Shoegaze denen müzik türünden oldu bitti apayrı bir zevk almışımdır. Aklıma son zamanlarda Shoegaze dendiğinde ilk olarak bir Red Sea'si geliyordu Asobi Seksu'nun, bir de Ulrich Schnauss'un Look At the Sky'ı geliyordu. Az önce de Last.fm tavsiyelerinden Film School'u dinledim. Duymuştum gibi geldi bir yerlerden ama emin de değilim bundan. Dinlemeye başladım epeyce hoşuma gitti ki hemen birkaç kişinin kapısını tıklattım, alın yeyin dedim. Robert Smith'e benzer bir sesi var solistin. Pitchfork da grubun 2006'da çıkan Film School albümüne 6.9 vermiş. Ben de 7.5 falan verirdim herhalde. Ne demekse artık bu puanlama da...
Dün sarı saçlı bir anime kızının doktordan lenfoma denen hastalıkla ilgili bir şeyler duymuş olması, içimi epey bir sıkmıştı. Bir şeyler yazacaktım ama gerçekleşmesinden korktum. İyi ki yazmamışım. Sadece şüphe olarak kaldı ve gerçekleşmedi. Mutluyum.
Spora büyük bir kararlılıkla gidiyor olmam mutuluk verici bir gelişme hayatımda. İki gün gidip bir gün bekletiyorum kendimi. Biraz dinleniyorum sonra yeniden başlıyorum. Aferin bana.
Birinin status update'i oldum. Ne yapıyorsa o anda bana söylüyor. Ona söyledim "Yok efendim" dedi. Peki.
Rüüü geliyor bu haftasonu umuyorum ki. Haftanın liseli aşıkları olan Muzo ve Rüüü'yü kutluyorum ayrıca. Bu durumu kutlamak için Cumartesi Nada Shot'lar devrilecek tam da Muzo'nun dediği gibi.
Arada Lost'la ilgili bir şeyler geliyor aklıma. Bu dizinin ne kadar postmodernizm dolu bir dizi olduğu üzerine kitap yazılabilir her ayrıntısıyla. Bir ara Ihab Hassan'ın şu meşhur postmodernizm tablosuyla Lost'u açıklamak gibi bir isteğim var. Umuyorum ki o ara yakın bir aradır.
Sigur Rós yeni bir albüm çıkarmış; adı da "með suð í eyrum við spilum endalaust". Anlamı ise şu: "with a buzz in our ears we play endlessly"
Hakkında bir şeyler yazasım vardı ama artık yok zira boşluklar benden önce doldurulmuş ben farkında değilmişim. Hiç hazzetmedim bu durumdan ama neyse...
Buradan e-mailınızı verip çıkış şarkılarını indirebiliyorsunuz. Videolarını da tabii. "Gobbledigook" hakikaten de isminin anlamı gibi bir hengameli, tamtamlı bir şarkı. İlginç olmuş. Hemen albümü dinlemeyi ve bir yerlere haklarındaki ilk albüm yazısını yazmayı çok istiyorum.
Bugün güzel bir şey yaptım ve spora başladım. Poposunu alışveriş ve iş dışında hiçbir şey için kaldırmayan ben için fazla olan 5-6 kiloyu vermek için harika bir fırsat yaratmış oldum. Çok sevdim iki saat içinde yaptığım her hareketten. Böyle böyle alışıp, hayatım boyunca bir rutin haline gelebileceğini şimdiden hissediyorum bu spor işinin. Gururluyum.
Bugün U. ile oturduk sohbet ettik bol bol. Ben konuştum gerçi duraksız şekilde. Bir sonraki sefere de o konuşacak ben dinleyeceğim zevkle. Bugünkü konuşmamıza sponsor olan Sunrise Merlot Chile adlı şaraba teşekkürlerimi sunuyorum.
Sigur Rós'un Heima adlı dvdsini almıştım da bir türlü tam olarak izleyemedim. Güzel zamanlar için saklıyorum sanıyorum kendisini de. O güzel zaman geldiğinde baştan sona hatmedeceğim biliyorum.
Onun dışında yazacak pek bir şeylerim yok şimdilik. Yine hissetmeden yaşadığım bir dönemdeyim. Geçen gün aptal bir adama "numb" hale geldiğimi söyledim bir şeyle ilgili. O da anlamadı ben de sondaki "b"yi vurguladım. O da o sonraki "b"nin söylenmediğini söyledi. Allahın belası anlamıyor ki tabii o anlasın diye "numbbb" dedim. İyi ki düşüncesizce dürüstüm (sanırım patavatsız deniyor benim gibilere) hemen söyledim bunu ona. Güldü aptal. Yanlış anlaşılmasın bu konu değil sadece, kendisine aptal dememi sağlayan... Yüzlerce ayrıntı var ama tek birine bile değinmeye değmez.
Eurovision var tv'de. arada bakıyorum ama sürekli dinliyorum puanlamayı. Mor ve Ötesi denen grubu sevmiyorum zerre kadar. Bu yarışmayı da kaale almayalı yaklaşık bir 13-14 sene oluyor zaten. Trt'nin sunucusu her kim ise her zamanki gibi absurd yorumlarıyla gecemi şenlendiriyor. Yok İsveç'in sunucusu sarhoşmuş, yok Baltık ülkelerinden bize puan hiç gelmezmiş, yok efendim normalmiş zaten komşunun komşuya puan vermesi. Hayır nasıl bu kadar ciddiye alabiliyorlar veya ciddiye alıyor gibi yapabiliyorlar bu işleri. Mesela kim Türkiye'den Azerbaycan'a puan verir, neden verir de 12 puan alır onlar... Anlamsızlık diz boyu. Aman ya. Yatayım artık daha da anlamsızlaşmadan bir şeyler.
Aldıktan sonra da ilk Björk dinlediğim zamanlara gittim. Hayatımın yarısı bu kadını dinlemekle geçmiş onu farkettim; şaşırdım. Hoşuma gitti kendisini görecek olmam. Gerekirse Kuruçeşme Arena önünde kamp kurarım olabilecek en yakın yerden görebilmek için kendisini. Bu zamana dek sözleri ve ifade şekliyle kendisini İzlanda şubem olarak bildiğim bu küçük kadını dinlerken nasıl bir şekil alacağımı merak ediyorum.
Aklımda başka fikirler de var ama buraya yazmayacağım ki planlarım gerçekleşsin. Öğrendim ki ne kadar çok insanla paylaşırsam planlarımı, o kadar gerçekleştiremiyorum. Efterklang-Kloy Gyn dinlerken şimdi, bu şarkıyı dinlerken ne çok plan yapmış olduğumu da anımsıyorum bir yandan ve sonra o planların, hayallerin nasıl da suya düşmüş olduğunu... "Orada burada anlatırsan, dayanamayıp konuşursan olacağı buydu zaten; biliyordun" diyorum içimden kendime. Kilit takmalıyım ağzıma, ellerime, ayaklarıma bazen.
Kloy Gyn sonunda Antitech gelir. Birbirini tetikler durur bu iki şarkı. Antitech'i dinlerken, sözlükte başlığına sözlerini çıkarıp yazdığım an geldi. Neyse... Hiç girmiyorum böyle şeylere. Hemen bu döngüye dahil etmek için sizi şuralara buyur ediyorum o halde:
... kimler, neden Imagine Room'u takip ediyor. Garip geliyor buraya yazdıklarımı tanımadığım insanların okuyor ve hatta bazılarının takip ediyor olması. Bir ortaya çıksanız da merakımı giderseniz ne güzel olurdu diyorum ve Top Gear'ıma devam ediyorum.
Mayıs ayında ortaya çıktığını, en azından çıktığını farkettiğimi söylediğim o koku dışında bana bahara girdiğimizi ve hatta yaz aylarının epeyce yakın olduğunu hatırlatan bir başka şey de hemen yanımızdaki apartmandaki komşumuz. Kendileriyle tüm sonbahar, kış ve hatta ilkbaharın ilk iki ayı boyunca bir kez bile iletişim kurmazken Mayıs'ın ikinci yarısından itibaren güzel havalarla başlayan balkon sefalarında birbirimize gülümsüyoruz; hal hatır soruyoruz. "Ah çok zayıflamışsın" "Kızınız ne yaptı geçen sene ÖSS'ye girmişti" (evet, ÖSS'ye girdiğini bilip nerede okuduğunu tüm bu aylar boyunca sormayıp, yazın bir sene geçmişken sormak iki tarafa da garip gelmiyor; işin garip tarafı da bu sanırım) şeklinde cümleler sarfediliyor. Tabii balkonlarımız da birbirine epeyce yakın olunca, hiç garipsemiyoruz oradan oraya konuşmaya. Elimizde olsa birbirimize çay kahve ikram edeceğiz.
Güneş tam da gözüme gözüme girerken, bu ay balkonda keyif yapmayacağımı farkettim az önce. Geçen sene gecenin bir yarısı dünyanın bir ucuyla tam da artık dünyanın bir ucunda olmayacağımız zamanın başlangıcında iletişim kurduğum bir an gözümün önüne geliyor. Sanırım benim sorunum da bu diyorum. Bir şeyi çok seviyorsam, tüm boşluklarıma yayıyorum, sonra o şeyi sevmemeye başladığımda yayılanları temizlemek beni bile aşıyor. Taa ki o şeye karşı duyduğum sevgiden daha fazlasını başka bir şeye hissedene kadar... Şu aralar da kendimi kendi halimde bıraktığımdan normal dışı olan ne varsa devredışı bırakmış durumdayım. Normale gerçekten de ihtiyaç var.
Bu lafı söyleyince de Coldplay'in o çok güzel ilk albümünden (Parachutes) We Never Change geliyor aklıma... Sonra açıyorum dinliyorum. Bir sigara yakıyorum. Yok öyle bir şey anla artık diyor bu yazıya son veriyorum.
Bir şeyler yapıyorum sürekli. Durmaksızın bir aktiviteye, kafamı meşgul edebileceğim bir şeylere ihtiyacım var. Düşünmemek için, hissetmemek için yapıyorum hepsini biliyorum. Mesela yemek yemek istemezken, sırf o sırada kafamı meşgul tutmak için yemek yapmaya başlıyorum. İş yeme kısmına gelince her şey çöpü boyluyor. Böyle anlamsız işler peşindeyim hep.
Sonra günün sonunda bedenim yorgun kalmış bir halde oturuyorum. Tüm gün yorulan bedenimle, artık ne yeni bir aktivite bulabiliyorum ne de bulsam da onları yapacak enerjiye sahip oluyorum. Sonra aklım tıkır tıkır başlıyor çalışmaya. Uyumak istiyorum bazen sorunsuzca. Bedenim yatakta dönüp dururken, aklım gün boyunca neredeyse hiç yorulmadığından ayık bir halde işkence çekiyorum. Kalkıp bir film izleyeyim diyorum. Filmi izlerken aklıma doluşan her şey, his yoğunluğu ve akabinde his patlaması ile geri dönüyor bana. Sürekli pms modunda dolaşan bir kadın oldum çıktım diyorum kendi kendime çünkü en olmadık şeye gözlerim dolabiliyor. Sinirim bozuluyor. Bir anda gözlerimden Japon çizgi film karakterleri gibi yaşlar fışkırıyor. Tutamıyorum. Sonra o sırada çalan telefon veya kapıyla kendime geliyor. Olanca normalliğiyle devam ediyorum hayata sanki birkaç dakika önce tüm bunlar yaşayan ben değilmişim gibi.
Ne zamandır hislerime dokunabilen yeni bir şeyler dinlememiştim ta ki az önceye kadar. Aslında yapmamam gereken bir şeyi yapıp bu şarkıyı buldum. Şarkının adı bende kalsın, kimseyle paylaşmak istemiyorum şu anda. Bu şarkıyı ben dinlerken neler düşünüyorum, düşündüklerim dinlediğinde neler düşünüyor bir bakıyorum. Ortaya çıkan sonuç sinirlerimi hala bozabiliyor. Buna canım apayrı sıkılıyor zaten. Garip bir loop'a girmiş bulunmaktayım.
Bugün tam da film izlerken pencereden içeri giren Everything In It's Right Place ile irkildim. Dışarıda birisi sonuna kadar açmıştı sesini belli ki. Hemen kafamı uzattım, belki anlarım nereden geldiğini sesin diye. Buralarda birinin bu şarkıyı böylesine dinleyebileceği fikri çok garip geldi sanırım. Tam o sırada, burnuma en son geçen Mayıs aldığım "bahar" kokusu geldi. Bir an sonra geçen Mayıs'ın hatıraları geldi. Anladım ki bu kokuyu hiç de özdeşleştirmemem gereken şeylerle kaydetmişim aklıma. Bu kokuyu acilen daha sağlam şeylere bağlamam lazım çünkü epeyce bir süre bu koku olacak etrafta.
Bunlaar dışında iyilik güzellikti tüm hafta. Dün eğlendik U. ile. Şarkılar söyledim. Nada'ya gittik sonra. Bugün sabahki hangover'ın etkileri hala sürmekte sanırım. Üstüne evde hala bir şeyler içiyorum. Yarın sabah İ. ile brunch yapacağız. Yine iyilik güzellik olacak umarım.
Dersim için bir şeyler hazırlarken pencereden içeri giren koca bir arıyı, inatla öldürmedim. Dışarı çıkması için ona gazeteyle yardımcı oldum. Kedim Paul'u bile odadan çıkardım ki bir şey yapmasın hayvancağıza diye.
Eskiden olsa ne yapardım... Paul'u üstüne salabilirdim nasıl da oyun oynayarak onu öldürdüğünü izleyebilirdim veya o gazeteyle korka korka öldürmeye çalışırdım. Aferin bana. Babam gibi oldum sanırım sonunda.
Günün şarkısıysa The Ting Tings'ten gelsin o halde: Great DJ
Herkesin The Ting Tings dinlemesini istiyorum (tavsiye #1). Yarın akşam Dj'imiz Nada'da Great Dj çalsın ve onu en iyi ilan edeyim diyorum... Hiç sanmıyorum ama bakalım.
Bugün yoğun bir gün değildi ama sanırım aklımdaki yoğunluk yetmiş olmalı ki yorgun hissediyorum kendimi. Tüm gün sürekli sözünü ettiğin grubu dinledim, insanlarla konuştum arada Zeitgeist The Movie'yi izledim. Komplo teorilerindeki ortak noktaların hemen hemen hepsini bu filmde görebiliyoruz. Zira tümdengelimci bir tavırla böyle işlere girişen her yapım, kitap, düşünce beni komplo teorisi fikrine ittiği için, söylenilen şeyleri fantastikliği ve aklın ve hayalgücünün sınırlarını göstermesi anlamında çok beğenip bir kenara "zaman geçsin, akalım ne olacak" diyerek yerleştiriyorum. Aslında azıcık dünyanın şu haline kafa yormuş bir insanın düşünebileceği her şey var filmde de. Üstüste koyulan tüm bilgiler gerçekten de izleyiciyi gelinmesi gerekilen noktaya getiriyor. Bazı yerlerde kocaman kocaman açıyorsunuz gözlerinizi ve hatta bir an bile sıkılıp da "bu ne ya" diye hevesiniz kırılmıyor. İzleyiniz (tavsiye #2).
Geçen gün sabah 07:30'da alarmla bölünen ve yarım kalan rüyamda söyleyeceğim şey uyanırken aklıma gelen ilk cümle olarak günüme anlam kattı. Şöyleydi:
"Senleyken başka birinin kalıntılarının yükü vardı, benim mutluluğumu çalıyordu. Şimdi yine senleyken, o kadar zaman geçmişken, şimdi kimin çalınmış mutluluğunu yaşıyorum acaba?"
Bu cümle üstüne hiçbir şey yazmayacağım. Kendi kendini açıklayan bir cümle olmasının yanısıra hakkaten de artık sinirimi bozan gereksiz bir hadise üzerine hatırlanmayan ama ne çeşit olduğu az çok anlaşılabilir olan sözkonusu rüya, artık hatırlanmadığı için mutlu bile etti beni. Bir gün belki bir yerde kullanmak isterim diye hatırlatma yapayım dedim burada kendime yine. Siz de yapın böyle hatırlatmalar; arada dönüp bakınca blogların işlevselliğine hayran kalıyor insan (tavsiye #3).
Yarın güzel bir gün olacak. Boş bir sabah, akşama doğru iş güç, sonrasındaysa eğlence. Üçü bir arada. Yarın Minna's ve Nada'ya gelsin herkes (tavsiye #4).
Bir de bugün içimdeki hastalıklı yerleri iyiden iyiye kazımaya başladığımı farkettim. Daha ne olsun? (Yazarın kendine tavsiyesi: Go Girl!)
ps: Rüüü, buraya gelmelisin (tavsiye #5). Ay lav yu!
Erased de Kooning ile ilgili bir yazıyı henüz yazmışken garip geldi bu haberi okumak. Kendisini Soyut Dışavurumcuların aşkın tavrıyla dalga geçen 1955 tarihli "Bed"iyle anmak istediğimden buraya bir yazı daha ekleyeyim istedim. Rothko ve arkadaşları bu delice Dada kokan yatağı gördüklerinde uğradıkları şok ve hissettikleri karışıklık tam da onun istediğiydi. "Sizin içinizden anlamsız çizgiler, renkler çıkıyor olabilir ve böylece aşkın hisler içine girebiliyor ve hatta insanları da bu yönde etkileyebiliyor olabilirsiniz; fakat benim içimden ancak bunlar çıkıyor" diyerek etkisi bir çok insanı çevrelemiş kendisinden önceki bu akımla epeyce dalga geçmiş ve türlü türlü vücut sıvısına ve boyaya buladığı bu yatağı çıkarmış ortaya. Bir nevi kişisel portre olduğunu düşündüğüm bu yatağı buraya koyarak kendisini her 12 Mayıs'ta bu post'u bir kez okuyarak anmayı düşünüyorum.
Midem bulanıyor bazen bazı şeyleri düşündükçe. Nasıl olabilir diye düşününce aklımın almadığı, insan doğasının kontrolsüz halde aldığı şekil, o karanlık noktalar midemi bulandırıyor. Hiç bir zaman bu kadarına şahit olmamıştım sanırım. Bu kadar karanlığına maruz kalacağımı, bu kadar karanlığın beni bu hale getirebileceğini hiç düşünmemiştim sanırım. Zaten başıma ne gelirse böyle absurd rahatlığımdan, insanlarla tanıştığımda ve onları hayatıma alırkenki kriterlerimin içinde "güven" kelimesinin anlamının olmayışından, herkesi "niye bana kötülük yapsınlar ki zaten" gibi bir yaklaşımla değerlendirişimden geliyor sanki. Azıcık bozulmamış bir tarafım vardıysa artık o da yok sanırım.
Neyse ki az önce bilmemkimin gelmesiyle duyulan bazı şeyleri ben de İ. sayesinde duydum. Bunları zaten yüzlerce kez kendi başıma düşünmüştüm. Pratiğim vardı, herkese tüm analizlerimi söylüyordum. Onaylanmasından başka da bir şey olmadı zaten. Ama açıldıkça, canımı sıkıyor bu konu. Hiç düşünmeden ve sınırsızca verilen bir sevginin değeri hiçbir zaman olmuyor; biliyorum. Bu kadar hoyratça kullanıldı içimdeki sevgiye dair her kırıntı ve şimdi, zamanında Mudo'daki satış görevlisinin nasıl da paketlemeye gösterdiği özene o birinin arkasına saklanarak gülmüş olduğuma utanıyorum. Herkes o adam gibi özenli olmalı; olmayacak şeyler söylememeli; sözlerini bin düşünüp bir söylemeli. Kafasındakilerle beraber içindeki değerlerin de yandığı kimseye bulaşmamalı. İnsan kendisine özgü olan eşi benzeri bulunmayan o çok değerli sevgisini alelade vermemeli bu kadar basit.
Sanırım son yaşadıklarımdan sonra tüm bu yazdıklarımı unutmam imkansız. Buraya yazıp, pekiştireyim istemiş olmalıyım ki duramadım yazdım sıcak sıcak taze taze. Aşk falan hikaye, yok öyle bir şey diyip, bu post'a ve içimde varoluşuyla kendini ve beni gittikçe çürüten birinin imgesine son vereyim diyorum. İyi yapıyorum.
"Geçen sene bu zamanlar" diye bir kalıbım var benim de bir çok insanın olduğu gibi. Her sene bir önceki o sıralarda ne yapıyor olduğunu sürekli sorgulayan biri olduğumdan, Mayıs'ın bu zamanında bir depresif hale girmiş bulunmaktayım. "Geçen sene bu zamanlar" ile başlayan cümlelerin devamı, şu anda kötü ruh haliyle sonuçlanıyor. Çünkü bakıyorum cümlelere hep bir sevinç, umut, mutluluk dolu ki son 4-5 senedir bu kadar mutlu olmamıştım geçen sene bu zamanlardan başlayıp Kasım'a kadar devam eden süre içinde olduğum kadar. Şimdiye bakıyorum sonra; ortada o kadar mutlu edecek bir şeylerin yokluğu bir yana, o kadar mutlu olmayı bile istemiyor, her şeye, olabilecek her mutluluk noktasına ket vurup duruyorum. Nokta koyuyorum sonuna bir daha bu kalıpla başlayan cümleler kurmamak için söz de veriyorum ama senelerin alışkanlığı kolay kolay bırakmıyor peşimi. Her sabah uyandığımda "geçen sene bu zamanlar" diyerek uyanan bir insanmışım. Bunu farkettim bu vesileyle.
"Geçen sene bu zamanlar gecenin bir yarısı, şimdi olduğu gibi oturuyordum şu anda oturduğum yerde. O uyurken ben konuşup duruyordum. Kendini anlatmaktan bıkmış bir insan olarak, bunu yapmaktan zevk alıyordum. Daha ne olsun değil mi?"
Daha fazlası yok. Olanı da bitirdim. Şimdi azıyla yetinmek istemiyorum. Bugün telefonum ve iPod'umun şarjı olmadan sıkıntıyla dışarda dolandım. Niye şarj etmedim ki çıkarken diye de hayıflandım. Her an birileri arayacak ve şarjım bitecek veya bir şarkı dinlemek isteyeceğim ama henüz şarkı bitmemişken iPod'um kapanacak diye sinirlendim kendime. Benim de durumum aynı işte. Ortalıkta şarjı az olarak dolanmak yerine, şarj olup her an her şeye açık olarak, hiçbir şeyi durdurmadan, aman kimse bana bulaşmasın olan enerjimi de çalıp götürmesin diye sıkıntılara girmeden yaşamak istiyorum. Otto'da fındıklı votkayı Windows'un Safety Mode'unda değil, yüzümde kocaman bir gülümseme ile içmek, beni her arayanla saatlerce ilgilenmek, İstanbul'da muhtelif mekanlarda çağrışımsız yürümek, orada yaşamaya tam gönüllü olmak istiyorum. O zamana kadar kimse bulaşmasın bana, tamam mı?
Bazen hapşırmaya başladığımda durduramıyorum kendimi. Seviyorum bunu.
"Bone up"ın ne demek olduğunu buldum az önce. Şöyleymiş:
Informal To study intensely, usually at the last minute.
Bunun dışında hayatımda sevdiğim çok fazla şey kalmadı bu üstüste hapşırıklarım kadar. Standart olan şeyleri bir yana koyuyorum. Nedir onlar, hemen sayalım: Aile, arkadaşlar, Paul, müzik, sevilen belli aktiviteler vs...
Bunlar dışında öyle bir şey çıksın istiyorum ki bazen, bir anda her şeyi unutabileyim onun dışındaki. Bir süre bu standartlar olmadan yaşayayım onların eksikliğini hissetmeden. İçim dışım o çok sevdiğim yeni şey olsun. İlk akla gelen "aşk" seçeneğini hemen eliyorum ama izninizle. Zira kendisinden koşarak uzaklaşıyorum bana yaklaştığını görünce. O zaman da ne kalıyor geriye bilmiyorum.
Cumartesi gününü alışveriş merkezinde arkadaşları ağırlayarak geçirdik K. ile. Birileri gitti, birileri geldi. Alışveriş Manzaraları'nan fırlamış hallerimiz, konuşmalarımız ve yaptıklarımızdan sonra Peppermill'de güzel bir şişe şarap, yiyemediğim bir tabak spagetti ve sonrasında eve dönüş... Üretilen hiçbir şeyin olmadığı ve bu yüzden sonunda sıkıntı biriktirdiğim bir günün sonunda gece gece otururken atılan birkaç mail... En sonunda da yatak: günün en anlamlı ve üretken kısmı. En azından rüya görüyorum; bilinçaltım çalışıyor, boş durmuyor. Büyükşehir çalışıyor tadındaki sloganlar geldi aklıma şimdi.
Bugünse aklım o kadar dağınık ki, Seinfeld'in bir bölümünde Elaine'in dönen tekerleklere bakıp ağzından salyalar akacakmışçasına dalıp gitmelerine benzer bir hal içindeyim. Hiçbir konuya odaklanamıyorum. Saçmalıyorum. Dün K.'a "Hayatımda bir değişiklik olsun istiyorum anlıyor musun?" diye çıkıştım, o da bana "Evet, ben ve mağazadaki herkes biliyoruz artık bunu" dedi. Utandım biraz.
Hiçbir şey istediğim gibi değil; hiçbir şey istediğim kadar rahat değil; hiçbir şey tam değil; hiçbir kedi benimki kadar güzel değil; hiçbir yatak benimki kadar rahat değil. Hayatımın şu noktasında durumumu bu kadar güzel özetleyen başka bir söz dizimi bulamazdım sanırım.
Bir de başlık bulamadığımda yazdıklarıma, ne yazdıysam yazayım siliyorum her şeyi.m Kapıyorum pencereyi. Hayatım için de bir başlık bulamadığımdan olsa gerek, kapadım kendisini bir süreliğine. Bulana kadar da böyle kalsın artık, ne yapalım...
İnsanın içinde arada hayatın gidişatına kapılıp hissetmediği boşlukları vardır ya hani...
Arvo Pärt onları o hengamenin içinde öyle bir hissettiriyor ki, bazen ondan başkası kesmiyor. Açıyorum Cantus in Memoriam Benjamin Britten'ı. Sessizce başlıyor her şey. Farkında bile olmadan. Sonra yavaş yavaş ilerliyor. Sigur Rós'un bu adamdan etkilendiğini duyduğumda hiç şaşırmamıştım zaten. Gülümseyerek, "biliyordum" demiştim çok iyi anımsıyorum. Yaylılar giriyor devreye sonra, çan sesleri arada yankılanıyor içinizde o boşlukların her zerresini hissettirecek kadar yayılıyorlar... Birer birer hiç de yaşanmayan, yaşansa gerçek olmayacağını bildiğiniz ama illa ki olsun istediğiniz o uç noktaları arıyorsunuz... Ama hayır... Vermiyor size istediğinizi. Gittikçe yükselen sesten başka bir şey yok onun müziğinde. Sadelik ve ortalarda gezinmenin tepe noktasındaki güzellik var. Aralarda heyecanlanıp "Evet, o an bu" diyorsunuz ama hayır... Tabii uçlarda yaşarsak acımızı daha çabuk tüketiriz ya. 9 şiddetinde depremler olursa içimizde mesela 10 saniyelik, o 10 saniyede tüm gerginliğin gideceğini bilerek o depremi bekler dururuz. O ana kadar içimizde ufacık sarsıntılara yer bile vermeyiz. Yok işte Arvo'nun müziğinde bu. Her şarkı orta şiddetli bir deprem. Bazıları koskoca altı dakika on bir saniye sürüyor, bazıları sekiz dakika on altı saniye... Onlar sonlanana dek o depremlere katlanmak gerekiyor. İnsanın bacağını tatlı tatlı kaşırken artık acısa bile kaşımaktan aldığı hazzı sürdürmek için acıya katlanması gibi... Sarsıntılar sonlanınca sanıyorsunuz ki hiçbir şey tam olarak yıkılmayacak ve yıkım olmadıkça da yerine yenileri inşa edilmeyecek. Sallanırken sizle beraber her şey, sıkıntısını yaşıyorsunuz bu tatminsizliğin. Halbuki öyle değil... Tam da böyle uzun süren orta dereceli bir depremle yıkılır yıkılması gerekenler. Hangimizin kırık dökük ilişkileri çok büyük nedenlere ihtiyaç duydu ki sonlanmak için... Bir anlık bir kırılma, ufacık bir söz, saçma sapan bir bakış ama hepsinin ardında zamana yayılmış ayrı ayrı detaylar silsilesi... Bu kadar ortalama şeyler yetiyor gereken yıkımın gerçekleşmesine...
Biri altı dakika on bir saniye, diğeri sekiz dakika on altı. Biri Benjamin anısına, birisi ayna içindeki aynaya... İkincisi için şöyle demişim sözlükte, özlemenin ne demek olduğunu anımsadığım ama yine de güzel olarak hatırlanan bir günün geceyarısında:
"düşünce ve hislerin kenarına köşesine değmeden sizi tam olmanız gerektiği hale getirebilen arvo pärt şaheseridir. sade ve yalın tınıları ve dengeli iniş çıkışlarıyla kendi kendinize sağlayamadığınız iç dengenizi sağlamanıza en büyük yardımcıdır. tarafımdan birpazaröğledensonrasıhuzursuzluğuvaktinde, yanyanayken yalnızlığını özlemeyen iki kişi olarak, karşılıklı bakışarak dinlenmek istenendir."
Bense şu anda Spiegel im Spiegel dinlerken, yalnızlığımı özlüyorum tek başıma oturduğum yerde. Artık o son cümlenin gerçekleşeceği zaman, öyle bir kişi diye bir şey varsa, her "mucize" dediğimde aklıma geliyor o an. Eskiden yalnızken bile yanımda olan melek diye bilinenler hayalete dönüşüyor bazen. Etrafımda dolanıp duruyorlar. Dolanırken elim ayağım buz kesiyor. Bir Mayıs gününde battaniyeme sarınıyorum. Kulağımda on altı dakika yirmi iki saniyelik Silentium, sallanarak uykuya dalmak için odama doğru ilerliyorum...
Dün gece Paul klavyeme koca bir bardak suyu boca edince, bugün kendime yeni bir klavye aldım. Çok sevmedim ama olabildiğince ufak ve sevimli. Çok sevdiğim denizanaları gibi beyaz ve hatta mavi ışıkları da var. Alışacağım bir süreliğine artık kendisine. Teknolojik saçmalıklar peşimi bırakmıyor. Buradan Merkür'e sesleniyorum: Kendine gel!
Az önce sigara üstüne sigara yaktım. Killing All the Flies çalıyor olması da ilginç tabii... Tamam, Mogwai hususunda yazmayacağım daha bir süre. Merak edilmesin. Açınca susamıyorum hem.
Arada Rüüüü'nün dediği bir şeyden oluyorum: Hateful bitch. O halim ne bulsa gıcık alıyor ama olsun, o da gerekli. Ayça da az önce bir süredir bende bir Fransızlık olduğunu söyledi. Aynısı zaten.
E. can sıkıntıma bir çare bulmamı istedi az önce.
Wolf Parade'in At Mount Zoomer'ı hiç de dikkatimi çekemedi ilk iki dinleyişte. Hep aynılar sanki (ne bekliyorsam artık?! sanki ben çok çabuk değişebiliyorum da).
Bugün bir an beklerken bir şeyi, çok özüme dair bir şey yakaladım. Gözlerim doldu. Yıllardır bu kadar sade bir his/düşünce yüzünden gözlerimden tek bir yaş gelmediğini farkettim. Son iki aydır doğru düzgün ağlamadım bile - The Dolls anlarını saymıyorum. Salt kendime dair bir şey yüzünden böylesine hüzünlenebilecek kadar aslolana inebildiysem hayatımın şu noktasında bundan daha ilerisini düşünmeme gerek yok demektir diyor ve gittikçe bir adet Ayşe Arman yazısına dönüşebilecek, gündelik hayat zımbırtılarını buraya yazarak rezil olabilecek bu post'u da burada sonlandırıyorum.
Arşiv meraklısı ve tutkunu bir insan olarak, dün bir anda tüm mesajlarımın silinmiş olduğunu farkettim. Bir tek Muzo'nun twitter update'ini görünce inbox'ımda, büyük çaplı bir şok yaşadım. Telefonu söktüm çıkardım ne işe yarayacaktıysa zaten, ama evet bir işe yaramadı zaten. Yılların mesajları, anlamadığım bir şekilde gitti. Sanırım 1300 küsürdü sayısı da. Yıllar önce yine beni epeyce garip hislere sürükleyen bir dönemin arşivi uçup gitmişti bilgisayarımdan. Geriye dönüp baktığımda hep "Benim yapamadığımı, başka şeyler yapıyor" diyerek iyi hissetmiştim kendimi. Şimdi yine aynı hafiflik var üzerimde. Zaten yük olarak taşıdığım o arşiv, hafızası güçlü olan biri olarak hep yanımdaydı. Bazen beynimin kullandığım kısmının büyük bir yüzdesini geçmişi arşivlemek için kullandığımı bile düşünüyorum. Telefondaki arşiv beni arada sırada kendisini okutup yoruyordu. Acaba diyorum farketmeden, hatta kendime farkettirmeden diyelim, ben mi sabote ediyorum bir noktaya gelince arşivlerimi. "Uyurgezer" gibi, ben de transsal bir "mesajsiler"e mi dönüşüyorum? Yoksa yeniden "The Eraser" dinlemeye başladığımdan ironik bir durum mu yaratmaya çalışıyor teknoloji benim için?
Diğer yandan da arşivlerimin işlevselliklerini yitirip bana yük haline geldikten hemen sonra kendi kendilerini imha etmesi bana Görevimiz Tehlike'yi de anımsatıyor: "Bu arşiv kendini yük haline gelince imha edecektir." Aferin onlara.
Facebook da absürd işler yapıyor kendi kendine. Az önce farkettim ki hiç olmayacak birkaç insanla last.fm compatibility'mi ölçmüş şapşal şapşal. Haberim olmadan ne hakla yapıyor bunu anlayabilmiş değilim. Çok sinirlendim. Kırırım bu facebook'u, o derece.
Nada'nın fındıklı votkası Otto'nunkini dövermiş; iki gündür anladığım şey bu. Sevdim bu mekanı. Her haftasonu uğramayı ve o fındıklı votkadan birkaç shot içmeyi düşünüyorum artık.
Bugünkü maceralarımıza C. isminde biriyle tanışmak da varmış. K. ile otururken kuzenime feci halde benzettiğim bu adam bir beş dakikalığına uğradı. Sonra geldiği gibi kalkıp gitmek zorunda kaldı. Oradan Nada'ya geçtiğimizde Muzo da bize katıldı. Bizden sonra geldi gerçi o. Bu gibi mekanlarda son 5-6 senedir hip olan bir şey de eski moda koltukları bordo renkli hoş kumaşlarla -özellikle kadife tabii- kaplayıp gayet işlevsel olarak dekore edilmiş olan bu mekanların bir köşesine koymak. Normalde bu gibi eğlence yerlerinin müşteri kitlesi genç insanlar ve genelde içeride çalınan müziği de düşünürsek, biraz daha müziği takip eden, giyimlerinde genelde alternatif tarzlar deneyen insanlar. Bu gibi insanların böyle koltuklarda oturması normal şartlarda anneanne-dede evlerinde oluyor ve bu insanlar genelde bu mekanlara giderken giyindikleri kıyafetlerle o yaşlı evlere gidemiyorlar. Sanırım bu mekanlarda bu tür dekorasyonun tercih edilmesinin ve bu mekanlara gidildiğinde bu koltukların insanlara özellikle çekici gelmesinin nedeni de, üzerinde son moda kıyafetler ve umursamaz tavırlarla, istedikleri müziği dinledikleri bu yerde eskiden kalma bu koltuklara oturarak içkilerini rahat rahat içebilme olasılıkları. Pek kitsch, pek postmodern.
Çeşit çeşit listeler çıkarma fikri bugün daha da çekici gelmeye başladı. Amaç belli kriterlerle değişik alanlarda listeler çıkarmak sonra o listeleri aşıp gitmek. Listeleri olan ve yeri geldiğinde tıkır tıkır bu listelere göre kriterler belirleyen, beğenilerini ve beğenmediklerini insanlara anlatanlar bana hep çok önyargılı gelmiştir. High Fidelity adlı filmi de hem güzel listelere sahip olması için sevmiştim, hem de listelerle konuştuğu için sevmemiştim. Liste çıkarıp o listeleri yenilememek, o listeleri tersyüz etmedikten sonra ne anlamı var ki onların.
Her gün o günden dilediklerimi bir sonraki güne bırakıyorum. Bugünden dileğim Zero 7'ın Somersault'unda ayan beyan söylenmiş aslında varolan bir şey olarak. Öyle bir şy var mı bilmiyorum ama olmasını öyle çok diliyorum ki, öyle çok.
O bir yana, Thom Yorke'un The Eraser albümüne bir türlü kendimi verememiştim. Kendi halinde nedenlerim de vardı hani. Ben daha albümü keşfetmeden eski sevgilim E.'ın arabada delice bu albümü dinlemesi, Radiohead ve bir çok sevdiğim grup konusunda öncekileri sindirmeden yeni albümleri dinlemeyen beni bu duruma maruz bırakması epeyce itmişti beni tüm şarkılardan, söyleyeni ve yaratıcısı Thom Yorke olmasına rağmen hem de. Geçende yine açtım dinledim bir. Kendi halimde bu sefer. Cymbal Rush'ın meftunu oldum. Zaten pek çaktırmıyordum ama E. dinlerken de hep bu şarkıyı çalıyordum araya girip. Sözleri ve müziği apayrı bir şarkıymış gerçekten de. Bazı şeylere değer vermem için önce onlara gelmeden aşılması gerekilen durumları aşmam, o durumlarda deneyimleyeceğim her şeyi sindirmem gerektiği gibi bir izlenime nereden kapıldıysam doğru kapılmışım. "Son dakika! The Eraser güzel bir albümmüş arkadaşlar; dinleyebilirsiniz artık!" Saçmalıyorum, evet.
Cymbal Rush demişken ve sözü de uzatmışken, hemen rhb'ın yolladığı bir videosunu buraya koyup, saklanıyorum yorganımın altına güzel geçen bugünün sonunda. Hem şöyle demiş Thom'cuğum:
"no more conversation no more conversation you shoulda took me out when you had the chance you shoulda took me out when you had the chance all the rooms were numbered and the losers turned away don't turn away don't turn away"
02:16'daki Thom'un gülüşü o kadar güzel ki öyle bir gülüş için gerekli hissiyata en son ne zaman sahip oldum hatırlamamaktayım. En kısa zamanda umuyorum ki...
Bunu Ayça paylaşmıştı Google Reader'dan. Çok hoşuma gitmişti. Üstüne bir şey konuşmaya da gerek yok. O halde diğer paragrafa.
Dün gecenin bir yarısı canım dışarı çıkmak istedi. İyi ki burdaydı Muzo, dün gece epeyce içtik, eğlendik. Nada'da başlayan yolculuk, Manhattan'da sona erdi. En son Pink Floyd çalınırken ben dayanamadım, eve gitmeliyim dedim. Biraz ağır geldi sanırım Pink Floyd. O sırada hiç kaldıramazdım. Eve gelip kendimi yatağa attım. Saat 12 civarında da uyandım.
Gözlük takıyorum. Kırmızı çerçeveli gözlüklerimi bu aralar yorgun hisseden gözlerimi dinlendirmek için çıkarmıyorum. İlginç geliyor bu halim bir çok insan gibi bana da.
Balık besleyen insanların evcil hayvanınız var mı sorusuna "evet" cevabını vermelerine hep şaşkınlıkla karşılık vermişimdir. Seneler önce Golden'ın üst katında midye tava yerken, karşımızda duran akvaryuma bakıp bunun farkına varmıştım. Söylediğimde M. bana katılmamıştı ve hatta içerlemişti de hafiften. Kendisinin de balığı varmış ama ölmüş vs... Hiçbir interaktivite yok ve bu yüzden anlamsız geliyor balık beslemek evde. Bazı insanlar dinlendirici bir etkisi olduğunu söyler balıkların ama ben bir an bile dinlenemiyorum fazladan onları izlerken. Dinlenirici olmaktan ziyade, kendilerini izlediğim vakitler zaman kaybı olarak nitelendiriliyor tarafımdan. Ama ileride büyük bir evim olduğunda ve tek eksiğim bir akvaryum olduğunda -ki umarım olur öyle bir an- içinde izlemekten zevk aldığım nadir deniz canlısından biri olan denizanası olmasını isterdim o akvaryumun içinde. Büyük bir duvarı kaplayacak kadar koca bir akvaryumun içinde onlarca denizanası ancak izlemeye değer hissi yaratacaktır bende. Çok güzeller ve mucizeviler bir yandan da. Geçende anımsadım bu isteiğimi de.
Bu aralar ani isteklerime göre yaşıyorum. Diplerde çözülmemiş sorunlar çok fazla kalmadığından mıdır nedir, yüzeyde salınıyorum. Canım ne istiyorsa onu yapıyorum. Bu halimle zerre kadar yazasım da gelmiyor. Ne yazsam çok anlamsız sanki. Şimdi dışarı çıkacağım K. ile. Yüzyıllık alışkanlığım olan Tribeca'da duracağız önce ordan da muhtemelen Guinness içmeye bir yerlere kayarız. Belki akşam yazmaya değecek bir şeylerle dönerim eve diye bir umut var içimde.