Pazartesi, Mart 30, 2009

"The child is grown, the dream is gone"

Bugün Ö. sağolsun, gece gece tam da seçim sonuçlarını izlemekten sıkılmış ve mutfaktan djarum'un eşlik ettiği biramı alıp yerime dönmüşken, Pink Floyd dedi.

Pink Floyd'un yeri bende apayrıdır, herkeste de öyledir herhalde, ne bileyim. En azından öyle olmalı gibi düşünüyorum ben. Apayrı bir dünyadır onlar. Çok nadiren o dünyaya girsem de, o "nadiren"lik sevmeyişimden değil bazı şeylere cesaret edemeyişimdendir sanırım. Her dinleyişimde absürd bir yerimden tutup ölü taraflarımı gözüme gözüm sokmaya yemin etmişçesine dağıtır. Tam tabiriyle dağıtır. Her seferinde de bu şarkıyı en sona saklarım ki bana şu başlıktaki sözleriyle bana artık hiçbir şey için masum olmadığımı her şeyi bokunu çıkarana kadar yaşamış olduğumu anımsatsın diye. Bilirim ki en çok o gösterecek bir şeyleri bana. Canımı o sıkacak falan. Aman neyse, susuyorum ben. Yazmaya kalksam orta sondan başlayıp bu grubun bana hissettirdikleriyle ilgili kronolojik bir tarihçe çıkarırım burda ve sinirim daha da çok bozulur herhalde. İzleyin siz.

Cumartesi, Mart 28, 2009

Wishful Thinking

Sanırım yakında ülkeler savaş yapmak istediğinde belli bir deadline verilecek hemen öncesinde iki ülkeye. Sonra iki ülke o süre içinde o deadline'a kadar savaş teknolojisini geliştirip karşı karşıya gelecek sonunda. Bilgisayarlara içinde bilgiler ve nereyi nasıl yok edeceklerine dair bilgiler içeren çipler yerleştirilecek. Gelişmiş bilgisayarlar bunları analiz edip sonunda kim daha fazla yeri alacak ve daha fazla insan öldürecek gibi bir açıklamayla bu -so called- savaşın galibini belirleyecek. Ülke liderlerinin risk oynaması gibi bir şey. Ama en azından kimse ölmüyor diye kendimizi avutabiliriz.

Nereden çıktı bu diyen olursa şuraya bir göz atsınlar. Savaş teknolojisinin ve savaş için üretiliyor olan robotların olası bir savaş durumunda neler yapabileceklerine dair garip bir röpotaj bu. Okuduktan sonra aklıma ilk gelen şey yukarıdakiler oldu. Wishful thinking deniliyor sanırım benimkisine.

"And baby, my heart's been breaking"

Kimse bilmez ama benim mor battaniyemin altında çok şeyler olup bitiyor. Fesatlık yapmayın lütfen, hemen anlatıyorum son olanları.

Bugün çok acaip bir rüya gördüm. Bradford Cox benim evime geliyormuş. Cymbals Eat Guitar'ı (bir yazı yazmaya başladım da dün onlarla ilgili, burada da edeceğim iki çift lafım olacak) nasıl Deerhunter'a benzetirsin diye konuşuyordu bırbır. Ben de dinletiyordum, bak valla benziyorsunuz diyerek. Sonra ben birilerini çağırıyordum eve. Hep beraber eğleniyorduk. Sonra ben konser vermelerini ve benim bu konseri organize edebileceğimi söylüyordum. O da olur valla gibi hevesli bir tepki veriyordu. ben de başlıyordum çalışmalara. O sıradaysa birileri bizi bir sinirlendirdi ve ayrıldılar yanımızdan. Ben tam o anda uyandım ve uyanırken "Hep o gerizekalı yüzünden işte ya" diye bir şeyler söylendim kendi kendime. Güldüm sonra yüzümü yıkarken durumu farkederek.

Zamanında pek bir sevdiğim gruplardan Placebo geliyormuş. Brian'ın o güzel suratı için gideyim diyorum bu sefer.

Interpol dinlemekten had safhada zevk aldığım dönemlere dönüş yaşıyorum. Bugün The New ile Leif Erikson'u birkaç kez dinledim gelirken eve. The New'ı ilk gerçekten farkettiğim zamanlara dönüş, sonra otobüsün bir kasis üzerinden geçerken beni hoplatmasıyla dünyaya geri dönüş. Yüzümün aldığı şekli merak ettiğimden iPod'un etinden sütünden faydalanırcasına bir hamleyle arkasını çevirip ayna olarak kullanmak ve gördüğüm görüntüden hala ve nasıl oluyorsa hala memnun olmamak. Sonra sözlerin ne kadar gerçek olduğunu farketmek yine bilmemkaçıncı kez ve durağa geldiğimi farkedip inmek. Temiz havayla kendine gelmek. Şu paragrafın üzerine buraya The New eklememek olmaz tabii.

Interpol - The New


Garip haberler, ordan burdan duyulanlar ve gördüklerim bana içimde yaşayan ama bu zamana kadar farketmediğim o yaratığı gösterdi. Haleluya!

Cuma, Mart 27, 2009

The Uncomfortable Truths Well

Dün sakin sakin Lost izliyorken boş vaktimde, bir anda dönüşüp Fenerbahçe-Galatasaray derbisi izleyen fanatik bir izleyici haline geldim. Dizinin sonuna doğru olacakları anlamış olduğumdan zaten yüzüm buruşuk bir şekilde "Hayır ya" şeklinde bağırıp çağırıyordum ki tam düşündüğüm gibi oldu ve kulaklığı fırlatıp saçma sapan bağırırken buldum kendimi. Hiçbir kurguya böylesi tepkiler verdiğimi hatırlamyıyorum ben ama tabii en sevdiğim karaktere pek sevmediğim başka bir tanesinin yaptığı affedilemezdi. Bundan sonra S.'in ismini farklı kötü sözler yerine kullanacağımı açıkladım dün gece. Neyse.

Ne zamandır saat 2'ye kadar uyumamıştım. Şimdi acaip bir halde oturuyorum burada.

Tüm bunların dışında Oldboy adlı filmi izleyeceğim. Sonra eğer cesaret edebilirsem bir kez daha Synecdoche NY izleyeyim diyorum ki izlersem kimse beni o film hakkında yazmaktan alıkoyamaz. Neyse, eğer o film hakkında bir şey yazmazsam bilin ki izlememişimdir.

Dün öğrendim ki Soundgarden denen lise 1'e geçtiğim yaz boyunca bana eşlik etmiş olan pek bir şahane grup, bir yerlerde tekrardan sahneye çıkmışlar. Tabii ki Cornell'siz ve dolayısıyla eski tat yok ama olsun. Fikri bile güzel geldi zira kendilerine hala açım. İnanmayanlar buraya.

Bazen bazı insanları o kadar çok seviyoruz ki, bazılarımız o insanların kendilerine yaptıkları kötü şeylerin kötü olduğunu kabul etmemek için, gidip başkalarına kendilerine yapılan o kötü şeyin aynını yapıyor. Böylece o çok sevdikleri kişiyi bir anda akıl almaz kötü yaratıktan insana çevirmiş oluyor, justify ediyor. Gözümü açtığımda tam olarak bu fikir vardı aklımda. İçimde şu ana kadar tekrarladım rüyalar gibi unutmayayım diye. Unutmadan yazabildiğime mutluyum.

Reader'da en severek takip ettiğim sitelerden biri de xkcd. Ne zaman "xkcd (1)" görsem ilk ona atlıyorum. Bugün şöyle bir şey gördüm daha burayı açmamışken. Öyle bir kuyu bulsak ve bazılarına ceza olarak bunun başında durup sürekli taş atmalarını söylesek ne şahane olurdu.

Çarşamba, Mart 25, 2009

Department of Eagles - No One Does It Like You

Bu grubu baya baya sevdiğimi söylemiştim geçende. Bu da bugün Steryogam'da gördüğüm vidyoları. Geçen hafta SXSW'nin tozunu attırmış, dün akşam da MoMA'daki bir organizasyonda bu vidyoyu tanıtmış olan grubun kalkınmasında, şüphesiz ki benim de promosyonel çalışmalarımın payı oldukça büyük. Evet, "her şeyden kendine pay çıkarmazsa ölecek hastalığı"ndan muzdarip bir insanım ben. Human after all.

Miles Benjamin Anthony Robinson - Buriedfed

Bu hafta en sevdiğim şey bu olabilir mi ki acaba? Miki acaba?

"This is a wasteland now"

Babalar hissediyor.

Bahar geldi geleli her şeyi bahara yüklediğimi farkettim az önce Rüüü ile konuşurken. Mesela örnekler:

"Paul garip bazen bu aralar. Bahardan herhalde."
"Çok dalgınım birkaç gündür. Bahardan sanırım."
"Aşık olmak istiyorum ben sanırım. Bahardandır bahardan."
"Yeni bir şeyler bulsak yapacak. Bahar geldi ya sıkıldık tabii eskilerden."
"Spora gitmem lazım. Bahar etkisi bu da işte."
"Uyumak istiyorum sürekli. E bahar tabii."
"Hoplayıp zıplayasım var. Bahar geldi tabii çıkmak istiyoruz sürekli dışarıya."
"Bir yorgunluk var üzerimde. Bahar'dan nefret ediyorum."
"Saçlarım dökülüyor. Derim bir garip. Uff geçsin şu bahar ayları."

diye daha sonsuza kadar bu aralar söylediğim her cümlenin sonuna eklenebilir son cümleler. Ne güzel ya. Her şeyi bahara yükle. Ayrıca "bahar" yaza yaza kelimenin tüm anlamını yitirdim şu dakika. Yaşasın.

Geçen hafta sonu Hansel ve Gretel'i Hamsel ve Gretel yaptım. Çok bir saçmalık değil ama niyeyse güldük üstüne. Bahardandır di mi?

Son iki gündür misyonuymuş gibi, R. bana sürekli olarak "Sen iyi misin?" diye sordu. İyiyim şeklinde cevaplasam da inanmadı. Kendi bilir.

Ayrıca Ayça'cığım bana yaptığın o testi başkalarına yapınca çok keyifli cevaplar alınabiliyormuş. Anladım ki sorun bendeymiş. Hatta buraya da yazayım testin sorularını da isteyen bana maillasın cevapları diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. Her şeyin sırrını açığa çıkaran bu güzel psikoloji testimizden mahrum kalıyorsunuz ama naapalım. Keyfim öyle istiyor.

Bugün eve gelirken yine Interpol'e sardım. Biraz nostalji yapayım istedim. Bu şarkıya taktım bugün niyeyse; bahardan olmalı.

Salı, Mart 24, 2009

"This Kind of Life Keeps Breaking"

Beyaz sütlü yüzüğümü kaybedeli aylar oldu. Teessüflerimi bildirmek istiyorum kendisine. Benden bu kadar mı sıkılmış, gören sorsun bunu lütfen.

Onun dışında keyifli bir haftasonu geçirdim. C. burdaydı. Bir yerlere gittik eğlendik. operaya gitmedik ki iyi ki de gitmemişiz. Korkunçmuşmuş.

İçimde derin bir yerlere koyduğum bir şarkıyı aynı derinlikte bir yerlere yerleştirmiş bir insanla paylaşmayı çok özlemişim ama artık yokmuş öyle bir şey. Onu da farkettim az önce. Epey bir koydu bu farkındalık bana sanırım. Ne bileyim en son bir Hammock beğendim mesela. Eminim ki dinlettiklerim arasında bir tanesi bile onlara dinlettiğim Mono No Aware'i içinde benim koyduğum kadar derinlikli hiçbir yere koymadı. Olsaydı anlardım en azından. Herkes beğeniyor ama kimse çok sevecek kadar içine alamıyor hiçbir şeyi artık. Ne acı...

Eskiden öyle miydi diye düşündüğümde ara ara çok sevdiğim şeyleri başkalarıyla paylaştığımda tek tük birkaç kişi çıkıyordu benle benzer ve hatta bazen de aynı tepkileri veren. O zaman o insanları ayrı seviyordum. Halihazırda sevdiğim o insanapayrı bir yere koyuluyordu tarafımdan. Ne kadar çok şey birbirine uyuyorsa o kadar derin oluyordu o insanlarla bağım. Bu konuda ultimate noktaya gelebilenler beni en çok mutlu eden ve dolayısıyla ve maalesef beni hep en çok üzenler oldu çoğu kez. Sanırım bu yüzden artık insanlar benimle aynı şeyleri sevince veya benim onlara tavsiye ettiklerimi çok sevdiklerini söyleseler de kaale almama eğiliminde oluyorum hep. Aslında herkes belki de çok seviyor ve fakat ben bunu böyle görmemem gerektiğini düşünüp savunmaya geçiyorum. Bu halime gelmemde yapımda ve yayında emeği geçen herkese teşekürlerimi bir borç bilirim o zaman.

Bir de hiçbir şey için adım atmıyorum ve başıma gelen her şeye "garip" diyerek bulunduğum yerden uzaklaşıyorum. Adımlarım hep uzaklaşmak için.

Bence hayatımda yeni ve umulmadık bir şeyler olsun ve atık mızmızlanmayı keseyim ben. Tabii bunun için önce kaçmamayı öğrenmem ve sağlıklı olmam gerekiyor. Sanırım sadece bu dediğim iki şeyin olma olasılığının düşüklüğünden, burada sürekli mızmızlanacağım sonucu çıkıyor. Delice sevme korkusu bu zamana dek başıma gelmiş en kötü şey. Şit.

Pazartesi, Mart 23, 2009

Sigür Rös

Bir gün de bana gelip çalsalar, hep son albümden çalacaklarını söyleseler bile sesimi çıkarmam, buyur ederim. Şu masanın etrafında toplanırız işte, güzel içkiler falan... Acaba çağırsam, araya da Türk misafirperverliği ile ilgili birkaç cümle sıkıştırsam, gelirler mi?

A.'a teşekkürler...


Sigur Ros - Við spilum endalaust - A Take Away Show from La Blogotheque on Vimeo.

Pj Harvey - Black Hearted Love

Hello yall!

Bir ara yine başlarım yazmaya ama araya bunu sıkıştırayım istedim. Pj Harvey & John Parish yapmışlar bir şey. Eklememek olmazdı bu kadar güzel bir şeyi. Bağıra çağıra söyleyecek yeni bir Pj şarkısı duymuş olmanın mutluluğuyla buyrun efenim:

Çarşamba, Mart 18, 2009

Sus bi!

Bugün, yani aslında az önce, can sıkıntısından kendi kendime bir şeyler kaydettim. Nadiren yapıyorum bunu. Şarkılar söyleyip en dandik şekilde kaydediyorum. Hatta ve hatta arkadan şarkıyı söyleyenin sesi bile duyuluyor, o kadar profesyonelim anlayacağınız. Bu seferkini buraya da eklemek istedim ki aman eksik kalmayın. Çok çılgın bir şey değil. Hatta dinlenmeye pek değmez ama olsun yine de gazinocular kralı beni bir gün bulacak inanıyorum. Kendisinin blog blog gezdiğine dair duyumlar aldığımdan beri pek heyecanlıyım açıkçası.

Neyse susuyorum artık ve böyle bir saçmalığı kapatabilecek bir Beach House cover'ı ekliyorum. Queen'in şarkısıymış Play The Game ama ben orijinalini hiç dinlemedim. Beach House halini dinledikten sonra merak edip de dinleyeceğimi sanıyorum da. Tamam ya, sustum.

divina - Gone Away (My Brightest Diamond'un dayanılmaz cover'ı bu, evet)

Beach House - Play The Game (Cover diye buna denir, ne o öyle)

Salı, Mart 17, 2009

Öyle

Yazamıyorum ne zamandır bir şeyler. Bugün ve birkaç gündür bir yoğunluğun içinde kaybolup gittim. Cumartesi'den beri yaptığım tek şey derslere girip çıkmak. Yarın da sabah dersim var ama sonra evde olacağım. Zaten haftasonuna misafirim de var. Kendisiyle birbirimize iyi gelmeyi planlıyoruz. Cuma gecesi Minna's, Cumartesi de opera derken keyifli bir haftasonunun beni beklediğini düşününce en enerjimin çekildiği anda bile rahatlıyorum. Yani umarım öyle olur artık.

Bu aralar bir de uykuya doyamıyorum. Yatağa girdiğimde yastığıma yorganıma sarılıp uyumak dünyanın en huzurlu şeyiymiş gibi geliyor. Uyumadan önce ritüel olmuş şeyleri düşünüyorum artık. Onları düşünmek de neredeyse bağımlılık haline geldi sanki. Sonra kalktığımda pencereden bu birkaç gün boyunca karla kaplı o çatıyı görmem de ayrıca mayıştırıcı bir etkiye sahipti zaten.

Annemi ve babamı çok özlüyorum bu aralar ki normalde özleyebilen değilim ama arada özleyince birilerini çok feci oluyor. Sonra hayatımı aksatmamak için çabalamak zorunda kalıyorum. O hissin yoğunluğunun içinde kendimi kaybetmek en son istediğim şey. Sanırım böyle hisleri yaşamaya programlı değilim ben. Velhasıl en yakın zamanda anne-baba görülecek diye bir madde ekliyorum aklımdaki yapılacaklar listesine. Bu aralar pek başarılıyım ama o listeyi azaltmak konusunda, ki bu da mutluluk verici.

Çok yavan bir yazı olduğunun farkındayım da aslında ama aklımın içinde sadece bende kalması gerekenler varken başka türlüsünü yapamıyorum. Şimdilik güzel bir şarkı ekleyeyim buraya da bir işe yarayayım.

A Sunny Day in Glasgow son zamanlara çok bir keyifle dinlediğim grupların başında sanırım. En sevdiğim şarkıları da Things Only I Can See'nin canlı bir konser kaydı bu da. İyi seyirler.

Cuma, Mart 13, 2009

Bat For Lashes - Daniel

"Bir an için"

Birileri okulları ellerindeki silahları tararken benim aklıma gelen şey benim kendi kendime nasıl ruhumu taradığım. O mermilerin yarattığı kocaman delikleri gördükçe, içimdeki hasarın ne denli büyük olduğunu görebiliyorum. Alt tarafı silah bunlar diyorum. Hiçbiri bir şeyleri kendini yaralayacak kadar seven bir insana o sevilen şey tarafından doğrultulmuş birkaç basit söz kadar delici değildir diyorum. Nitekim, silah yarası bedende kalır istersen estetik operasyonla bile sildirirsin. En kötü ihtimalle ölürsün zaten ama diğer taraftan bu sözleri yok etme işlemi hafızaya kaldığı için lanet olsun ki hafızası güçlü olan bir insanın ve hatta hafızası hakkaten de sıfıra yakınsayan bir insanın bile bu sözlerden sonra hayatına devam edebilmesi çok da rahat olmyor. Estetik operasyonun ruh için olanı yok ki onu da yaptıralım. Bir arkadaşımla geçen gün konuştuğumuz Eternal Sunshine'daki operasyonu çözmden bile saymıyorum zira estetik operasyonu olup kendini güzelleşmiş sayanlar kadar kişilik yoksunu acılarıyla deal edemeyip onları unutmaya çalışmak ve hatta bunun için hususi bir operasyona başvurmak... Ne gereği var canım. Yaşamanın tadı hissetmekten geçiyorsa, en çok hissettiğin anları hafızada taşıyıp yaşamadığın zamanlarda acı tatlı onları anımsayıp gülümsemek ve hüzünlenmenin keyfini çıkarmak gerekiyor ki öyle anlamsız vakitlerde yaşamın tutunacak bir yeri olsun.

Yine anlamsız sayıklamaların zirvesinde olduğum şu anlarda, kedim üzerime çıkmış beni sev diye gözümün içine bakıyorken, benim aklımda olan şey, bu gece arkadaşlarımla otururken bir şarkının aklıma takılmasıyla bu şarkıyı en son dinlediğim vakitleri anımsayışım. Hatırlıyorum da ilk Orhan Atasoy'un o harika Gemiler adlı klibini izlediğimi. Annemle oturuyorduk. TV'de artık o sırada hangi kanalda çıktıysa, bizi olduğumuz yere çivileyen o klip ve o şarkı ve o sözler ve o ses... Sonra kocaman bir zaman sıçrayışı. Tam da Space Odyssey'deki kadar uzak aralıklı, kocaman... Safça ne anlamı olduğunu düşünmeden bu şarkıya vurulduğum anla, en son bu şarkıyı dinlediğim andaki bozulmuşluğum ve üzülüşüm. İlkindeki anlamsız hüzünün içi dolmuş artık ve kocaman bir sorun yığınının üzerinde, giden birinin ardından üzüldüğüm o gece, o apartman ve içilen bir gecenin sonunda hala aynı şehirde olduğunu bilmek ve fakat artık ona bir süre daha dokunamayacak olmanın verdiği gerçeklik hissinin ten üzerindeki kıvrandırıcı etkisi. Sonraki sabah olacakları bilemeyişin saflığı vardı oysa ki hala. Üstüne bir de önünde oturduğum pencerenin diğer tarafında görülen o şehrin diğer tarafına daha yakın geçen gemilerin deniz üzerinde gece gece görünebilen salınışları... Kimseye çaktırmadan, ses çıkarmadan bu şarkıyı ilk kez anlamlandırdığım anın acı verici keyfini çıkarış... Sonrası olmayan bir şeylerin sonrasının varolacağını düşünmenin saflığı...

Şu anda ise bir şeyleri bilmiyor oluşun saflık anlamına geldiğini farkedişim ve hala bilmiyor olduğum başka şeyler olduğunu umudetmek istemelerin tam ortasında yine, o zamandan beri sanırım ilk kez, yine aynı şarkı... Bu sefer gözlerimde ne yaş var ne de başka bir şey... Güzel oyuncaklar için beklemem gerektiği söylenmediği için, bekleme zorunluluğunun ortadan kalkmasının verdiği rahatlık ile, "acaba var mı öylesi bir oyuncak" sorusuna verilen muğlak yanıtın tam ortasında araf gibi nereye adım atsam bataklığın içine düşebilirim korkusuyla tek adım atılamayan bir yerde duruyorum sanki.

Sonra aklıma Teoman'ın Gemiler versiyonunu duyduğum an geliyor anlamsızca. "Tecavüz etmiş şarkıya" demiştim.

Aklım kaçacak delik arıyor. Hakkaten "Bir an için çıksam hayatımdan".

Perşembe, Mart 12, 2009

Rizmafor

"yapılmamışı yapmaksa zaten esas olan
intihar bile edemeyeceğimdir o zaman"

ma


Kendisi bu nihilizm marketing'i yapılsa slogan olarak seçilecek şu iki satırı iki saniye içinde uydurmuş ve bana iletmiş ve hatta hem sözlüğe hem de bloga koymamı istediğini bana hissettiren mesajlar yollamıştır -ki kendisi "yok canım öyle hissettirmeye çalışmadım" diyebilir de. Üzerine bir şey demeye gerek yok zira

"üzerine her şey söylenmişse bu sözlerin
ne anlamı var debelenmenin"

deyip susup kenara çekiliyorum. Ayrıca İstanbul'u ahlak kenti yapmayı hedefleyen Saadet Partisi hedelerinin bir kanalda şu anda yaptıkları dans şovunu izlerken beni daha çok eğlendirebilecek başka bir şey olmadığından, hem kendi hem de burayı okuyan birkaç kişinin sağlığı ve güvenliği için susayım.

Çarşamba, Mart 11, 2009

Breakfast at Sulimay's

Bu Scrapple.tv'nin Breakfast at Sulimay's adlı programını yapan sevimli müzik eleştirmenleri, Mogwai ve Fuck Buttons'la bile röportaj yapmışlar meğerse. Dedem olsaydı mesela bu adam nasıl mutlu olurdum ya. Benimki muhtemelen yemeğini yemiş horul horul uyuyordur şu anda. Mogwai dinletsem bir şey anlamaz, en iyi ihtimalle tek bir şey söylemez beni kırmamak için ama öyle bir çabası olabileceğini de pek sanmam. Neyse bir adet Mogwai röportajı burada:



Bu da Santagold, Portishead ve Death Cab for A Cutie kritiği yaptıkları bölüm. Bu sefer Anna "this is awful" diyerek beni hayalkırıklığına uğrattı ama olsun. Joe hep yanımda dursa ben müzik dinlerken ve yorum yapsa keşke.

AnCo'den hazzetmemek



Animal Collective üzerine yorumları benimkine bu kadar benzeyen başka birileri görmedim duymadım bu zamana kadar sanırım. O ortadaki kadın benim yaşlı halim, evet :)

Hammock - Mono No Aware



Bu güzel klibi de az önce Pitchfork'a bakarken gördüm. Hammock bana last.fm tavsiyelerinden biriydi. Dinlerken baya keyif aldığım bir grup oluverdi kendileri. Bende July Skies etkisi bıraktığını söylersem sanırım etkinin ne kadar derin olduğu anaşılabilir bazılarınızca. 2005 yılında Marc Byrd ve Andrew Thompson'ın projesi olarak Kenotic albümüyle doğmuş grubun son albümü Maybe They Will Sing For Us Tomorrow'un artworkü Riceboy Sleeps'e aitmiş. "Peki Riceboy Sleeps de neyin nesi?" dediğinizi duyar gibiyim. Hemen açıklıyorum: Riceboy Sleeps aslında Sigur Ròs'tan Jonsi ve Parachutes'te Alex Somers'ın bir arada kurdukları bir sanat tasarım hedesi. Bu noktada bu kadar güzel isimleri bir araya getiren ve hatta çağrıştıran bu gruba kulak tıkamak olmaz.

The National - So Far Around The Bend



The National'ın Dark Was The Night adı altında Red Hot adlı AIDS yardım organizasyonu dahilinde çıkarılan toplama albümdeki yeni şarkısı bu. Albümün geri kalanında My Brightest Diamond, Bon Iver, Iron & Wine, Beirut, Yo La Tengo gibi isimler de var. Bunlar bir gün de ben ölmeden bana gelip çalsalar. Salonumda bir köşede biri inse diğeri çıksa sahneye. Sahne de büyük yemek masası olurdu. Öyle bir şey olursa hepinizi çağıracağım, söz. Ama önce doktordan öleceğime dair rapor almam lazım. Sağlık ocağında da yazıyorlardı değil mi?

"Even..."

Bugün buralar hep eski şarkılarla dolsun istiyorum. Hatırlıyorum bunu ilk duyduğum zamanı. divadeiwob bey bize ilk duyurmuştu bu grubu diye anımsıyorum. Sonra hep beraber aşık olmuştuk. Imagine Room daha o zamanlar boya kokuyordu, yerleşmeden önceki temizlikler yapılıyordu. Doğumgünüme yakındı. Neyse. Öyle.

"but i was born to lose my breath"

Deerhunter - Disappearing Ink

Pazar, Mart 08, 2009

"there is no happy ending here"

diyor Rivulets, Happy Ending adlı bugüne ve şu yazıya çok yakışacak bu harika şarkıda.

Son zamanlarda iyice anlamsızlaştığımı hissediyorum; bu bir.

Mesela dışarıda dolanırken daha az istekliyim yürürken müzik dinleme konusunda. Nedendir bilemiyorum ama eskiden heyecanla yaptığım bir çok şeyi artık yapamıyor olduğuma da kanaat getirmiş bulunmaktayım. Ama sanırım bu da hayatını daha anlamlı göstermek için hayatının anlamsızlığını farketmiş insan havalarına girme çabasının bir ürünü. Artık hiçbir sözün benden çıkmış veya çıkacak olduğuna inanmıyorum; bu da yalandan iki olsun, madem bir dedim ve saymaya başladım.

Revolutionary Road'a gittik bugün hesapta yokken B. ile. Kate Winslet eskiden böyle değildi, ne zaman bu hale geldi bu kadın? Filmi izlerken hiç yapmadığım kadar bir kadının yüzünün ve vücudunun tüm kıvrımlarını tek tek incelediğimi farkettim ve itiraf ediyorum, uzun süredir böylesi imrendiğim bir kadın olmamıştı. Hatta sanırım hiç olmamış falan. Cate Blanchett güzel bir kadındır bir de gözümde. En son Rüü'nün kulakları çınlasın "Bünyamin Düğme"nin Maceralarındaki özellikle balerin haliyle, her göründüğü sahnede güzelliğini benim dünyamda tescilledi durdu kendisi. Ama Kate başka olmuş. O saç renginden istiyorum (içses: "Yok artık!") Neyse; nazar değmesin Kate'ciğime diye çirkin(!) hallerinden bir iki bir şeyler eklemek istiyorum tam buraya.



İlginç bir karakteri canlandırıyordu Kate'ciğim. Kendimle belli anlarda o kadar çok özdeşleştirmiş olmalıyım ki tam da o kendini ifade etmek istediği ama sustuğu anlardan birinde öksürük krizine yakalandım. Tüm salon bana baktı, bağırlar çağırdılar bir sus artık diye. Önlerden birisi "Bu kadar öksüreceksen ya dışarı çık ya da öl ve sus" bile dedi; valla. İnsanlar bir garip...

Otuzlarına yaklaşan, evli ve iki çocuk annesi, başarısız bir oyunculuk kariyeri olan April'in, kocası Frank'e karşı duyduğu tüm heyecanı yitirdiğini görüyoruz önce. Frank'in de ondan geri kalır yanı yok zaten. Birbirleriyle çamları devire devire tartışıyorlar zaten daha ilk sahnelerden birinde. Ama görüyoruz ki flashbackler bu çiftin eskiden daha farklıymış hatta tam zıttıymış şu an temsil ettikleri her şeyin. April karakterinde dikkatimi çeken şey ise, Frank'in en başıboş, en romantik ve hayalci halini sevmesi ve tam da bu çocuksuluğu yüzünen ona aşık olduğunu görüyoruz ve fakat artık Frank'in babasının yıllar boyu çalıştığı ama lower middle class bir aile babası olarak ölmesi gibi bir yazgıyı kabullenircesine aynı şirkette çalışması ve ufacık bir hayat belirtisi göstermemesi April'de hayalkırıklıklarına sebep oluyor. Sonra sevdiği adam olan Frank'e hayatında gerçekten yapmak istediği şeyi bulması için yardımcı olmaya karar veriyor ve bir teklifle onun karşısına çıkıveriyor, tam da Frank'in otuz yaşına bastığı ve karısını sekreterlerden biriyle aldattığı gün. Biriktirdiğimiz para ve evlerini sattıktan sonra ellerine geçecek olan parayla Paris'e gidelim ve ben çalışayım sen de yapmak istediğin neyse onu bulmaya çalış diyor. Yani kocasına kendini keşfetmesi ve o çocuksuluğunun peşinden gitmesi için bir kadının yapableceği en büyük fedakarlığı yapıyor sanırım. Ben bu saatten sonra kimseye fedakarlık falan yapmam mesela, bana uzak olsun ama bu içten içe takdir ettiğim ve bana sanki karşılığı da güzel bir şeyler olacakmış gibi gelen bir şey.

Velhasıl Frank tabii ki delice bir heyecanla kabul ediyor ve fakat işteki bazı durumlar aklındakileri değiştiriyor zira terfi alma gibi bir şansı var ve para konusunda oldukça rahatlayaaklar. Bu sırada April ise düyanın en mutlu kadınına dönüşmüş ve çoktan biletlerini ve Berlitz'İn Fransızca kitapçığını almış bile... Tabii bu durumun farkına varması çok zaman almıyor. İşte ayrıldığını söylediğini düşündüğü Frank'in işinde terfi alabileceğini duyduğunda küçük çaplı bir şok geçiriyor. Üstüne bir de 10 haftalık bir bebek var... Sonunda Frank onu ve kendisini hayal kırıklığına uğratacak kararı veriyor. "Güzel bir yaşam sadece Paris'te değil" temalı bir konuşma ve paranın onlara daha iyi bir yaşam vaadettiği şeklinde süren sözler eşliğinde April'in tüm umudunu söndürüyor.

Bir akşam Revolutionary Road'daki komşularıyla dışarı çıktıklarında, April'in bitkin gözlerinin eşliğinde dudaklarından "O yaşamı gördüm ben, hayal ettim ve şimdi geri dönemiyorum" sözleri çıkıyor. Sanırım tam da filmde Frank'in komşularının ancak psikiyatri kliniğinden izinle dışarı çıkarılan oğullarına dediği "umutsuz boşluk" o varolduğuna inanılan olasılıkları kara delik gibi içine çekiyor ve o tanımdaki umutsuzluğu umuda çevirmeye çalışanların canını acıtıyor deyip hak veriyorum. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını tıpkı Dogville'de Grace'in bilinçsizce içinden geçirdiği "Bu yatakta artık kimse uyumayacak" cümlesine benzer şekilde ifade ediyor. Hakikaten de o geceden sonra hiçbir şey aynı olmuyor...

Filmin bu noktadan sonrası ise Virginia Woolf'umsu bir hale dönüşüyor. İçindeki umutsuzluğu yok edemeyeceğini farkeden April duruma bir hal çare buluyor. Filmin sonunda ise işitme cihazının sesini kapatarak karısını dinliyormuş gibi yapan adam ise gülümsetiyor belki ama bazılarımızın içi hala karanlık.

Sanırım kimse başka bir insanın içindeki çocuksuluğun cazibesine kapılmamalı. İnsanın sahip olup da bozuk para kadar rahat gözden çıkardığı bir diğer şey bu çocuksuluk ve saflık olmalı. Hiç garantisi yok; tavsiye etmiyorum yoksa sonra koca bir hiçlik tüm benliği kaplıyor ve hiçkimseye faydanız dokunmuyor.

Sonra şarkı şöyle devam ediyor ve film bitiyor:

"I’ll stay and walk away from you, and miss you, and hate the damage I have done… and it goes on, and on, and on…"

Cuma, Mart 06, 2009

V in da house

Hatta bizzat Show TV'de yemekte kendisi.




This similarity can be best viewed via youtube falan.

İran'ın Tedavi Edilmiş Hasta Homoseksüelleri

Be Like Others Tanaz Eshaghian tarafından İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın ağzının ortasına koca bir tokat atsın niyetiyle çekilmiş bir film sanırım. Kendisinin 2007'de Columbia Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada "İran'da hiç gay yoktur" söylemi üzerine bu filmi oturtmak acı bir gülümseme konduruyor insanın yüzüne.

Öncelikle yetmiş dört dakika boyunca elinizi kolunuzu nereye koyacağınızı bilmeden siniriniz bozulmuş halde izliyorsunuz filmi; benden söylemesi. 1979 İran Devrimi transeksüel ve travestileri gayler ve lesbiyenler olarak sınırlandırmış ve gay ve biseksüel olarak kalanlara kırbaçlanarak öldürülme cezası verileceğini ilan etmiş. İran'daki homoseksüellerin transeksüel olmaları dışında oldukları gibi hayatlarına devam etmelerine izin vermeyen bir devlete karşı bu insanların yaşadıklarına yakın plandan tanıklık ediyoruz. Birkaç doktor bu operasyonun legal hale getirilmesinde ön ayak olmuşlar aslında. Hatta bu işle ilgili br din adamı bile atamışlar. Kendisinin homoseksüeller ve transeksüellere yaptığı bir konuşmada bu din adamı utanmadan "Buğday'ı una çevirdiğimiz gibi insanı da değiştirmek dinimizce caizdir, nasılsa kitabımız cinsiyet değiştirmeyin demiyor" gibi akıldışı sözlerle bu insanların din tarafından sikilmiş vicdanlarını onarıyor önce. Onları dini bir ritüeli yerine getirecekleri konusunda telkin ettikten sonra, soruları alıyor. Sadece bir adım öteye gidebilecek haldeki akılcı soruları dahi yanıtlayamıyor. Bu sıralarda filmi izlediğim salondan arada küfürlerin de duyulduğu bir uğultunun yükseldiğini eklemeden geçemeyeceğim.



İran'ın en selebriti transeksüeli Vida -üstte elinde kalem olan- ise apayrı bir vaka haline gelmiş durumda. Kliniğe gelen ve danışmanlık almak isteyen transeksüellere sürekli ikazlara bulunuyor veya onları rahatlatıyor. Bir homoseksüel erkek kliniğe geldiğinde çarşafa bürünmüş Vida adama kızdı ve seni bir daha böyle görmeyeyim gibilerinden ikazlarda bulundu. Cinslerine leke sürmesinmiş, daha az makyaj yapsınmış, saçları görünmesinmiş, düzgün giyinsinmiş. Erkeklikten kadınlığa geçmek için operasyon geçirecek bir zihniyette olan birinin ağzına zerre kadar yakışmıyor olan bu sözleri kendisi mutlu bir şekilde söylüyor oysa. Ne de olsa artık kadın oldular ve İran'ın kadınlara uyguladığı her kural ve yasak onlar için de geçerli. Bu en ilgincime giden noktalardan biriydi. Sanırım Vida mutluydu.

Vida dışında onun kadar mutlu ve tatmin olmamış insanlar da vardı tabii filmde. Ali Askar 24 yaşında ve ailesi tarafından cinsiyet değiştirirse reddedilme tehdidiyle karşı karşıya olan bir genç adam. Anlattığına göre bir gün babası telefonda onu çok özlediğini söylemiş ve güzel sözlerle onu gelmeye ikna etmeye çalışmış. Yine Ali'nin deyimiyle ailesinden ve özellikle de babasından hiç bu kadar güzel söz duymamış olan Ali şüphelenerek gitmiş köye, evine. Gittiğinde ise babası kahvaltı sofrasına iki bardak çay getirmiş ve iç bunu demiş. Ali tabii şüphelerine dayanarak bardakları değiştirmiş ve benimkini sen içersen ben de senin çayını içerim demiş. Aslında babasının bardağa fare ilacı koyduğunu öğrenmiş ve çayı onun üzerine dökerek evden ayrılmış.



Böyle hikayelerle bu yaşına gelen Ali (yukarıda beyaz baş örtülü)transeksüel olmayı gerçekten kadın olmak için istemiyor aslında. Bir çok transeksüelin aslında bunu neden istediğini Ali'nin aynı durumdaki yakın bir arkadaşı (yukarıda Ali'nin yanında oturan) anlatıyor. Küçüklüklerinden beri özellikle de polisler tarafından cinsel istismarlara bulunulan bu insanların çoğunluğu bu şekilde hayatına devam etmek isterken, devletin cinsiyetleri kadın erkek diye ikiye ayırma hastalığına sahip olması ve gay'leri cinsiyetsiz kabul etmesinen ötürü bunu yapmaya mecbur bırakıldıklarını söylüyor. Ali de ailesinin onu reddetme tehditlerine aldırmadan sırf bir iş sahibi olmak ve devlet tarafından sayılmak kaygısıyla operasyonu geçirdikten sonr Negar olarak yeni kimliğine kavuşuyor. Kendisiyle hemen sonra daha o yataktayken sorulan "Buna değdi mi?" sorusuna "Bu kadar acı çekmeye değmez hiçbir şey" cevabını alıyoruz zira geçirdikleri operasyon çok tehlikeli aslında.



Bir de Anoosh'umuz var. Filmde ilk göründüğü andan itibaren sevimliliğiyle gülümseten Anoosh hakikaten bu operasyonu isteyen homoseksüel erkeklerden. Erkek arkadaşı onu bu haliyle görünce bazen sinirleniyormuş zira Anoosh süslenmeyi pek seviyor. Ama onu erkek gibi görmekten de memnun değil. Her şeyin o kadın olduktan sonra geçeceğini ve düzeleceğini düşünüyor ve bu arada kendisini eminim ki "heteroseksüel sağlıklı bir erkek" -her ne demekse bu- olarak nitelendiriyordur. Anoosh ise Ali'ye göre çok daha şanslı bu konuda. Onu çok gönüllü olmasa da destekleyen bir ailesi var. Her ne kadar annesiyle tartışmalara girse de bu operasyonu çocuklarının mutluluu için istiyorlar ve onu kaybetmemek için her şeyi yapabilir gibi görünüyorlar. Anoosh operasyona giriyor ve bir anda Anahita oluveriyor. Yalnız erkek arkadaşı artık çok daha soğuk ve uzak kendisine. Ama Anahita mutlu yine de çünkü artık kadın olarak üniversiteye gitme planları yapıyor.

Arada ise filmdeki en sinir bozucu insan olan genç bir gazeteci kadın beliriyor. Kliniğe gelip doktorlar ve oradaki insanlarla röportaj yapmaya çalışan bu kadın nefret ettiğim her şeyin bir temsili oluveriyor. Cahil, devletin ona izin verdiği yere kadar düşünen, konformist ve sokakta gördüğü insanların kadın ve erkek olduklarını bilmenin kendi görevi olduğunu düşünen biri bu. Röportaj yaptığı homoseksüellere ise "Allah'ınıza ne söylemek isterdiniz?" gibi aptal sorular soruyor. Karşılığında ise "Bizim gibilerden yaratmasın çok büyük sorunlar yaşıyoruz." gibi cevaplar alabiliyor. İnsanın içi burkuluyor.

Bu kliniğin başındaki doktora ise erkeklerin transeksüellerde ne bulduğu soruluyor. O ise Lacan'ın "Kadın yoktur"una gönderme yaparcasına, "Bu kızlar, kadınlardan daha kadın. Daha iyi ev işi yapıyorlar, daha süslüler" gibi "daha"lı betimlemelerle açıklıyor durumu. Zizek izlese ne derdi bu filmle ilgili acaba diye düşünüyor insan o anda.

Filmde beni en şaşırtan şeylerden biri ise transeksüel olmak isteyen homoseksüeller kendilerini gaylerden ayırıyorlar ciddi şekilde. Evet mutlaka bir ayrım vardır. Homoseksüel tercihlerindeki değişikliği cinsiyet değişikliğine gerek duymaksızın erkek olarak yaşamayı tercih ederken, transeksüeller gerçekten de kadın olmak istiyorlar. Yalnız birbrleri arasında "Ben homoseksüellerle konuşmam bile" gibi sözlerle bir hiyerarşinin varolması insanı şaşırtıyor zira bu insanlar diskriminasyonun ne mene bir şey olduğunu biliyorlar ama kendi aralarında dahi bunu yapıyorlar. Ben bunu yine dine bağlamak istiyorum izninizle. Tam bunu yaparken ben, içimden hiç de hoş sözler geçmiyor olduğunu bilmem söylememe gerek var mı?



1 sene sonra Negar ve Anoosh'un hayatlarına bir göz atıyoruz son olarak. Ailesinin desteğini alan Anoosh hayatın ona gösterdiği yollardan gittiğini ve erkek arkadaşını çok sevdiğini (her ne kadar o uzak dursa da) ve üniversiteye gidip mühendis olmak istediğini söylüyor. Mutlu çünkü önünde umut dolu olasılıklar var ve hiç bir olasılık da bir uçurumun köşesine götürmüyor gibi onu. Tam istediği şeyi yani kadın olmayı sonuna kadar yaşıyor ve devlet onu artık onun tercih ettiği gibi bir kadın olarak tanıyor. Daha ne olsun tabii...

Negar'ın (yani Ali'nin) arkadaşı -bu konuda bilinçli açıklamalar yapan şu arkadaştan bahsediyorum- hala hayatına olduğu gibi devam ediyor ve ailesinin onu reddetmesine dayanamayacağını ve tüm o acılara ve kadın olmaya değmeyeceğini söylüyor.



Negar ise kendisi gibi transeksüel arkadaşlarıyla kaldığını ve ailesinin onu reddettiğini söylüyor. Ne iş yaptığı sorulduğunda ise transeksüel olduğu için birkaç saatliğine hatta bazen 20 dakikalığına erkeklerle imam nikahı kıydıklarını ve bu şekilde kendini satarak para kazandığını söylüyor. Sevgiyle ilgili sözleri çok dokunaklı; burada yazamayacağım kadar yoğun ve ağır. O yüzden bu kısmı izlerseniz görürsünüz diyorum.

Film bittikten sonra ise salondan aşağıya inerken Türkiye'de yaşamakla ne kadar şanslı olduğumuzu ifade eden cümleler dökülüyor bazılarının ağzından. Benim ise kulağımda filmde geçen bir cümle kalıyor:

"Avrupa'da bu işler biraz farklıymış, insanlar oldukları gibi yaşayabiliyormuş diye duyduk ama bilmiyoruz..."

Çarşamba, Mart 04, 2009

Löyst

Lost üzerine bir şeyler yazmanın artık safça bir salaklığın göstergesi olduğunu düşünmeme rağmen bunu yazmak istedim.

Az önce kızkardeşime "Aaa yarın sabaha Lost izleyeceğim" derken kocaman bir gülümseme oluştu yüzümde. Sonra hemen ardından "Eğer bir gün sevgili istersem bana Lost gibi beni seneler sonra hala heyecanlandırabilen bir sevgili versinler" dedim. Sonra da Lost'un bu insanı salak yapan, giderek zorlaşan ve tam da travis'in kendi blogunda dediği gibi "sorunlu bir kanka" hissiyatı verdiğini ve aslında Lost'un heyecanı sürekli problem çıkarmasındaymışmış, onu farkettim. Sonra da bu zamana kadar hayatıma girmiş önemli ve beni altüst etmiş birkaç insanı düşündüm. Kendi kendime salağım hakkaten dedim zira geçmişimi düşününce belli yerlerde ve durumlarda Lost bölümü izlemişçesine heyecanla yorumlamışım bazı şeyleri ve hiçbir zaman dediklerim çıkmamış. Veya dediklerim çıkmış gibi olmuşmuş ama hiç de aslında öyle değilmiş, sonunda görmüşüm. Yani an itibariyle anlamış bulunmaktayım ki Lost bölümlerinin benimle olan ilişkisi ve benim bu zamana kadar pek sevdiğim bu birkaç insanın benimle olan ilişkisi pek bir paralel.

Ama tabii iyiye yormak lazım zira artık Lost izleyip gülümsüyorum "Aaa süpermiş bu bölüm" diyorum ve üstüne düşünmüyorum. Sanırım arıza ve sürekli sorun çıkaran insanları da hayatımdan teker teker elediğim bu bir sürelik hala devam eden zaman içinde epey bir aşama kaydetmişim çünkü artık hiç kimse için "Hayvan gibi problemli bi kanka gibi girdi hayatıma" demek istemiyorum. Ben sorun çıkarmayacak bir ruh haline gelene kadar bekliyorum. O zamana kadar bana yine aferin. Bugün kendimi çok tebrik ediyorum. Öpüyorum.

Charles Darwin's views on religion - Not Sure About The Former



Dayanamadım ve facebook'taki album art furyasına ben de katıldım. Ha nasıl oluyor da yapılıyor bu diye sorarsanız anlatayım hemen. Önce Wikipedia'da random article'a basılıyor. Ordan grup ismi çıkıyor. Sonraki adım ise random quotelar. Quotations page diye bir site var ordan yine random olanından seçilip sayfa sonundaki son quotationın son 4-5 kelimesi albümün adı oluyor. Son olarak flickr'da yine random seçeneği kullanılarak gördüğünüz üçüncü resim album kapağı oluyor.

Benim grubun adı: Charles Darwin's views on religion
Albümün adı ise: Not Sure About The Former
Kapakta ise bu resim çıkıverdi şansıma. Pek bir sevdim. Hemen birbilerine ekledim Picasa kullanarak, renklerdi, efektti, yazıyı oturtmaktı, fontu seçmekti -ki kolay oldu hemen Helvetica'ya gidiverdi elim- derken facebook'a koydum bunu. Sonra şimdi buraya da ekleyeyim dedim.

İyi ettin. Aferin.

PS: Kardeş gruplar olursa haberim olsun, çok eğlenceli buldum bu olayı nedense. Sanırım gerçeğine hep sahip olmak isteyip hiç olamayacak olmam gerçeğini bir tarafa atıp fantastik bir yerlere götürdü bu oyun beni. Oyuna da aferin o zaman.

Envisioning 2019

<a href="http://video.msn.com/?mkt=en-GB&playlist=videoByUuids:uuids:a517b260-bb6b-48b9-87ac-8e2743a28ec5&showPlaylist=true&from=shared" target="_new" title="Future Vision Montage">Video: Future Vision Montage</a>

2019'a dair Microsoft öngörüleriymiş bunlar. Bir yerde rastladım. Eğer 10 sene sonra bunlar olacaksa önümüzdeki bu süre boyunca uyumayı ve gözümü 2019'da açmayı tercih ederim çünkü eğer 10 sene daha yaşarsam o zamana kadarki teknolojik ilerlemeyi "gradually" deneyimlemiş olacağım için bu videoyu izlerken olduğum kadar heyecan yapamayacağım.

Eğer cidden böyle olursa ilerde bir on seneye kadar, her şeyin multi touch ekranı olacak. Her şey wireless ile internete bağlanacak. İnsanlar ellerini değil de birkaç parmak ucunu kullanmaya alışacağı için, kaslarımız pişmaniyeye dönecek. Oturduğumuz yerden tüm düyayı parmaklarımızda oynatacağız ama iş harekete geçince çuvallayacağız. Hafızamızı kullanmak durumunda değiliz çünkü her şey Google'da var ve elimizdeki ufak bir karttan bağlanabiliyoruz internete. Hafıza denen şeyin önemi kalmadığından, bilgisayarların söylediklerine göre hareket edeceğiz. Arabada giderken kaybolduk diyelim -ki arabayı insanın sürüyor olacağından da şüpheliyim ama- hemen gir Google Map'e ordan yolunu bul. Şimdi bile var bu teknoloji kaç yıldır. Geçenlerde de B. kadın ve erkeklerin beyinlerini kullanış yönünden ayrılıklar gösterdiğini ve bu ayrılıklara göre erkeklerin yer yön konusunda daha başarılı olduğunu anlattı. Oradan bir çok şey konuştuk vs. Ama eğer durum buysa erkeklerin yer yön duygusunu kaybetmesi demek kadınlardan beyinlerini kullanış bakımından ayrılmalarının sonu demek olacaktır gibi düşünüyorum. Benim gibi yer yön kabiliyeti fetişisti kadınlar için vahim bir durum.

Pek bir Wall-E olduğunun farkındayım bu dediklerimin ama insan hak vermeden duramıyor. Bu duruma dair Divina yorumu sanırım. Diğer taraftan ise daha hızlı ve daha kolay bilgiye ulaşabildiğimiz için belki de her işimiz daha kolay biteceğinden keyifli vakit geçirmek ve sağlığımıza dikkat etmek için daha fazla zamanımız ve imkanımız olacak. Bu da Pollyanna yorumu -ki hazzetmiyorum kendisinden de yorumlarından da. Ama olsun; sonuç olarak yarına masamda istiyorum 2019'u ona göre.

Sünüs

Sinüzitten ölen ilk insan olacağım herhalde.

Biliyorum çok sıkıcıyım ama başka şansım yok maalesef.

O yüzden uyku.

Pazartesi, Mart 02, 2009

"Your health throughout life has been either very good"

Şu başlık var ya; nasıl yalan of off...

Bugün Cepa'ya gitmemiş olmam çok güzel çünkü son beş günümü orada geçirdim, daraldım. Dün Synecdoche New York'a gittik. Hayatımın filmleri listesi gibi bir şey yapsam ilk sıralardan girecek bir filmmiş. Ayrıca yazasım var hakkında bir şeyler ama şimdi değil çünkü şu anda en büyük "baş"belam sinüzitle cebelleşmekteyim ve hasta olmamak için elimden geleni ardıma koymamaktayım. O yüzden kendimi çok yormadan iki satır bir şeyler yazmak istedim.

Bu beş gün boyunca izlediğim filmlerden Uprise ve Lynch üzerine olan o belgesel beni hiç tatmin etmedi. Lynch'le ilgili olan had safhada sıkıcı ve anlamsız detyalara sahip, Uprise ise izlerken beş defa "çıkalım mı artık" dediğim bir filmdi. Tüm bunlarla ilgili aha güzel şeyler yazmak istiyorum o yüzden filmlerle ilgili susuyorum şimdilik. Love seatlerde oturmak güzel ve rahatmış bir kere onu öğrendik. Bir daha uzunca bir süre Cepa'ya gitmek istemiyorum. Peppermill'den, Burger King'ine, Kuki House'undan Schlotzsky'sine kadar her köşesinde anılarım oldu artık. Şu anda mağazaların vitrinlerine kadar anlatabilirim.

Şimdi az biraz ateşim olduğunu farkettiğimden, kısa süre içinde kendimi uyku moduna geçirmeyi düşünüyorum. Yukarıdaki başlığın devamında bir de şöyle bir şey söylemiş astrocum benim için: "or you have had the capability of quickly recovering from illness."

Görelim bakalım.