenn'ciğim de çalıyorsa daha ne?

Pazartesi, Mart 10, 2008

"Phony"

Bir ara C. bana "Seni bembeyaz minimal döşenmiş bir evin içine koyup, 1 ay beklemek lazım. Bakalım çıkınca hala Apple seviyor olacak mısın merak ediyorum" gibisinden bir şeyler demişti bir iki ay önce.

Hafiften destrüktif bir insan olduğum söylenebilir sanırım. Söylediğim cümlenin ardından gelen cümle bir öncekini değilleyebilir, hatta o cümleyi yerin dibine bile geçirebilir. En azından içsayıklamalarımda her düşünce ve his bu kadere sahip maalesef. Benim için hava hoş. Ufacıkken bile hiçbir akıma ve tarafa kendimi bağlamamam gerektiğini, tek bir düşüncenin veya hissin peşinden fanatikçe gidildiğinde saçmalamak dışında bir şey yapılmadığını bildiğimden, bilgiyi benliğimde işlerken iTunes gibi davrandım hep. iTunes diyorum çünkü iPod'cular bilir ki, iTunes sürekli güncellenir ve her güncellemesi de neredeyse programı baştan indirmeye eşdeğerdir. Biraz vakit alır, insanın sabrından götürür ama sonunda programın buglarına rağmen, bir gün çok güzel bir şeyle karşılaşacağınızı bildiğinizden sesinizi çıkarmazsınız. İşte içimde her şey böyle işliyor. Sürekli güncelleniyorum ama her seferinde en baştan alıyorum.

Velhasıl deliler gibi sevdiğim, hastası olduğum ne varsa, aynı anda aynı şiddette de sevmeyip, o şeylerin en büyük düşmanı da olabiliyorum. Bir kere sevdiklerimi neden sevdiğimle ilgili sorgulamalarımın gittiği yerler kendime hakarete kadar gidiyor. Diğer insanlara uyguladığım yöntemlerin daha da katısını kendime uyguluyorum çünkü inanıyorum ki insan kendisini yapıbozumuna uğratmadan tek sağlam ileri adım atamaz.

O yüzden kendimle ilgili beni ezip geçebilecek, utandıracak ayrıntılar ve bilgiler bulduğumda herhangi bir yerde, zamanda, insanda, o yeri çok seviyorum. Mesela kendi kendime ilgi alanlarım ve takıntılarımla ilgili iğnelemeler yapıyorum.

Tam da böyle bir insanken ben bu aralar özellikle, Muzo sağolsun, geçende geldiğinde bana o gece açamadığım bir sayfadan bahsetmişti. Bugün DNS ayarlarıyla oynanmış internetimle açtım bu sayfayı. Uzun süredir bu kadar güzel bir sayfa görmemiştim dersem abartmamış olurum sanırım. Yazarı öyle güzel ve doğru tespitlerle, öyle güzel göndermeler yapıp taşlar kayalar fırlatıyor ki kafama kafama zevkten dört köşe oluyorum. İçimde ne kadar "phony issue" var ise, neredeyse hepsini bu sitede bulmuş olmak pek güzel bir şey. En azından birisi benim için yazıyor ve demek ki yalnız değilim ki uğrumuza böyle bir site yapılmış dedirtiyor.

Kendi çapında her şeyi eleştirip, her şeyin daha iyisinin varolduğunu bilen, içten içe mimar olmuş olabileceğini düşünen, "basitlik komplikedir" gibi günümüz dandik yüzeysel sloganlarından nasibini almış bir tasarım takipçisi beyaz bir insansanız sizi hemen buraya alıyorum o halde.

Yastık Savaşı

Bugün canımın sıkkınlığı son zamanlarda hiç olmadığı kadar fazla sanırım. İçimde eğlenceli bir yastık savaşından sonra havada tüylerin uçuştuğu ve artık herkesin eğlencenin sona erdiğinin bilincinde olduğu sıkıcı, bunaltıcı hava var. Herke soruyor şimdi "daha ne kadar zaman bekleyeceğiz, ne kadar enerji toplamamız lazım, bunun gibi bir eğlence anını yaratabilmek için?" diye. Cevap veremeyince de uflayıp pufluyorlar. Ben de sıkılıyorum onları böyle görünce daha çok. Ne de olsa benim içimdeler. Misafirlerin canını sıkmak, onları orada tutmaya çalışırken önlerine güzel şeyler sunamamak kötü bir his. Neden bulamıyorum da bu sefer. Ortaya karışık olmuş içimdeki sıkıntılar. Güzel anların benden ne kadar uzakta olduğunu farkediyorum ara ara, o anlarda ağlamamı tetikleyecek bir şeyler dinlememeyi tercih ediyorum aslında. Ama bu sefer hazırlıksız yakalandım sanırım. Bunun linkini daha önceden vermiştim ama olsun yine last.fm'den dinleyin diye bir yere iliştiriyorum With the Passings of the Seasons'ı.

PillowWith The Passings Of The Seasons

Onun dışında, iyilik güzellik. Bazı şeyler daha soğuk akıyor bir süredir. İçim buz gibi olduğundan herhalde. Kırılmıyorum da pek artık. Eskiden olsa delice tepki verebileceğim şeyler artık gözümden akması muhtemel iki damla yaş ediyor en fazla. O da belki... Ha bir de tek fark artık birisi için ağlamıyorum. Beraber gülünecek biri olmadığı gibi, uğruna ağlanacak kimse de yok.

Ama her şeye rağmen hala ara ara, kalbimin patlayacağını, artık daha başka bir şeyi içine alamayacağını hissediyorum. Hislerimi aldırmak istiyordum bir ara. Mevsimler geçiyor, bu şarkıyı her dinlediğimde hala aynı şeyleri hissediyorum. Hala hislerimi başarılı bir operasyonla kazıtmak istiyorum. Sonra o operayonun seslerini kaydedip Matmos'a yollamayı, onlardan eğlenceli ve gayet de durumla alakasız, dalga geçen müzikler yapmalarını istiyorum ki arada dinleyip kendimle dalga geçebileyim.

Geçen doğumgünümde hayatımda aldığım en güzel(!) doğumgünü hediyesinden sonra aldığım en güzel(!) hediye kendime verdiğimdi. Öyle güzel(!) bir şarkı çıkmıştı ki iPod'umda shuffle'da 5 Aralık'ın ilk şarkısı olarak, öyle kalmak istemiştim hayatımın sonuna dek. Umuyorum...

Ayrıca o en güzel hediyeyi bana veren kişinin doğumgünü geçen haftaydı. Sırf unutmamış olduğumu bildiğini bildiğim için kutlamış olduğum bir doğumgünüydü kendisininki. O soğuk mesajın pre-during-post aşamalarında içimden zerre kadar da güzel bir şey geçmedi. Kötü bir şey de geçmedi demek isterdim ama diyemiyorum. Ufacık da olsa parça parça, büyük kötü dilekleri de kendi irademle bölük bölük ettiğim saçma sapan hisler içine bile girdim anlamsız cevabından sonra onun. O gün için 3-4 ay öncesine kadar hayal ettiklerimle o gün o kutlama şeklim arasındaki fark benim içimi acıttı. Bir insanın hevesi nasıl kırılır, bir insan o halden bu hale nasıl getirilir diye diye, gerçekten oturdum o mesajdan sonra kendi halime üzüldüm başka birisiymişim gibi. İnsan öğrendiği şeyi başkası üzerinde uygulamamalı. Özellikle de bu öğrenilen şey insanın hayatını olumsuz bir noktaya doğru ilerletecekse. İnsan, vicdanlı olan bir insan "benim canım yandı, başkasınınki yanmasın" diye düşünmeli ama nerde o irade insanda değil mi?

Bir defter var demiştim ya hani arada bir bir şeyler yazdığım ve kime ait olduğunu bilmediğim. Onu artık ona ait olduğunu düşünmediğim ama ilk zamanlarda öyle olması niyetlenmiş olan o insana bir gün ulaştıracağım, yollayacağım, vereceğim... Hangisi olursa işte. İçimden neler geçtiğini ve oralara bu geçenleri nasıl yansıttığımı bilmesi gereken insan o sonuç olarak.

Arada hala eski bir sevgilimin anlamsız lanetini üzerimde taşıyor olduğumu düşünüyorum . İlişki karması diye bir şey olduğuna inanıyorum ben gerçekten de. O halde sanırım artık mutlu olma sırası bende, mutsuz olma sırası başkalarında... Kimse mutsuz olmasın demek istiyorum ama aynı anda da mutsuz olması gerekenler varsa olsun sonuna kadar diyorum. Bu aralar ortaya çıkan çılgın bencilliğime ket vurasım yok hiç. Zamanında başka birinde görülmüş bu bencillik ve vicdansızlık denen tamamen insani özellikleri en azından birilerinin hayatına sürüp bulaştırmadığım için mutluyum ve kendimi salt bu yüzden daha da çok seviyorum. Sevmediğim bir şey varsa, kendim gibi olmayan neyse o işte. Bundan daha kesin olabileceğim bir an olacak mı hayatımda düşünememekteyim.

Pazar, Mart 09, 2008

Kilit

Hayatta bazı anlar var, sürpriz yapıp yapmayacağımı sorgulayan bir an gibi. O anda mesela, yapmadığım bir şey için pişmanlık duyuyorum hala. Taksiyi durdurup, içinden çıkıp, kapısını çarpmam, bir daha da geriye dönmemem gerekiyormuş ne olursa olsun. Kim sürprizleri sevmez ki?

Bir de İstanbul'dayken bir şeyler karalamışım moleskine'ime. Özet olarak insanların birbirlerine karşı dürüst ve bu yüzden herkesin ilk kriterlerinden birinin dürüstlük olması gerektiğini yazmışım. Sonra da o yüzden insan kendisine karşı olan dürüstlüğüyle canını yakan değil, kendisini mutlu edebilen insanların peşine düşmeli bana göre gibi bir şeyler demişim. İnsan eğer dürüstlüğüyle karşıdakini mutlu edebiliyorsa ne mutlu ona ki sevdiği biriyle beraber demektir diye de buraya bir cümle yazayım dedim. Öyle.

Sonra bir sayfa atlamışım nasıl olduysa. Boş kalmış o sayfa. Aceleyle ders esnasında bir öğrencimin bir sözünü yazmışım. Hatırladım ki o an epey eğlenmiştim bu tespitiyle. Şöyle oldu aslında. D. bana ev sahibinin İngilizce karşılığını sordu. Söyledim. "Landlord" dedim. O da "Hahaha Çokoprens gibi yani" dedi. "Çok sevdim!" demişim bunu oraya yazıp. Hakikaten de pek güzel bir bağlantı.

Bir de bir yerde okudum -yazarını yakinen tanıdığım için belki hoşuma gitmiş olabilir bu sözler ama olsun, şöyle yazıyordu:

"Hiçbir görüntü, hiçbir ses, hiçbir an, hiçbir şey geleceğe açılamıyor. Hepsi anlara kilitlenmiş. Geçmişim şimdiden başlayacak her noktayı engelliyor."

I go where I please...

Dün gece, Paintball'dan dönerken ve kulağımda müziğim varken, "özlemek"le ilgili bir şeyler aklıma geldi bir anda. İnsan nerede hem ruh hem de bedenen tamamen bulunuyorsa orayı özlüyor diye düşündüm. Hiç özlemediklerimi neden özlemediğimi düşünürken geldi bu aklıma. Böyle bir çıkarıma vardım.

Hani bazen bazı yerlerde veya bazı kişilerle otururken veya beraberken kendinizi orada gibi hissetmezsiniz. Bedenen oradasınızdır ama aklınız genelde farklı bir yerdedir. İşte o anı ve/veya o insanları özlemek diye bir şey söz konusu olmuyor o noktada sanırım. Ama çok sevdiğiniz, yanındayken o anı tamamen yaşamak istediğiniz, hafızanızın karanlık dehlizlerinde saklamak için sonuna kadar içinize çekmeye çalıştığınız ve bir türlü unutamadığınız o adam/kadın, sırf siz tüm konsantrasyonunuzu o anı içinizde bir yere en doğru şekilde resmetmek üzere beden ve ruhunuzu senkronize etmeye harcamış olduğunuz için çok özleniyor. Veya kendinizi tamamen kendiniz gibi hissettiğiniz bir yer düşünün. Oradayken başka bir yerde olmak aklınızın ucuna gelmiyor, geldiğinde ise hemen o düşünceyi kovalıyorsunuz. İşte orası için de aynı durum geçerli olsa gerek.

Ben her an başka bir yerde başka birileriyle nedensiz yere olabilme olasılığımın farkındalığıyla, genel olarak huzursuz bir tablo çiziyorum sanırım yanımdakilerin gözünde. Tam da öyle olduğundan gerçekten de kimseyi özlemiyorum cidden de. Benim için tarafımdan gerçekten özlenebilen bir iki insan oldu hayatımda. Ve evet tek bir yer. O insanların yanındayken tamamen orada onlarlaydım; o yerdeyken de tamamen oradaydım. Çok sevmek böyle bir şey olsa gerek. Bir zaman sonra elinizden uçup giderse, özleme hissini üzerinden yaşamak üzere sakladığınız, titizlikle çizdiğiniz o an resimleri, o anın "şimdi" halinin özü... Sırf çok sevdiğiniz için uğruna her parçanızı bir araya getirip "şimdi"de, bir zaman sonra da sırf özlediğiniz için her parçanızı bir araya getirip "o an"da odakladığınız bir şey bulmak ne kadar zor değil mi? Sanırım hayat kendi içinizde vuku bulan zıtlıkların ve hatta dış dünyayla kendi uyumsuz birliğiniz arasındaki gelgitlerin bir an için bile senkronize olmasını kaldırabilecek bir şey değil. Öyle olmadığına dair anların, anılarım, deneyimlerim, kanıtlarım var. İsteyene gösterebilirim; anlatabilirim uygun bir vakitte.

O yüzden kendinizi sonuna kadar "şimdi"yi yaşamaya çalışırken, o anın mükemmel bir fotoğrafını tüm algılarınız ve sezgilerinizle çekmeye çalışırken yakalarsanız bir gün, vazgeçin bundan derim ben. Nedeni ise sonradan o anları ve anıları şimdiye çağırıp özlemesi pek iyi olmuyor. Aklınızda olsun. Beden ve ruh senkronizasyonu öyle çok da matah bir şey değil. Olduğu an her şeyi tersine çevirmek üzere devreye hayatın ta kendisi giriveriyor. O durumlarda ya o çok sevdiğiniz yerden ayrılıyor ya da o çok sevdiğiniz insandan uzaklaşmak, uzak durmak durumunda kalıyorsunuz. Bir anlık bütünlüğün, tamamlanmışlık hissinin getirisi korkunç bir mesafe oluyor yani. O mesafe de fazla sevginin sonunda neden hep özlem hissine yol açtığının bir nedeni gibi geliyor işte bana.

Aynı nedenle sizi özlemeyen biriyle ilgili, onun sizinle geçirdiği zamanlarda o ruh-beden senkronizasyonunu yaşamadığı gibi bir çıkarım yapılabilir sanırım. Peki, başa dönersek biz o senkronizasyonu hangi nedenden dolayı sağlayabiliyorduk? Yani bunun için önkoşulumuz neydi? Hemen cevap veriyorum: Çok sevmek.

O halde özlenmiyorsa kişi bilmeli ki özlemeyen kişi, onunla geçirdiği anları tamamen deneyimlemek için tüm gücünü seferber etmemiştir. Bunun nedeni ise evet bellidir. Özlemeyen hiçbir zaman çok sevmemiştir. Ruhu ve bedeni arasındaki mesafe sayesinde ilerde bir gün "özlemek" denen hastalıklı zaman yolculuğu aracını kullanmaktan kurtulmuştur.

O yüzden yazının başlığındaki gibi hissetmek istiyorum her yerde, herkesle. Kimsenin ve hiçbir yerin içimde herhangi bir özel durumu, istisnası olmasın. Yıllar önce dediğim gibi, "mesafe gerçekten de her şey"miş!

Astrology: A beginner's guide...

Ayça bana zamanında bunu yollamış. Ben de yutub'da sonra izlerim diye favori listeme atıvermişim. Bugün uyumadan bakınırken listede gördüm. Baktım. Fena değilmiş. Güzel ayrıntılar varmış. Ben benimkini çok başarılı bulamasam da sevdim. Sanırım Akrep olan favorim.

Cumartesi, Mart 08, 2008

You and whose army...

Son günlerde çok huysuzlaştım. Ama sevimli bir huysuz oldum sanırım. Herkes bu halimle çok eğleniyor gibi görünmekte. Ona buna "bok" diyorum, çemkiriyorum. Laf atıp olumsuz sözlerle her dediğini sabote ediyorum. Herkesin işine karışıp, dağıtmak istiyorum had safhada. Benden daha çok eğleneni yok sanki etrafımda. Herkes "iğrenç, pis bir insan oldun" diyor. Sanırım her şey sinüzitimin had safhada azmasıyla beraber, uğraşmak durumunda kaldığım korkunç vücut sıvılarına maruz kalmışlıkla alakalı. O kadar iğrenç şey görmek durumunda kaldım ki, artık ben de o hale geldim. Her konuyla ilgili mide bulandırıcı yorumlar yapabiliyorum. Neyse ki herkes eğleniyor da gülüyoruz çünkü midesi kaldırmayan birileri olsaydı etrafımda, korkunç sonuçları olabilirdi bu son halimin.

Onun dışında bugün artık kendimi gitmek için zorladığım, sinüzit falan dinlemeden edindiğim bir paintball maceram oldu ki onu da anlatmak isterdim. Lakin feci halde yorgunum. Sadece özet geçeceğim zira gerek görmüyorum detaylara. Paintball işte. Gittik eğlendik. Ellerimizdeki içinde boya olan yuvarlak plastik mermilerle dolu silahlarımız, kamuflaj için kullanılan asker işi kocaman kıyafetler, yüzlerimize taktığımız maskelerle akşam akşam 8-10 arası paintball oynadık. Bizim takım 3-2 yendi tabii. Her oyunda son kalanlardandım. Sanırım 4 kişiyi vurdum birini gözünden olmak üzere. Birisi beni omzumdan üstüste üç kez vurdu. Hala sinirliyim, oyunlarda ortaya çıkan Costanza öfkemle hatta. Onun dışında popomda vuku bulan bir vuruş boya dolu mermi patlamadığı için geçersiz sayıldı. Ha bir de evet gözümden vuruldum. Bunlardan omzumdan vurulduğum oyunda, maalesef en son kalan kişi bendim bizimkilerden. Diğerlerinden 3 kişi kalmıştı ve zaten en deneyimli olanları o oyunda ben de dahil olmak üzere, tek kişi olarak 4 kişiyi vurmuştu. Sonra ben çirkeflik yapıp, onların yaptığı haksızlığa karşı çıktım. İyi ki de yapmışım gerçi. Yapmasam bizim takımı mermi manyağı yapacaktı kendisi. Hatta Steve'in deyimiyle "it's like Rambo in a jungle. He knows every move!" bir kişilikti kendisi.

Sonunda her tarafımız yara bere içinde, kas ağrılarıyla mutlu mutlu evlerimize döndük. Vurulmaktan ve yorulmaktan bu kadar zevk almış olmak çok güzel bir his. Hala üstümde boya kokuları var. Duşa girmem lazım birazdan zaten.

Steve'le konuşurken dünyadaki tüm insanların bu oyunu bir kez oynaması gerektiğine karar verdik. Bir kez oynayan insanın bir daha savaş lafını ağzına almak isteyebileceğini düşünemedik biz. Oyun içinde siz siper almışken, sağ ve solunuzdan sizi vurmak için 20 metre öteden hedef almış insanları görünce, nereye kaçacağınızı şaşırıyorsunuz. Bir de kaçacak yeri belirlemek bir yana, diğerlerine yakalanmadan nasıl o kadar hızlı önlere kaçabilirsiniz bunu düşünürken, aynı anda nerenizden vurulsanız canınız yanmaz onu düşünüp garip şekiller alabiliyorsunuz. Çapraz ateş altındayken heyecandan ne yapacağınızı şaşırıp olduğunuz yere oturup "Yeter ya!" demek istiyorsunuz ama bu oyunda işlemiyor o. Bu oyunda işlemezse, savaşta hiç işlemez diyip, kendinizi aynı pozisyonda gerçek bir savaş alanında düşününce kalp krizi geçirecek kadar hızlanıyor atışlatınız. Sadece düşüncesi bile böyle yapıyor, gerçek halini yaşamak kim bilir ne hale getirirdi insanı diye dalıp gidiyorsunuz... O yüzden herkes bir defa oynasın bu oyunu ki, savaş denen aptallığın nasıl saçma boktan ve anlamsız bir iş olduğunu, ufak bir kızarıklık veya morluk yaratan vurulmalar dışında kimsenin böyle bir stresi kaldırmak zorunda olmaması gerektiğini görsün. Ben artık karşı tarafın askeriyle (düşman demek istemedim nedese) karşı karşıya gelen bir insanın sadecce o anki gerginlik ve stresten kalp krizinden ölebileceğini ve hatta böyle ölenler olduğunu ama saklandığını falan düşünüyorum. Ben bile karşı takımın oyuncusu ile aynı çadıra girdiğimde ne yapacağımızı şaşırdım. Birbirimizi vurmamamız söylenmişti o kadar yakından neyse ki, öyle çıkıp uzaktan birbirimizi vurmaya çalıştık ettik. Neyse işte herkes gitsin bir denesin, eğlenceli bir iş.

Şimdi bir duş alma vakti. Yarına yapılacak işler ve hareket ettirilmesi gerekilen kas yorgunluğuyla dolup taşan bir beden var.

Perşembe, Mart 06, 2008

Tintinnabulation

Bugün eve dönerken kulağımda Mogwai vardı. Post-rock denen şeyin sınırsızlığı bir yana, şarkılarda sözleri kullanarak insanın içindeki düşünce ve hisleri eğip bükme devrinde sözler olmadan müzik yapabilmek her grubun harcı değil. Bunu adamakıllı yapabilen gruplardan biri de Mogwai. Evet, kabul ediyorum, artık önümüzde onlarca ve hatta belki yüzlerce aynı işi yapan grup var. Ama onların yeri her şeyden önce tarifsiz Cody ile kodlanmış bende. Seneler önce -sanırım 2000- Rüzgar sayesinde tanıdığım bu grup hala dinlediğimde beni güzel yerlere sürüklüyor. Güzel kavramımın Edgar Allan Poe'nunkini andırdığı göz önünde bulundurulursa, nasıl yerlere götürdüğü de tahmin edilebilir belki. Her neyse, işte Mogwai, bu genelde sözsüz olan müzikleriyle 1900lü yılların başlarında abstrakt resimleri, heykelleri yapanlara benziyor. O zamanlarda Brancusi'nin Bird in Space'i anlaşılamamıştı belki veya şekli ve figüratif olan her şeyi sanat objesinden uzaklaştıran, artık objeyi değil de onu yerleştirecek alanı sorgulayan hiçbir şey sanattan sayılmamıştı ama sağolsun o zamanın sanatçıları, bizi bu konuda öyle güzel etkilemişler, bu zamanların "sanat" kavramını öyle doğru bir yerden yakalamışlar ki, grubu genelde 21. yüzyılın başında (böyle diyince tarihi bir şeyden bahsediyoruz hissi oluyor gibi geldi ama işte sene 2000 falan) dinlemeye başlamış olan insanlar olarak, hiç de yadırgamadan, uzun süredir unutulmuş olan bir kapının anahtarını bulmuşçasına merak içinde dinledik bu grubu. Yapılan şeyin soyutluğu yüzünden çoğu insanın algı eşiklerindeki eleklerine takılı kalmıştır tabii tam bu yüzden ama yerinde olan her şey çoğunluk tarafından görmezden gelinmiştir en iyi ihtimalle. Aynı şey bazen Sigur Rós için de geçerli ama daha çok Mogwai.

Böyle düşünceler geçerken aklımdan, inmem gereken yeri kaçıracaktım neredeyse... Hemen kendime geldim. İndim. Evime geldim. O zamandan bu zamana kadar aklımda kalanlar bunlardı. Alnımı ve burnumu yüzümden çıkarabilseydim dediğim bir günün sonunda, ancak bu kadar yazabildim. Sonradan daha iyisini yazana kadar bu burada dursun. Gözüme kötü veya eksik gelene kadar -ki farkındayım öyle olduğunun, yazıyı düzenlemeyeceğimi biliyorum. Evet en iyisi burada durması.

Onun dışında tüm gün Zuma oynadım. Bu oyunu delice oynadığım eski zamanlara geri dönüş yaşadım. Hatırlıyorum da bir gün içinde 2 defa bitirmiştim bu oyunu. Bütün dünyayı ağzımdan fırlayan toplarla yok edebileceğimi bile hissetmiştim. Meğerse Zuma'dan aldığım zevk tükenmemiş de, ben farkında olmadan "save" etmişim o zevki. Bugün yükledim o halimi yine. Canavar oldum.

Arabella diye bir ismi küçük bir kız çocuğuna isim yapabilen insanı merak etmekteyim son olarak.

Uyuyayım ben en iyisi.

Çarşamba, Mart 05, 2008

Waiting for my very own Radiohead...

Bugün güzel bir gündü.

Saçmasalak bir bilgisayar oyununa başladım öğleden sonra 1 gibi. Sonra saat 3:30 gibi Muzo Gtalk'tan dürtmeseydi daha da başında otururdum. Dışarı çıktık, yemek yedik, kahve içtik. Klasik bir Muzo-Divina buluşmasından tek farkı, Muzo bana geldi. Karşılıklı açtık laptopları, hala öyle oturmaktayız. Ayrıca Werchter'e gitme fikrini ortaya attı Muzo. O dönemlerde bir Brüksel gezisi düzenleme sevdalısıydık zaten K. ile. Radiohead'i ve Sigur Rós'u bir arada görmek neden olmasın ki dedirtti bana? Kendileri bir aradayken en güzel ikisi bir arada zaten. Bir gün ben çok Sigur Rós'ken Radiohead'imi bulsam, hayattan başka bir şey istemeyeceğim; söz veriyorum.

Klasik Starbucks müşterisi triplerini sıraladım ben bugün her nereden geldiyse konu oraya... Hemen buraya yazayım istedim:

1- Apple laptop'ı, iPhone'u veya iPod Touch'ıyla wireless sömüren, elindeki aleti kullanırken Apple ailesine mensup olmanın acaip ve saçma gururunu taşıyan insanlar.
2- Elinde kalın bir kitapla oturan ve kitap okuyanlar.
3- Moleskine'ini açmış yazı yazan insanlar (buna ben de dahil olabilirim).

Bu tripleri, kendini Starbucks müdavimi olarak niteleyen insanlarda sıkça görebiliyoruz. Paket program gibi bu da hatta. Apple seven, Starbucks'ı da sevdi. Bu ikisini seven Moleskine'i ve Starbucks'ta kitap okumayı da sevdi vb.

O kahveyi içerken ne çeşit bir hissiyat içine giriyoruz ki böyle stereotiplere dönüşüyoruz bilemiyorum. Yani aslında sadece bir saniye düşünsem, konuyla ilgili insanları ve kurumları ve hatta hissiyatları yerin dibine sokabilecek şeyler söylerim ama düşünmek istemediğim, sinüzitimin azdığı bir gün bugün. Başım ağırlıktan öne düşmekte bazen. Muzo yüzüme her baktığında "Evet, şimdi son nefesini verecek" gibi bir ifade beliriyor yüzünde. Bazen verdiği tepkilerle beni korkutuyor. Oysa ki alakası yok. Sadece burnum akıyor ve alnımdan burnuma doğru çılgın bir akıntı var. Daha iğrençleşmek istemiyorum. Budur işte.

Bugün last.fm'deki sevimli grubum Winter Songs'un radyosunu dinledik. Ne iyi bir şey yapmışım dedim kendi kendime. Bu grubu açarken ne amaçlıyordum, hatta amaçladığım bir şey var mıydı bilmiyorum bile. 1,5 seneye yakındır 190 küsür kişinin üyesi olduğu bir gruba sahip olmak, binlerce kilometrelik uzaklıklarla insanları birbirine bağlamak (koca bir buket çiçeğin saplarından birbirine bağlandığı o yerde bu grup duruyor sanki) sonra da onların dinledikleriyle bir geceyi geçirmek çok hoş bir şeymiş. Siz de dinleyebilirsiniz pek tabii. Tavsiye ediyorum.

Neyse daha fazla uzatmayayım. Bu stereotip mevzuuyla ilgili daha farklı bir şeyler yazacağım. Arada sırada o maddelerden bir tanesi haline gelebildiğim için midir bilinmez, çok battı bana bu tespit. El atacağım. Belki yarın, belki yarından da yakın diyeyim de alnımdan burnuma doğru seyreden akıntının aksine ne kadar kalitesiz bir düşünce akışım olduğu anlaşılsın.

İyi geceler.

"a sigh is just a sigh"

Bir defter var. Kimin olduğu belli değil ama bende duruyor. Ona aylar sonra yazılr yazma gereği hissettim. Yeri ve zamanı geldiğinde sahibini bulacaktır diye düşünüyorum. Buldurmak lazım. Her ne olursa olsun sahibi kendisi için yazılanları okumalı, bilmeli.

Onun dışında, boş bir gündü. Evi tertemiz ettim. Evi temizlerken, kafamdaki düşüncelerin aldığı şekiller çok eğlendiriciydi. Bazen kendimi acaip şeyler düşünürken buldum, süpürgeyi kendisiyle temizledim, vileda kovasını viledayla sildim falan filan. Ev temizlendikten sonra, beş çayımı yaptım. Kendi evimi kendim temizliyor olabilirim ama beş çayımdan eksik kalmam. Şaka bir yana, epey keyifliydim yine bugün. Bir ara yüzüm asıldı, o sırada o deftere sarıldım yazdım, geçti.

Akşam da kızlar partisi yapacaktık. Yaptık, bitti. Rakı içmemiştim bundan önce. İçmiştim ama hiç sevmemiştim. Rakı içtik. Bu sefer sevdim. Sohbet ettik. Televizyonda maç vardı. Onu açtık. Sessiz sessiz oynadı Fenerbahçe bugün bizim evde. Keşke gelip görseydiniz. Çıtları çıkmadı. Ayrıca babamla birbirimize söz verdik sigara konusunda. Son üç gündür sigara içmediğimi ve o da eğer içmezse tekrardan başlamayacağımı söyledim telefonda. Onu çok özledim ve istemiyorum günde üç paket Parliament içmesini. O da kabul etti. "Madem kızım öyle istiyor, madem senin başlamamana sebep olacak, ben de içmeyeyim" dedi. Başka bir erkeği onu sevdiğim kadar sevebilir miyim günün birinde merak etmekteyim.

Saçlarım uzuyor. Kestirmiyorum inatla. Uzasınlar, ben yapacağımı biliyorum onlara.

Pazartesi, Mart 03, 2008

Dear iTunes, please restore my iPod

Gün geçmiyor ki iTunes yeni bir hata çıkarmasın. Nedir bu programdan çektiğim diyeceğim ama bu vakit oradan bir Apple kafa olan Muzo çıkacak, "Mac al o zaman" diyecek ama ufukta öyle bir şey görünmüyor yakın zamanda. iPod'umu restore etmeye çalıştı az önce adi program. Nefret etmekteyim kendisinden. Öyle işte. (Son olarak bu yazıyı bitirmeye yakın artık daha fazla troubleshootingle uğraşacak halim kalmadığından, aldığımdan beri hiç yapmadığım o restore işlemini yaptım sonunda; hayırlı olsun bakalım)

Onun dışında her gün daha daha iyileşiyorum ben. Bugün sınıfta bir an sorulan bir sorudan hemen sonra ilginç bir aydınlanma anı yaşadım. Metafizik kafalar "revelation der sanırım buna. Ama benim kafama düşen şey ise daha ziyade şöyle bir şey olabilir:



Aklım tıkır tıkır işlerken, bana iyi hissettiren yerlerde dolaşıyorsa benden daha keyiflisi olmuyor. Herkese kafasına bu kitaptan bir adet diliyorum. Arada bir düşsün, bizi kendimize getirsin.

Yeni olan her şeyi hayatıma doldurma isteğim tekrar içimdeki yerini aldı. Heyecanla önündeki sahnedeki oyunu ve oyuncuları bekliyor kendisi. Onun dışında eskilerle de barışık haldeyim. Eskiden kaçtığım bazı anılar, görüntüler, kişiler, müzikler, kokular etkilemiyorlar beni. Geçip gidiyor her şey kendi olağanlığında. Bu çok güzel bir şey. Geçtiğimiz aylarda birisi beni arayıp "Şu hale geleceksin" deseydi, "İnanmam" diyip kapatırdım Vodafone reklamındakiler gibi. Maksat karşı tarafa fazla yazmasın.

Pazar, Mart 02, 2008

Heima/Evde




Dün akşam 21:45'te bu filmi izlemeye başladık. Benim için yıllardır evim dışında bir iki yerde daha dinlemiş olduğum Sigur Rós'u böyle bir ortamda bu kadar çok insan içinde ilk dinleyecek ve hatta izleyecek olmamdan ötürü bir ilkti bu. İ. önceden Londra'da konserlerine gidip bana canlı canlı dinletmişti sağolsun ama sinema perdesinde onları görmek, öyle bir salonda dinlemek ve izlemek bile apayrı bir keyifmiş.

Her şey bir yana, bu kadar başarılı olmuş bir grubun üyelerinin nasıl bu kadar naif ve kendi halindeki kalabilmiş olmalarına şaşırıyorsunuz. Sonra "Saçmalama, zaten öyle olmasalardı bu müziği yapabilirler miydi" dedikten hemen sonra ise "Eh zaten karşı koltuktaki yastık öyle duruyor olmasaydı şu an bu noktada olmazdık da" gibi saçma sapan yerlere kayıp gidiyor aklım ama olsun, yine de şaşırmak güzel bir his paketi hediye ediyor insana. Oldukça mütevaziler ve "Zaten olması gereken buydu ve bizim için başka bir alternatif hiçbir zaman olmadı bile" gibi bir havadalardı her görüntüsü ve her sözlerinde. Aklıma otel odalarında binbir çeşit gerizekalılık yapmayı matah bir şey sanan şarkıcılar geldi şimdi de. Bir onlara bakıp, bir de oradan buradan taşları, ağaçları alıp müzik aleti yaratan bir üyeye sahip olan Sigur Rós'a bakıyorum da. Ne gereği var diyorum.

İzlanda'nın abidik gubidik ama benim için gitmesem de görmesem de o benimdir dediğim köylerinde, kasabalarında verdikleri konserler, gösterdikleri performanslar, güzel bebekler ve insanlar, huzurla hüznün karışımı olan ancak meleklerin yaratıp söyleyebilecekleri müziklerle dolu muhteşem bir filmdi Heima. Sondaki "bu filmi kimler yapmış acaba" kısmı için cevap beklemeyenleri "Untitled #3" ile koltuklara yapıştırdılar, bir film sonuna kadar nasıl izletilir onu anlattılar bize. Ben ise o esnada zaten sondan hemen önce görkemli bir kapanış öncesi müziği olarak filme eklenmiş olduğunu düşündüğüm en sevdiğim Sigur Rós şarkısı olan "Untitled #8"deydim hala...

Çıkışında bir süre kırmızı gözlerle "Her şey ne kadar da anlamsız oysa ki?!" şeklinde sayıklamalar halinde yan etkileri görülebilir. Bir süredir ağlamayı unutmuş bir insansanız bu durumunuz canınızı sıkmak bir yana, sizi mutlu bile edebilir. Ne de olsa bu şarkılar için gözyaşı dökmenin bir kötülüğü yok. Yeter ki doğru imgeler canlansın akılda, yeter ki anlamsız anlar hatırlanmasın.

(Bunlar) Olmadığında hayat daha rahatmış.

"and yes i see where it's true"

İki insanın aynı anda birbiriyle konuşuyor ve iletişim kuruyor olmasından daha ilginç başka bir şey var mı merak ediyorum bazen. Birbirini dinlemek için bir an bulup bunu değerlendirmeye çalışan iki insan geliyor gözümün önüne. Nedir peki değerli gördükleri birbirlerinde. Nedir bekledikleri, amaçları? Bu arada, birbirleriyle olan bağlarındaki herkesin birbiriyle olan bağındaki mucizeviliği tam da herkeste bulunduğundan yok sayan iki insan acaba daha değerli bir şeyleri mi kaçırıyorlar diye düşünüyorum. Belki de iletişim kurmaya o kadar alıştık ki artık hiçbir sözün, hiçbir karşıdakine yönelik soru cümlesinin bir anlamı kalmamıştır. Bazen sırf bu yüzden düşünüyorum acaba diyorum yedikten sonra her şeyin içimizde boka dönüşüp dışarı atılmasıyla mı alakalı bu tür durumlar? Yani sürekli her şeyin bokunu çıkarıyoruz ya, diyorum ki, daha farklı bir şeye dönüşseydi yediklerimiz, hiçbirini çöp haline getirmeden başka bir şeye dönüştürseydik kendi içimizde, insanlara çarptıktan bir süre sonra neye dönüşeceği bilen içi boşaltılmış, kof kavramlarımız olur muydu?

Böyle anlamsızlıklar içinde seyreden bir düşünce akışıyla yaşarken, insanların her yanıma çarpıyor olduğu, benim ise bundan burnu havada, aristokrat bir rahatsızlık duymam, birilerinin çıkıp burnumu yere sürtüp kafama bir tekme atması gibi korkular yaratmıyor da değil. Birilerinden feci halde laflar yersem kendime gelebilirim diyorum ama sonra benle ilgili kendi kendime söylediklerimden daha fazlasını söyleyebilecek birisi var mı düşünüyorum, bulamıyorum. Velhasıl olursa da sanırım söylenenlerden daha çok, kendi kendime yaptığım eleştirileri başkalarının da hakkımda yapabilecek kadar beni tanıyor oluşu canımı sıkacaktır.

Artık kendimle ilgili farkında olduğum, ara ara deneyip bakalım eskisi gibi mi hissediyorum diye kontrol ettiğim bir düzenim var. Arada zayıf bir yanını buluyorum o düzenin, üstüne gidiyorum geçiyor. Her şey kendiliğinden daha doğru bir düzende gerçekleşiyor. Buna inancımı yitirmiştim. Şu anda yaşadığım noktayı beğenmemezlik edip söylenip duruyordum bir iki ay öncesine kadar. Şimdi öyle değilim. Kabulleniş, anlayışan sonra gelen bir şey benim için tıpkı bir çok insan için de olduğu gibi. Anlayınca susuyorum, oturuyorum. "Haaa pekii" diyorum ben. En azından bunu yapabiliyorum; mutluyum.

Güzel haberler bekliyoruz gelecekten. Bu bir hafta nasıl geçer bilmiyorum ama umarım o haberleri alabiliriz birkaç kişi olarak biz. Bach'ın beni gittikçe daha da sakinleştiren, olmam gereken en nötr kıvama getiren müziğine dönüş yapacak gibiyim bu hafta. Dilediklerimin gerçekleşmemesi gibi bir lanete sahip olduğumdan, birilerinin beni o halde getirmesi gerekiyordu ki dileyecek kadar pozitif hisler içinde olmayayım, içimde umut barındırmayayım. Sevgili Bach el kaldırdı sınıfta, gönüllü oldu, "Ben olurum o" dedi. En iyi arkadaşı Glenn ile iyi birilerine benziyorlar.