İnsanın içinde arada hayatın gidişatına kapılıp hissetmediği boşlukları vardır ya hani...
Arvo Pärt onları o hengamenin içinde öyle bir hissettiriyor ki, bazen ondan başkası kesmiyor. Açıyorum Cantus in Memoriam Benjamin Britten'ı. Sessizce başlıyor her şey. Farkında bile olmadan. Sonra yavaş yavaş ilerliyor. Sigur Rós'un bu adamdan etkilendiğini duyduğumda hiç şaşırmamıştım zaten. Gülümseyerek, "biliyordum" demiştim çok iyi anımsıyorum. Yaylılar giriyor devreye sonra, çan sesleri arada yankılanıyor içinizde o boşlukların her zerresini hissettirecek kadar yayılıyorlar... Birer birer hiç de yaşanmayan, yaşansa gerçek olmayacağını bildiğiniz ama illa ki olsun istediğiniz o uç noktaları arıyorsunuz... Ama hayır... Vermiyor size istediğinizi. Gittikçe yükselen sesten başka bir şey yok onun müziğinde. Sadelik ve ortalarda gezinmenin tepe noktasındaki güzellik var. Aralarda heyecanlanıp "Evet, o an bu" diyorsunuz ama hayır... Tabii uçlarda yaşarsak acımızı daha çabuk tüketiriz ya. 9 şiddetinde depremler olursa içimizde mesela 10 saniyelik, o 10 saniyede tüm gerginliğin gideceğini bilerek o depremi bekler dururuz. O ana kadar içimizde ufacık sarsıntılara yer bile vermeyiz. Yok işte Arvo'nun müziğinde bu. Her şarkı orta şiddetli bir deprem. Bazıları koskoca altı dakika on bir saniye sürüyor, bazıları sekiz dakika on altı saniye... Onlar sonlanana dek o depremlere katlanmak gerekiyor. İnsanın bacağını tatlı tatlı kaşırken artık acısa bile kaşımaktan aldığı hazzı sürdürmek için acıya katlanması gibi... Sarsıntılar sonlanınca sanıyorsunuz ki hiçbir şey tam olarak yıkılmayacak ve yıkım olmadıkça da yerine yenileri inşa edilmeyecek. Sallanırken sizle beraber her şey, sıkıntısını yaşıyorsunuz bu tatminsizliğin. Halbuki öyle değil... Tam da böyle uzun süren orta dereceli bir depremle yıkılır yıkılması gerekenler. Hangimizin kırık dökük ilişkileri çok büyük nedenlere ihtiyaç duydu ki sonlanmak için... Bir anlık bir kırılma, ufacık bir söz, saçma sapan bir bakış ama hepsinin ardında zamana yayılmış ayrı ayrı detaylar silsilesi... Bu kadar ortalama şeyler yetiyor gereken yıkımın gerçekleşmesine...
Biri altı dakika on bir saniye, diğeri sekiz dakika on altı. Biri Benjamin anısına, birisi ayna içindeki aynaya... İkincisi için şöyle demişim sözlükte, özlemenin ne demek olduğunu anımsadığım ama yine de güzel olarak hatırlanan bir günün geceyarısında:
"düşünce ve hislerin kenarına köşesine değmeden sizi tam olmanız gerektiği hale getirebilen arvo pärt şaheseridir. sade ve yalın tınıları ve dengeli iniş çıkışlarıyla kendi kendinize sağlayamadığınız iç dengenizi sağlamanıza en büyük yardımcıdır. tarafımdan birpazaröğledensonrasıhuzursuzluğuvaktinde, yanyanayken yalnızlığını özlemeyen iki kişi olarak, karşılıklı bakışarak dinlenmek istenendir."
Bense şu anda Spiegel im Spiegel dinlerken, yalnızlığımı özlüyorum tek başıma oturduğum yerde. Artık o son cümlenin gerçekleşeceği zaman, öyle bir kişi diye bir şey varsa, her "mucize" dediğimde aklıma geliyor o an. Eskiden yalnızken bile yanımda olan melek diye bilinenler hayalete dönüşüyor bazen. Etrafımda dolanıp duruyorlar. Dolanırken elim ayağım buz kesiyor. Bir Mayıs gününde battaniyeme sarınıyorum. Kulağımda on altı dakika yirmi iki saniyelik Silentium, sallanarak uykuya dalmak için odama doğru ilerliyorum...
sesli meram 489 -- վիճակվել
2 gün önce
0 saçmalayan daha çıktı:
Yorum Gönder