Pazar, Mayıs 04, 2008

"Try to save your house, try to save your songs..."

Nada'nın fındıklı votkası Otto'nunkini dövermiş; iki gündür anladığım şey bu. Sevdim bu mekanı. Her haftasonu uğramayı ve o fındıklı votkadan birkaç shot içmeyi düşünüyorum artık.

Bugünkü maceralarımıza C. isminde biriyle tanışmak da varmış. K. ile otururken kuzenime feci halde benzettiğim bu adam bir beş dakikalığına uğradı. Sonra geldiği gibi kalkıp gitmek zorunda kaldı. Oradan Nada'ya geçtiğimizde Muzo da bize katıldı. Bizden sonra geldi gerçi o. Bu gibi mekanlarda son 5-6 senedir hip olan bir şey de eski moda koltukları bordo renkli hoş kumaşlarla -özellikle kadife tabii- kaplayıp gayet işlevsel olarak dekore edilmiş olan bu mekanların bir köşesine koymak. Normalde bu gibi eğlence yerlerinin müşteri kitlesi genç insanlar ve genelde içeride çalınan müziği de düşünürsek, biraz daha müziği takip eden, giyimlerinde genelde alternatif tarzlar deneyen insanlar. Bu gibi insanların böyle koltuklarda oturması normal şartlarda anneanne-dede evlerinde oluyor ve bu insanlar genelde bu mekanlara giderken giyindikleri kıyafetlerle o yaşlı evlere gidemiyorlar. Sanırım bu mekanlarda bu tür dekorasyonun tercih edilmesinin ve bu mekanlara gidildiğinde bu koltukların insanlara özellikle çekici gelmesinin nedeni de, üzerinde son moda kıyafetler ve umursamaz tavırlarla, istedikleri müziği dinledikleri bu yerde eskiden kalma bu koltuklara oturarak içkilerini rahat rahat içebilme olasılıkları. Pek kitsch, pek postmodern.

Çeşit çeşit listeler çıkarma fikri bugün daha da çekici gelmeye başladı. Amaç belli kriterlerle değişik alanlarda listeler çıkarmak sonra o listeleri aşıp gitmek. Listeleri olan ve yeri geldiğinde tıkır tıkır bu listelere göre kriterler belirleyen, beğenilerini ve beğenmediklerini insanlara anlatanlar bana hep çok önyargılı gelmiştir. High Fidelity adlı filmi de hem güzel listelere sahip olması için sevmiştim, hem de listelerle konuştuğu için sevmemiştim. Liste çıkarıp o listeleri yenilememek, o listeleri tersyüz etmedikten sonra ne anlamı var ki onların.

Her gün o günden dilediklerimi bir sonraki güne bırakıyorum. Bugünden dileğim Zero 7'ın Somersault'unda ayan beyan söylenmiş aslında varolan bir şey olarak. Öyle bir şy var mı bilmiyorum ama olmasını öyle çok diliyorum ki, öyle çok.

O bir yana, Thom Yorke'un The Eraser albümüne bir türlü kendimi verememiştim. Kendi halinde nedenlerim de vardı hani. Ben daha albümü keşfetmeden eski sevgilim E.'ın arabada delice bu albümü dinlemesi, Radiohead ve bir çok sevdiğim grup konusunda öncekileri sindirmeden yeni albümleri dinlemeyen beni bu duruma maruz bırakması epeyce itmişti beni tüm şarkılardan, söyleyeni ve yaratıcısı Thom Yorke olmasına rağmen hem de. Geçende yine açtım dinledim bir. Kendi halimde bu sefer. Cymbal Rush'ın meftunu oldum. Zaten pek çaktırmıyordum ama E. dinlerken de hep bu şarkıyı çalıyordum araya girip. Sözleri ve müziği apayrı bir şarkıymış gerçekten de. Bazı şeylere değer vermem için önce onlara gelmeden aşılması gerekilen durumları aşmam, o durumlarda deneyimleyeceğim her şeyi sindirmem gerektiği gibi bir izlenime nereden kapıldıysam doğru kapılmışım. "Son dakika! The Eraser güzel bir albümmüş arkadaşlar; dinleyebilirsiniz artık!" Saçmalıyorum, evet.

Cymbal Rush demişken ve sözü de uzatmışken, hemen rhb'ın yolladığı bir videosunu buraya koyup, saklanıyorum yorganımın altına güzel geçen bugünün sonunda. Hem şöyle demiş Thom'cuğum:

"no more conversation
no more conversation
you shoulda took me out when you had the chance
you shoulda took me out when you had the chance
all the rooms were numbered
and the losers turned away
don't turn away
don't turn away"

02:16'daki Thom'un gülüşü o kadar güzel ki öyle bir gülüş için gerekli hissiyata en son ne zaman sahip oldum hatırlamamaktayım. En kısa zamanda umuyorum ki...

0 saçmalayan daha çıktı: