Grup ve olağanüstü müziğiyle ilgili olarak söyleyecek çok şeyim var. Hepsi birer birer söylenmeden önce siz yukarıdaki kareyi bir de bu fon müziğiyle izleyin istedim.
ps. "Nacizane" önerisi için A.'a teşekkür ederim. Kendisinden beğenmediğim hiçbir şey gelmemişti zaten ama bu en güzeliydi sanırım.
Bazı müzik türleri var, dinlediğimde içim açılıyor. Her nefes alışımı, koklamadan duramadığım harika çiçeklerle süslüyor. Sesi, koku ve imgelerle karıştırıp ortaya tarifi olmayan algı harmanları çıkarıyor. Bu janrlardan birkaç tanesi, her nasıl oluyorsa kendi başlığı altında ne dinliyorsam sevdiriyor. Glitch hop da bunlardan biri. Bu ara canım ne zaman sıkılsa sadece glitch-hop çalan radyoları dinliyorum, orada burada bu tagli ne varsa sömürmek istiyorum bitene dek.
Bir süredir müzik yazmak değil de yazmanın ta kendisinden epeyce uzaklaştığımdan, artık dinlediklerim ve tükettiklerim de faydalı bir hale döüştürülemeyeceğinden pek bir anlamsızlaşmıtşı. Taa ki Baths dinleyene dek.
Baths Los Angeles'tan çıkmış en güzel şey olabilir mi bilmiyorum ama birilerinin pek sevdiği tabirle "mükemmele çok yakın" bir oluşum. Will Wiesenfeld 21 yaşında. 4 yaşında ailesine piyano almaları için isteklerde bulunan Bay Baths, 13 yaşında kendi müziğini yapıp kaydetmeye başlıyor. Sonra Björk dinliyor ve bir anda hayatı değişiyor. Bu noktadan sonra kendini viyola, kontrbas ve gitar çalmaya adıyor. İflah olmaz bir müzik iştahıyla sonunda Baths adında bir projeye imzasını atıyor. İyi ki de atıyor.
Şimdilerde kendisi WHY? ve 13& God'ın da plak şirketi olan Anticon'dan çıkan Cerulean adlı çıkış albümüyle keyif yapıyor. Keyif yapıyor diyorum zira inanılmaz iyi bir albüm yaptıktan sonra insan başka ne yapabilir tahayyül edemiyorum. Glitch hop'un başına buyruk kafasına göre ilerleyen beatlerin, şarkıların büyülü ve hayale yakın atmosferini kesip durduğu bir albüm Cerulean. Cerulean zaten kelime anlamı olarak mavi renginin açıktan koyuya olan tüm tonlarını barındıran renk paletine verilen isimmiş. Albümün adıyla olan uyumu da Wiesenfeld'in hedefini tutturduğunun aynası gibi zaten. Wiesenfeld'in aksak ilerleyen ritmleri, oradan buradan kesip yapıştırdığı sesleri bu denli başarılı bir araya getirebilmesi, üzerine insanı huzurlu bir öğleden sonasında koca bir parkta güneşlenmek gibi hayallere sürüklemesi küçüklüğünden beri süregelen müzik merakının ve bu yolda verdiği çabaların eseri. Yağmur seslerinin, dalga ve kuş sesleriyle huşu içindeki uyumuna ve sessiz sakin bir sahilde başınızı gökyüzüne kaldırdığınızda görebileceğiniz yıldızların güzelliğine denk bir 45 dakika için tavsiyem Cerulean'ı dinlemeniz ve Baths adlı bu oluşuma kulak kabartmaya devam etmeniz.
Bu videodaki "That's me!" diyen birthday girl benim. Alasdair sahneden doğumgünümü kutladı, benim için Saturday söyledi, setlisti imzaladı. Daha nasıl hepi olmasın ki bu börtdey.
Buraya her yaptığını eklemek istediğim gruplar var. Farkında bile olmadan yaptıkları kaliteli dream pop ile Memoryhouse da dahil olmuş onlara. Bir besteci ve bir fotoğrafçı, hem de Kanada'dan olunca ortaya böyle işitsel ve görsel çeşitli naifliklerin güzel uyumu çıkıyor doğal olarak. Uzatmıyorum bu sefer daha çok. Son single'ları "Caregiver"'ın B-side'ı Heirloom'a çekmişler bu klibi.
Bu ara yapmayı en sevdiğim şeylerden biri bir şarkıya dadanıp onu birileri yeter diyene kadar dinlemek. Madem bunu bu kadar çok sık yapıyorum, o zaman neden burada bir türlü yapamadığım yazma işini hem bu şarkıları dinleterek hem de haklarında yazı yazarak yapmıyorum ki dedim. İyi demişim, zira şöyle bir şey çıktı oraya:
Ha tabii bu kesinlikle buranın pabucunu dama attığım anlamına gelmiyor. Yok öyle bir şey. Daha uzun ve üzerine yazacak pek manalı/manasız bir şeyler bulana kadar sizi müzik odama alayım. Tekrar tekrar dinlerken o şarkıları, sizin de hoşunuza gider ve hatta bir iki bir şey anlatırım belki.
En sevdiğim klasik müzik bestecisi Henryk Mikolaj Górecki 12 Kasım 2010'da 76 yaşında öldü. Beni ve onu seven insanları, daha hiçbir şeyi bu kadar hüzünlü bulamadığım, "Symphony of Sorrowful Songs" ile bıraktı. Benden bir gün sonra 6 Aralık'ta doğumgünü olan bu adam, kulağıma çalınan besteleriyle en alakasız zamanlarda bile beni kederden, üzüntüden olduğum yerde şekilden şekle soktu. Eğer birini üzüntüden öldürmek istersem ve bunu müzik ile yapacak olursam bunu bu post'takilerle yaparım. Beni hep üzdün, kederden öldürdün ama sen huzur içinde böyle güzel güzel gülümseyerek uyu. Symphony of Sorrowful Songs 1. Lento - Sostenuto tranquillo Symphony of Sorrowful Songs 2. Lento e Largo - Tranquilissimo Symphony of Sorrowful Songs 3. Lento - Cantabile semplice
Kim ne derse desin teknoloji çok şahane bir şey. Crystal Antlers, ki kendileriyle Viyana'da haşır neşir olmuştum en son, güzel mi güzel bir şarkı yapmışlar. Bunu da taa nerelerden (nerelerden?) bana emailla ulaştırmışlar. Canlarım çok düşünceliler.
Neyse. Videoyu izleyen ve şarkılarını dinleyen ilk 500 kişiden biri olma şansınız var. Olunca ne oluyor demeyin, kırmayın beni de onları da. Meksika'da bir çiftliğimsi, ambarımsı bir yerlere kapanıp bir ayı aşkın süre boyunca ikinci albümlerine şarkı yapmışlar, söz yazmışlar. Bu yeni şarkıdan anladığım kadarıyla oraların sıcağını da içinde barındıran, göz önünden sarı ve tonlarını, ayaklardan da kum tanelerini eksik etmeyecek bir albüm olur bu ama şimdi "gol olur" deyince bir türlü gol olmayan futbol yorumcuları gibi olmayayım ve en iyisi susayım.
Tıpkı deli gibi uykusu varken banyo yapamamak gibi en sevdiğim şeylerden biri olan müzik paylaşma işinden hemen önce uzun uzadıya yazılar yazamayacak ve müzisyenler ve albümlerini betimleyemeyecek kadar hevesliyim bu ara.
Tamaryn bana bir M. hediyesiydi. Birkaç grubun ve şarkının birden tanıtıldığı bir last.fm mesajlaşmasından geride kalan en güzel, en değerli şey bu grup oldu. Ne zamandır kulaklarımın pasını alacak yeni bir shoegaze albüm dinlememiş olmaktan sıtkım sıyrılmış meğerse ama ben bunu fark etmemişim. Grubun bana ilk önerilen şu aşağıda eklediğim şarkısını ilk dinlediğim anda o gün dinlediğim her şey bir anda anlamını yitirdi de denebilir. Bir süre kendimi Tamaryn dinlemeye verdiğimi de söylemeliyim. Boğazı haftaiçi her sabah ikiye ayırma esnasında dinlediğim şarkılara özen gösterir olmuştum. Tamaryn ve albümleri The Waves ise bu özenle harcanan dakikaların arkasındaki fon müziği oldu son birkaç haftadır.
Grup San Francisco'lu bir ikili aslında. Adları Rex John Shelverton ve Tamaryn (vokal). The Waves ise onların çıkış albümleri ve bir çıkış albümü için fazla iyi. Bundan daha üst bir noktaya sonraki albümlerinde tırmanabilirlerse, kendilerini en sevdiğim shoegazeciler bile ilan edebilirim. Slowdive da kusura bakmasın artık. The Waves'i dinlemek benim nezdimde soğuk puslu bir havanın ardındaki güneşi bulmaya çalışmak gibi bir şey. Çok geçmeden buluyor ve yüzünüzü güneşe dönüp kemiklerinizi azıcık sarıyla ısıtmaya çalışıyorsunuz. Mutluluk aradığınız şeyi az az bulduğunuz anlarda gizli sanırım.
Bu hafta hava ne kadar bu dediğim gibi olur bilmiyorum. Aslına bakılırsa keyifli bir haftasonuna eşlik edecek ve 20 dereceye kadar çıkabilecek bir sıcaklık var. Ama bu hafta olmasa en fazla bir aya kadar elverişli hava koşullarına vardığımızda Tamaryn'i size fısıldadığıma şükredeceksiniz. Yok eğer biliyorduysanız neden siz bana söylemediniz bu zamana kadar, bunun hesabını sorarım.
M.'e de ne kadar teşekkür etsem az. Bir ara bir sayfa teşekkür ederim buradan kendisine yine. Neyse. Yeter yine çok konuştum. Uyumadan banyomu da yaparım artık bu kadar laftan sonra.
Bu Love Fade:
Bu da Mild Confusion:
Ha bir de ben bu yazıyı yazarken çekmişler -ciddiyim: Dawning
Kızkardeş G.'nin deyimiyle "the latest shit". Buradan bu hafta bağlamında Jüstis'e sesleniyorum: Yeni albüm çıkarın!!! 2007'de beynimizi uçurup sonra keyfinize bakmakla nereye kadar acaba, sorarım size?!
Neyse hepsi buradan olmuyorsa eğer, gidip sayfasında yedi parçalık bu Ed Banger doğumgünü şeysini izleyin bence. Yine Fransız aksanıyla İngilizce konuşmalar, bir havalar, afralar, tafralar. Ben orada olacak idim... Ah ahh...
Bu ülkede kişiyi korkulardan beslenen dogmatik görüşlerinden ve bunları yük olarak taşımaktan vazgeçirmeye çalışmak son 8 yıldır faşistlik. Bu noktada bu korkularla yaşamaya gönüllü olan ve bunlara dokundurtmayanların özgürlük(!) arayışına inanamıyorum. Tam da bu insanlar işte özgürlük fikriyle pazarlanan (evet, pazarlanan) yeni anayasamıza "Evet" oyu verdiler. Aslında o "Evet" oylarının çoğu özgürlüğe falan verilmedi. Tam tersi onlara, korkularıyla yaşamalarına dair taahhüt veren bu hükümeteydi. Korkuları ve korkularından beslenen hayat görüşleriyle yaşayabilmeyi amaç edinmiş bu kitleyle aynı safta yer alamazdım. Özgürlük, onu seçenlerin korkularına bulandığında ne hale gelir bilmiyordum. Hala bilmiyorum, bilmek de istemiyorum.
Bazı şeyler aslında biz göremesek de varlar. Bazen bunun sonucu çok ağır olabiliyor. Mesela karşıdan geldiğini görmediğiniz bir arabanın çarpması gibi. Aslında belki de arabayı süren de sizi görmedi o anda. Hayat böyle dalgın.
Bazı şeyler varlıklarını, ifade edilince kazanıyor. O şeyi ne kadar çok ifade edersek, başkaları da görsün duysun diye uğraşırsak o şey o kadar değer kazanıyor ama sonunda hep hızla o kazandıklarını kaybediyor.
Bazı şeyler de eğer varlarsa ifade edilmedikleri için varlar. O yüzden son bir senedir yazmadığım o kadar çok şey var ki. Eskiden yaşayamadıklarımdan cümleler, paragraflar çıkarırdım. Yaşayamadım diye herhalde. Mutlaka o ya da bu şekilde bir mecrada var olsunlar istemişim demek ki diye düşünüyorum şimdi okuyunca. Şimdiyse zaten yaşadıklarımın altını çizmenin onlara verilen değeri yok edeceği korkusuyla onlardan bahsetmekten imtina eder oldum. Bazı şeyler hakikaten sözleri edilmediği için hayatımdalar. Bazıları da bazı sözler edilmediği için yoklar. Neredelerse orada dursunlar.
Bu videoyu neden koyduğuma gelince... Kendisi bugün öğleden sonra Rü'nün baskını ve benim kakaolu ıslak kekimin yanında çok iyi gitti. Göze görünen ama varolmayan, göze görünmeyen ama var olan bir Haydarpaşa. Çağrıştırmış demek ki tüm öğleden sonra ve akşam. Bir de izlemeyen çok şey kaçırır bence, siz bilirsiniz.
Hem "Ben Haydarpaşa olsam, her gün bundan isterim kendime."
Bir varmış bir yokmuş böyle bir şey varmış. Sonra kalmamış. Su verelim demişler. Soğuk olsun demiş. İçince her şey geçmiş. Her şey “geç”miş. Her şey “geçmiş”.
Pek sevgili Deerhunter Halcyon Digest adlı yeni albümünü çıkardı. Bugün dinledim. Köprüyü geçiyordum. Saat sabahın sekiz buçuğuydu sanırım. Denizin üzerinde ufak takalar vardı. Bir de koca bir gemi. Her şey olanca haliyle sürüp gidiyordu. Bir yandan o gemi bir yandan köprü insanları şehri çeşitli yerlerinden ikiye bölüyordu. Sabah sabah işe gitmek için yola koyulan benden daha huzurlusu yoktu. Müsebbibi ise, tüm gün dinlendiği anlarda her şeyin tam orta yerinde bir kara delik misali gözleri kapayıp, bizi içinden beklenmedik şeylerin çıkması heyecanıyla kendi parlak karanlığına sürükleyen Earthquake'ti. Albümün açılış şarkısı. Daha üzerine çok şey yazardım, yazmak şu anı daha keyifli hale getirseydi ama kendimi şarkının yarattığı o zamanı yavaşlatan havaya bırakmak daha ağır basıyor. Yakın zamanda bu birkaç ayımı yoğun olarak dinlemeye adayacağımdan adım kadar emin olduğum Halcyon Digest'i azıcık da olsa sindirip, üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. O zamana dek en kötü deprem böyle olsun dileklerimle.
Hayatım boyunca her şeyin bu kadar üst üste denk geldiği başka bir zaman yaşadım mı merak ediyorum. Yaşamışımdır gibi geliyor aslında ama sanırım öyleyse de hiç iz bırakmadığı için, yoksayma eğilimi içine girmişim bu zamanları. Şu anda üç kız kardeş İstanbul'a taşınma telaşı içerisindeyiz. Ben yeni bir işin, kız kardeşlerden biri Sabancı Mba'in, diğeri ise bir yerlerde işe başlamanın eşiğindeyiz.
Mayıs sonundan beri sürekli olarak yaz sonrası için planlar içinde olduğumuzdan şuraya adam akıllı iki satır bir şeyler yazamadım. Dinlediğim müziklerden izlediğim filmlere bir liste çıkaracak olsam çok da uzun sürmezdi bu ama az da olsa düşündüklerimi şuraya yazabilseymişim iyi olacakmış.
Zaman geçtikçe ve bazı şeylerin değeri azaldıkça o şeyler üstüme üstüme geliyor, yoluma yoluma çıkıyor ve ben "Eh peki madem buyrun" gibi bir ifade ile onları hayatıma davet ediyorum. Bunda tabii sevgili "sevgili"nin katkısı epeyce büyük. Bazı şeylere verdiğim fazla değeri alıp hepsini hak eden sevgilinin kendisine etiketleyince, her şey bir anda kendiliğinden rayına oturmuş gibi geliyor.
Yeni bir şehir ve yeni bir dönem beni beklerken, bir yandan sürekli İstanbul'a yolculuklar yapıp, orada burada karşıma çıkacak daha neler var diye düşünürken arka planımda çalan müzik bu aralar hep bu olsun istiyorum. Zilyon sitede, blogda orada burada üzerine yorum yapılmıştır, o nedenle tek kelime edesim yok yeni albümleriyle ilgili (belki sonra) ama ilk dinleyişte aşk denecek türde bir (canım) Arcade Fire şarkısı olan The Suburbs burayı parıldatsın istiyorum.
Jesper Norda bana E. tarafından tanıtıldı. Güzel bir zamandı. Her şeyin sakince kendiliğinden ilerlediği, hiçbir şeyin zorlanmadan kabul edildiği bir dönemdi. Jesper Bey sakin sakin piyanonun ardına geçip o zamanımın fon müziği ihtiyacını kısa dönem için de olsa karşılamıştı. Bugün pek müzikle alakadar olmadığım son bir sene boyunca playlistime eklediğim gruplara bakınırken adını görünce gülümsedim. Tamam, kabul ediyorum, gülümsemedim ama içimde sadece güzel bir şeyler anımsadığımda oluşan o içten gülümseyiş anında beliren his oluştu.
Jesper Norda İsveç doğumlu. The National'ın Matt'i kıvamında olan tok ve aynı zamanda kırılgan sesi kristal berraklığındaki şarkılarını daha da dinlenebilir kılıyor. Sözleri hayatın kendisi, genellikle bittersweet denen türden. Uyumak, uyanmak, sabah gazetesini alıp kahvaltı yapmak, tüm bunlar bir şarkının sözleri olabiliyor. Her ayrıntı ayrı ayrı bir şarkıya söz oluyor. Jesper o kadar da içten ki üç adet EP'ini bedava dağıtıyor. Beş şarkılık We have the guts bana göre bunların içinde en başarılısı. O EP'den en sevdiğim şarkı tam olarak burada.
Thom Yorke'un kafasına esiyor Glastonbury'de çıkayım diyor. Gidiyor ve insanları bu hale getiriyor. Ayıp ama. Geçen sene bu zamanlara dönmeyi ne çok isterdim diye düşündüm bu görüntüleri izlerken. Nasıl da heyecanlıydım hayatımın en önemli deneyimlerinden birini yaşayacağım için. Hala mutluyum 23 Ağustos 2009'dan beri. Sebebi bu adam ve grubudur. Bir de o.
Neyse. İsterdim ki orada olsaydık seninle, birbirimize sarılıp, biz de katılsaydık o insanlara, yek ağız "Bir dakikalığına kendimizi kaybetseydik"... Sağolsun Onur, sayesinde haberdar oldum bu videodan. Siz de izleyin.
Foals'ın Spanish Sahara'sı kadar hiçbir şarkı etkilemiyor beni son günlerde. Videosu ise dinlerken aklımda canlananlarla uzaktan yakından ilişkili değil ama olsun. Benimkinde "mavi"nin güzel geldiği, denizin parmaklarımdan başladığı bir öğle vakti kahvaltısındaydık; kahvemi içiyorum, uzakları izliyorum...
Sonunda, tam hazırlık bitmişken, tam da birbirimize alışmış, benim sigaramın kokusu onunkine karışmışken, iPod'unun kablosunu bilgisayarımdan çektim ve ağlamak istedim. Dudağımın sol üst kenarında bir nokta.
Ben aslında bu kadar uyumlu, bu kadar sakin, kendiliğinden ilerleyen ilişkilere pek alışkın değilim. Mutlaka bir yerlerinden itilecek, biri diğerini çekecek, diğeri onun canını acıtacak gibi bir pattern var(dı) aklımda. Ama gerçeği öyle değilmiş. Daha doğrusu biliyormuşum ben bu gerçeği ama somewhere between waking and sleeping unutmuşum.
Günlerden bir gün, güzel bir şehirde, bir meydanda, bir parkta otururken şu yukarıdaki fotoğrafı çektim. İkisi de zamandan, meydanın kalabalığından ayrı, kendi hallerinde oturuyorlardı. Adam gazete okuyordu ama kızın bir şey yapmasına gerek yoktu. Belki de kendini en rahat hissettiği yer oraydı. O zaman anladım ve dedim ki kendi kendime, "O"nu bulduğumda omzuna başımı yasladığımda hiçbir şey düşünmeyeceğim, tüm ağırlıklarımı atacağım ve hemen uykuya dalacağım. Böyle biriyle karşılaşırsam ne harika olurdu diye kendi kendime söylendim.
Günlerden dün, yağmur yağıyor. Yorgunum. Yanımda yeşil gözlerine bakmaktan başka bir şey göremediğim o adam var. Taksiye binelim diyoruz. Biniyoruz. Ben ilk iş onun omzuna başımı koyuyorum. Birkaç saniye içinde gözlerim kapanıyor, neredeyse rüya görecek hale geliyorum. Sonra gözlerimi açtığımda, beni saçlarımdan öpüyor. Eve geliyoruz. Her şeyden uzak, dışarda yapan yağmurun sesleriyle yatağa uzanıyoruz. Başımı göğsüne yasladığım andan birkaç saniye sonrası yine zaman ve mekan mefhumundan binlerce mil uzaktayım. Gözümü arada açıyorum. Alnımı öpüyor.
Günlerden bugün. İki saat önce yanımdan ayrılan bu adamı özlediğimi fark ediyorum. Yakınlığın ve içtenliğin verdiği huzur aradaki mesafe arttıkça can acıtıyor ama olsun. Bu şarkıyı dinliyorum bilmem kaçıncı defa. Sözleri çok alakasız hatta bir seri katil için yazılmış ama şu ruh halime o kadar uygun bir ses tonu ve müziği var ki Sufjan Stevens'ın, dayanamayıp gözlerimi tavana dikiyorum ara ara. Nasılsa aklımda güzel imgelerim va. Kimin ihtiyacı olur sözlere, değil mi?
Bir gün beraber elele dolaşırken, bu sokakta dinlemek üzere...
O kadar çok seviyorum ki, ona olan sevgimi anlatmak için, sözcüklerimi başka şeyleri ifade etmek üzere kullanmıyorum, saklıyorum. Ancak bu işe yetiyorlar zaten.
Onun dışında iyilik, güzellik. Koşturmacalı bir dönemden geçecek gibi görünüyorum yine zira planlar programlar bu sene artık tek tek gerçekleştirilmesi gereken zorunluluklar haline geldi. Benim gibi tembellikten karşı koltuktaki sudoku kitabını almaya üşenince elindeki klavyeyle bir şeyler yapmaya razı olan ve bu yazıyı yazmaya başlayan biri için iyi bir şey aslında bu zorunluluk. Hem ayda yılda bir yazmaya başladığım "Imagine Room" için de olumlu bir gelişme bu.
Velhasıl bu aralar müzik okumaktan fazlasıyla sıkılmış olacağım ki, yine eskilere döndüm. Müzik yazıları okumak da birkaç kişinin yazdıkları dışında bana hiçbir şey katmıyor gibi gelmekte. Yazılan yazılara baktığımda ne bir ruh ne de grupla veya şarkılarla ilgili bir ipucu görebiliyorum. Bana göre müzik yazısı yazmak en az müzik yapmak kadar zor bir iş. En azından ben böyle düşünüyorum tabii. Öyle düşünüyorum, çünkü yazarken bir yandan yaratıyı aracı olarak kullanıp yaratıcının dünyasına dahil olmaya çalışıyorsunuz, diğer yandan da dinlediğinizi kendi dünyanızdaki yansımalarıyla ifade etmeye çabalıyorsunuz. İnsana bakıp Tanrı hakkında yorum yapmak, Tanrı'nın insanı yaratmaktaki amacı, sebebi neydi onu bulmaya çalışmaya benziyor. Bir yandan objektif kalmaya çalışıyor diğer yandan da dinledikçe albümün içine boğazınıza kadar batıyorsunuz. Ortaya çıkan şeye bir de okuyucuyu doyuracak ama boğmayacak düzeyde söz konusu müzisyen ve müziğiyle ilgili orada burada bulunmayacak detayları eklemlendirmeye çalışıyor ve tüm bunların homojen bir yapıya sahip olması için çabalıyorsunuz. Evet, burada hakikaten de zor bir işten söz ediyoruz.
Ben bu işi arada sırada zar zor becerebildiğim zamanlarda, kendi hayatımda o sırada olup bitenlerden fazla etkileniyorum sanırım. Ancak zor zamanlarımda kendini ifade etmeye çalışan bir insan olduğum için, son 5-6 aydır oraya buraya hiçbir şey yazmamamın sebebi bu hafta sonu görecek olduğum adam ve onun hayatıma soktuğu son yıllarda hissettiğimin toplamına eşit 5 aylık mutluluktur. Mutlu olunca yazamamak gibi bir yapıya sahip bir insanım maalesef.
Neden mutluluğumu buraya yansıtmadığıma gelince, bunun ana sebebi orada burada birbiriyle sürekli öpüşen, mütemadiyen mutluluk saçan çiftleri gördüğümde onlar adına duyduğum utançtır. Ben public display of affection'dan çok da hazzetmeyen bir insan olarak, bu türden davranışlar yüzümü kızartıyor. Anneler günü yaklaşırken tv kanallarında saat başı çıkan anne temalı bol sayıda reklamı görünce, annesi şu anda hayatta veya onların hayatında olmayan insanları düşünüp üzülmemin ardındaki sebebin ta kendisi var işin özünde. Bir de tabii, mutlu olduğumda bana mutlu hissettirenlere duyduğum minnet ve bunun sonucunda onları da mutlu etme isteğiyle tüm çabamı bunu başarmaya harcamam da bundan sonraki sebeptir. Böylesi daha iyi.
Ha o yüzden, bu aralar ne kelimelerim mutluluğumu anlatmama yetiyor, ne de yetse de anlatasım var. O yüzden ara ara buralara hoşuma giden videolar, müzikler koyup iki kelam edip kaçasım var.
Geçen gün k.'in doğum günüydü. Ona mutlu olması için güzel dileklerde bulunduğum mailımda Phoenix'in 1901 adındaki yazı yaz yapabilecek şarkısına La Blogotheque'in çektiği videoyu yollamıştım. O kadar güzel bir performans olmuş ki bu, orada olsaydım sadece uzaktan izleyerek kötü hissettiğim bir günü kurtarabilirdim.
Ha bir de tabii aynı Phoenix'in geçen gün B.'da kaldığımda izleyip gece gece neredeyse kalkıp dans etmeye başladığımız Saturday Night performansının hakkını yememek lazım. Bu sefer Lisztomania.
Bu aralar dinlediğim hiçbir yeni şarkı beni bunun kadar etkilememişti. New Jersey orijinli Memory Cassette'i özellikle bu şarkı ile dinlerken, odanızı hayaletler basabilir, Air France aklınıza gelebilir ve hatta Boards of Canada'yı bile anımsayabilirsiniz. Ama en çok da o hayaletlere açılan kapının kilidinin bu şarkı olduğuna şaşırıyorsunuz. Kulak zarı üzerinde buz pateni yapan synthleri ile karşınızda Memory Cassette - Asleep at the Party.
Huzur İzlanda'da diyorlar ya hani, doğru diyorlar sanırım. Şu videoyu izledikten sonra, en soğuğu sevmeyen, en Björk'ten nefret eden insanın bile Kristín Björk Kristjánsdóttir'in meleksi sesiyle can verdiği "múm" etkisi yaratan solo projesi Kira Kira'nın meftunu olup, yerleşmek değilse de en azından bir süreliğine oraların havasını suyunu tatmak isteyeceğinden eminim. 2006'daki Skotta ve 2009 başında çıkardığı ikinci albümü Our map to the Monster Olympics ile masal gibi albümlere imza atmış Kristín. Ben de birilerinin mixtapelerinde rastlamıştım bir iki sene önce kendisine. Meso Meso ile de birbirlerine benzetmiştim. Hatta Japon Kira Kira'sı Meso Meso'dur şeklinde yorumlara imza atmıştım. Hatta sonra bir bakmıştım ki Meso Meso'nun Kira Kira diye şarkısı bile var. Neyse kafaları daha çok karıştırmadan, bu bahsi kapayalım ve konumuza dönelim. Son albümden Bless için çekilmiş bu klip. Şarkı ayrı güzel, klip ayrı sevimli. Öyle.
Crystal Antlers'la tanışmam şu anda olmak isteyebileceğim güzel bir yerde, harika bir Ağustos akşamında gerçekleşmişti. Şanslıydım zira böylesi hareketli ve sevimli bir grubu ilk kez canlı olarak dinlemek hoş bir deneyimdi. Sonra bu gece bu videolarına rastladım. Grup yeni çıkardıkları iki şarkısını bedava indirin diyor, benden söylemesi. Yine bol miktarda aniden bağırış çağırış, arka planda hiç bitmeyecek gibi süren uyumlu bir ses karmaşası. Keyboard'daki kızın o salınımları dünmüş gibi gözümün önünde, hala canlı.
Yıllar geçiyor, ki aslında daha iki buçuk sene geçmiş, ben Young Folks'u dinlerken, Unfinished Sympathy'i dinlerken yaşadığıma benzer bir ruh haline daha da çok bürünüyorum. Zamanında bu şarkıyı bana dinletmek isteyen insanları, dinletmek istemeden, amaçsızca kulağıma çalınmasında emeği geçen alakasız insanı düşünüyorum. Sonra sabahın saat 8'inde bir arabanın camından sekerek gözüme gözüme giren saçma sabah ışığının görsel keskinliği ve hissel zayıflığı arasında yol alırken, içimi o soğukta ısıtan tek şey bugün bu şarkı oluyor. Hala her dinlediğimde kollarımı iki yana açıyor, havada salınıyormuşçasına gözlerimi kapatıp dans ettiğimi sanıyorum ama yaptığım şey danstan çok küçük bir çocuğun ritmsiz hareketlerine benziyor. Her dersten önce ve dersten sonra bir kez olmak üzere günde 10 doz alınabiliyor. Neyse ki bağımlılığım olan şarkıların içinde en tehlikesizi bu ve doz aşımı beklenmedik etkilere yol açmıyor. "Idiot, slow down, slow down."
Efendim, son zamanlarda üzerime iyiden iyiye çöken bu rehavetin sonu nereye varacak ben de bilemiyorum. Bir yandan hissettiklerimi o ana hissedip tüketiyor olmanın verdiği boşluklar beni rahatlatırken bir yandan da buraya aktardığım ve aktaracağım şeyleri sadece his ile sınırlandırmış olduğum düşüncesi sinirlerimi hoplatmaya yetmekte. Geçen gün de birisinin hafıza kaybı yaşayan insanların kendileriyle ilgili hiçbir şey hatırlamamaları ve huylarını, kişiliklerini kaybetmelerini eninde sonunda ruh denen şeyin olmadığı sonucuna bağlaması o anda sabahın 10'a 10 kalasında suratımda anlamsız bir ifadeye yol açtı zaten. Hiçbir şey demedim. Öylece tatminsiz bi ifade ile suratına baktım durdum adamın. Bu ara öylesine surata bakmalara doyamıyorum. "My mind is going. There is no question about it. I can feel it. I can feel it. I can feel it. I'm a..fraid."
Yeni müzikler dinleyeceğim günlerin yakında olduğunu düşünüyor ve fakat zamanını kestiremiyorum. Çok da umurumda değil gibi bir tavır içerisindeyim müziğe karşı. Tembellik yapmaya çok alıştım zaten. Reader'ım iyice çöplüğe döndü. Canım sıkıldığında açıp bir iki bir şey okuyorum, paylaşıyorum. Onun dışında birkaç item'a baktıktan sonra +1000 olanlara yukarıdaki panelden "mark all as read" diyerek, üzerimdeki yükü hafifletiyorum. İyi oluyor tavsiye ederim.
"x 80lerde bitti", "y 90larda bitti" diyen insanlardan ise hiç hazzetmiyorum. Kendisini olduğu ana uydurmayınca, zamanında uydurabildiği anlara kendini kapamış insanların tüm dünyayı da o zaman dilimlerine hapsetmesinde hiçbir ulvilik, hiçbir akılcılık göremiyorum. 90lardaki müziği hiçbir müziğe değişememem ve değişemeyecek olduğumu düşünmem bile bana "Müzik 90larda bitti" dedirtmiyorsa, hiç kimse böyle cümleler kurmamalı, bir şeyleri böyle tanımlayıp, sınırlamamalı bence. Bence tabii. En nihayetinde annesine göre liberal, sevgilisine göre faşist, pek de omurgalı görünmeyen bir insanım.
Neyse, aslında esas soru şu: Yarına nereye gitsem, D.'a doğum günü hediyesi ne alsam? Bu da zaten benim gibi tam da ayağının altındaki yer sallanmadıkça dünya umurunda olmayan birinin derdi olabilirdi ve dünyadaki tüm sorunlardan bu ara seçe seçe bunları seçtim kendime. Ha bir de kulaklıklarımı tamire götürmem lazım ki inanmayabilirsiniz ama bu, yazıyı yazma sebebimdi. Hatırladığım iyi oldu. "You ask me where the hell I'm going at thousand feet per second?"
"I've been told to give up the ghost, in your arms, in your arms" demiş ve bu zamanlarıma ne güzel fon müziği yapmış Thom. Her zamanki gibi çok düşünceli.
Garip, eksik, yamalı, buruşuk, yaralı, çizilmiş, yırtılmış gibi sıfatlar geliyor aklıma Xiu Xiu denince. Grubun geçmişine çok hakim olmamamı mazur görün, ben ne zaman "Şu Şu" dense, kulaklarımı o yöne çevirmiş ve fakat onlara olan o ilgimi sabit tutamamış, bu anlamda tembelliğimin ve dağınık aklımın kurbanı olmuş biriyim. Birkaç şarkı, hoşuma giden ve gitmeyen birkaç söz ile sınırlı sanki grupla ilgili hafızamdaki her şey. Ha bir de Parenthetical Girls'ten Zac Pennington ile Jamie Stewart'ın beraber çalışmaları aklıma kazınmış. Her neyse, lafı bugün hiç uzatmak istemeyip yine sakız gibi uzatıyorum, son albümleri olan "Dear God, I Hate Myself"i ise bu müzik isteksizliği dönemimde hemen indirip dinledim. İlk dinleyişlerde bir türlü içine dahil olamadığım bir dünyaya girmeye zorlanıyormuşum ama içerden de grup beni şarkılarıyla dışarı atıyormuş gibi geldiğinden, orada burada muhtelif kişilere albümün vasat olduğu yalanını söylemişim de haberim yokmuş. Meğerse grup tarafından dışlanmamdan kaynaklanan hasetimden öyle demişim. Aramızdaki husumeti sonlandırdıktan sonra, onlara bir alıştım ki sormayın. Gün aşırı ziyaret ediyoruz grupla birbirimizi. Dinledikçe daha da güzelleşen albüm klişesi bir tarafa, prematüre dinleyişlerden sonra şarkılarla albümü dinleyecek olgunluğa ulaşan kulaklar gerekiyor bu grubu kavrayabilmek için, ki kavrayamadan da sevilmiyorlar zaten. En son bu sabah Pitchfork'ta albümün ikinci single'ı olan Grey Death (Kill Rock Stars) için en az grubun kendisi kadar ilginç bir klip yapılmış. Bugün baltayla onlara gidiyorum, klipte başaramadıkları birbirlerini öldürme işini ben halledeyim diyorum. Eh boşuna dememiş atalarımız, a friend in need is a friend indeed.
"Oha son üç ayda Radiohead'den fazla dinlemişim" dediğim gruptur The XX. Sağolsunlar benle beraber etrafımdakilere kısa sürede (Intro'yu düşünürsek bu süre ortalama iki dakika sekiz saniye) bulaşmayı başardılar. Artık herkes işte, evlerde bu grubu dinliyor son dört beş aydır. Her ne kadar onları canlı dinlemek gibi bir istek içine sokamasalar da beni, yine de orada burada gördüğümde kulak kabartıyor, gözlerimi dikip izliyorum. Pitchfork'un Surveillance serisinden iki şarkılık, 11 dakikalık The XX minimini konseri de bunlardan biriydi. Benim içim bayıldı bazı bazı haberiniz olsun. Ayrıca son olarak söylemek isterim ki 2009'da üstün başarı ödülü vermek istediğim bu grubun buralara konser için davet edildiğinde istediği para, senelerdir başarısını devam ettiren ve getirilse baya sükse yapacağı bilinen grupların birkaç katıymış. Yavaş gelsinler diyesi geliyor bazen insanın.
Portland nasıl bir memleket ise, oradan çıkan her şey dinlenesi oluyor sanki. Yine bir Portland grubu olan Luke Wyland'in projesi Au'dan daha önce bahsetmiştim. Baterist olan Dana Valatka ve Luke'un bir arada sürdürdükleri bu proje benim o zamanki deyimimle tertemiz bir müzik icra etmekteydiler. Au ve Verbs adında iki LP çıkarmış olan Au en son Amerika'da Ekim 2009'da Versions adında bir adet EP çıkarmışlar da haberim olmamış her nasılsa. Tabii bir süredir yeni müzik bulmak için pek de blog eşelemediğim düşünülürse çok doğal bu aslında. Bu EP'de ilk iki albümlerinden birkaç şarkının yeniden yorumlanması ve yeni birkaç şarkıdan fazlası yok. Bir de klipleri var Ida Walked Away (Aagoo) adlı şarkıları için Tokyo'lu yönetmen Takafumi Tsuchiya'nın çektiği. İzledim, yine kaleodoskopik müziklerine yakışır bir klip olmuş. Renkler, kareler, üçgenler, hepsi bir arada Kandinsky'e selam yolluyor gibi.
O halde nce klibi izleyin, ilginizi çekerse Luke'un kendilerini tanıttığı diğer videoya da göz atın.
Liars dinlerken kendimi ufak bir erkek çocuğu gibi hissettiğimi söylemişimdir buralarda çok kez. Bu sefer öyle olmadı ama bu demek değil ki sevmedim, sevmeyeceğim. The Sisterworld'un ilk klibi Scissor, taşın makası ve hatta diğer bir çok şeyi nasıl kırabildiğine örnek teşkil etmekte. Saçmalamayayım da izleyin.
Uzuuunca bir süre buralara yine uğramadım ama hissediyorum ki yazacak şeyler birikiyor. Bir süredir ketum ketum hayatıma devam etme sebebim, zaten buralara yansıttığım zaman bazı şeylerin her nedense anlamını yitirmesi oluyor ki bunu istemiyorum. Yaşadığım her şey öyle değerli geliyor ki, uzun süredir aklımın köşesinden geçmeyecek kadar hoş hislerin etrafımı sardığı bu dönemi an an, tek tek, içi pamuklarla doldurulmuş kutularda saklamak istiyorum. Bazı anlar var ki onlar daha değerli. Onlar için ayrı uygulamalarım var ama bundan bahsetmeyelim şimdi.
Eh peki neyden bahsedelim? Onu da bilemiyorum. Hayatımın önemli bir kısmını oluşturan müzik konusunda pek iştahlı olmadığım bir dönemi geride bıraktığımı düşünüyorum. Aslında şu anda Beach House'un Teen Dream'ini review etmem gerekiyor ama buralarda kafamı toplayana kadar alıştırma yapıyorum.
Artık bazı defterleri de atmam gerektiğini fark ettim az önce de. Eskiye dair çok sevilen insanlara yazılan yazılar yazıldığı anda o güzelliği dillendirmekten mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama her şeyi bir anda yerle bir edebiliyor. Şimdi çok sevilene bir şeyler yazmak o kadar korkutuyor ki... Ona yollanmayacak veya daha sonradan gösterilmesi için tutulan hiçbir defterim olmasın. Ya her şey anında ona gösterilsin, okutulsun, ya da hiç yazılmadan dursun öyle, yeri geldiğinde kullanılsın istiyorum. Nasıl ki sürekli kendimi eleştirerek içimde tuttuğum o olumsuz his kütlesinin yapısını bozarak kendimi rahatlatıyor ve anlamsızlaşana ve ben sıkılana kadar mıncıklayıp, şekilsiz amorf bir kütleye dönüştürüyorum, aynısını olumlu his yumakları için de yapabildiğimi fark etmiş bulunmaktayım. Ne kadar fazla söz, ifade ve "o"na iletilmemiş yazı, o kadar üzüntü, o kadar yapıbozumu, o kadar anlamsızlık ve sonrasında gelen hayal kırıklığı demek benim için.
Öte yandan şu anda yine dinlemeye başladığım Teen Dream ise beni Beach House'u ilk duyduğum ve dinleyip çok da kendime eklemlendiremediğim zamanları hatırlatıyor. Aslında grubun Devotion'dan bu yana yaptıkları köklü bir değişiklik olmamasına rağmen, benim onları bu kadar içime sığdıramamam belki de biraz da kişisel sebeplere dayanıyor. Ya tamam en azından bir kısmı kişisel diyelim. Bir de o dönemde bir Besnard Lakes vardı... Hala da varlar. Her dinlediğimde tüylerimi diken diken eden o şarkılarıyla bana garip zamanları hatırlatıyorlar. Sanırım o yüzden ben Besnard Lakes'le sürekli bir karşılaştırma yapma gereği hissediyorum grubu. Ayrıca ikisinin de isimlerinin iki kelimeden oluşup aynı harf ile başlaması hiç de yabana atılacak bir benzerlik değil bence. Neyse, işte taa o ilk kez Devotion kulağıma çalındığındaki ruh halim Beach House'un o hayalci, pembe bulutlu köpük dünyasının içinde kendine yer bulamadı. Devotion'ın kapısından içeri girdiğim gibi kendime oturacak bir yer aramıştım en rahatsızından, ama maalesef yeteri kadar rahatsızı yoktu. Aksine sıcacık ufak bir oda, birbirini seven insanlar, yanaklarındaki mutluluk emaresi solgun bir pembenin ardından şarkılar mırıldanıyorlardı. Şömineyi de unutmamak lazım. Bana da rahat bir koltuk düşmüştü ama benim istediğim bir Schiele figürü gibi beni huzursuz ve "köşeli" pozisyonlara sokabilecek yamuk iskemlelerdi en fazla. İçim daha fazla huzuru kaldıramayınca, birkaç şarkı dinleyip çıkmıştım. Kendimi kapı komşuları Besnard Lakes'e atmıştım da, onlar istediğim türden bir konforsuzluğu tedarik etmişlerdi bana.
Geçen seneydi, Beach House gözüme bir güzel göründü bir güzel göründü sormayın. Birkaç kez üst üste şarkılarını dinleyince, "canım" falan demeye başladım hatta. Onlar da iyi insanlar, hiç surat asmadan beni yeniden aralarına aldılar. Sonra bir haber geldi, bizimkiler ilk gençlik rüyaları görmeye başlamışlar. Bu rüyaları sabah uyandıklarında hiç üşenmeyip defterlerine yazmışlar, yorumlar yapmışlar. Sonra da başkalarına anlatalım, belki onlar bir anlam verirler diye şarkı haline getirip albüm çıkarmışlar. Dinlemeye başladığım anda pek sevdim ben de. Hemen aradım, bazı rüyalar üzerine yorumlar yaptım. Çaktırmadan mutlu görünen şarkıların ardındaki sözleri eşeledim, içlerinden çıkan garip görünümlü yaratıkları kovaladım. Ortaya çıkan sonuçtan da umuyorum ki bugün bir yazı yazacağım.
Artık daha fazla erteleyemeyeceğim bir review beni beklemekte o yüzden biz (Beach House ve ben) size sevgiler diliyoruz ves onra tekrar görüşmek üzere diyoruz.
Bu aralar bu şarkıyı sık sık dinliyorum, onu düşünüyorum, gülümsüyorum. Şarkıları etiketleme huyumdan vazgeçemiyorum çünkü onun gözleri, benim gülümsemem, "biz"e etiketlenen şarkılarla daha içten. Ben şarkının başlıktaki kısmını "queendom" ve "his" olarak değiştiriyorum, o ise olduğu gibi bırakıyor ve "all my riches for her smiles when I slept so soft against her..." diyor. Bazen şaşırıyor, ne diyeceğimi bilemeyip, yüzümü battaniyemin ardında saklıyorum.
İstanbul, Modeselektor derken güzel bir haftasonunun daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Pazartesi ilk işi işe gelmek olan ben, divina (siz kim?), şu anda uykusuzluktan sürünüyorum, öte yandan buraları da boş bırakmamak için elimden geleni yapıyorum her nedense.
Sevgili Modeselektor beyler Gernot ve Sebastian pek bir sevimli halleriyle Cumartesi gecesi iki saat rötarla çıktıkları Otto Santral sahnesinden herkesi zıplattılar. Thy'a bok atmalarına rağmen çıkış saatlerinde rötar ile arada homurdanmama sebep oldular ama olsun, hukukumuz var kendileriyle ne de olsa. Çıktıkları anda beni durmadan dans ettiren eğlenceli bir set ile karşımızdalardı. Genelde albümden çalan bu insanların yaptığı en heyecan verici şey Björk'un Dull Flame of Desire'ını söylemeleriydi sanırım. Sebastian'ın Radiohead t-shirt'ü ile çıktığı sahnede çıldırıp bir anda mikrofonu alıp Björk olarak playback yapması ve bu şarkıdaki Antony kısımlarını da Gernot'nun kafasındaki salak bereyle icra etmesiydi. O sırada pantolonlar çıkarıldı, fırlatıldı hatta. Ha tabii patlatılan ve kafamıza kafamıza yağan şampanyaları unutmamak lazım. İsterdim ki Moderat da çalsınlar biraz daha çıldıralım ama 1,5 saat sonra "Hadi artık gidelim" diye söylenen ve zerre kadar elektronik müzik hevesi taşımayan sevgilinin sevimliliğine dayanamayıp çıktık. Röportajı yapmaktan bile vazgeçmiştim, düşün. Sonrasıysa biraz orada burada oturup, güzel sohbetler etmekti. O kısımlar bana kalsın ama söyleyeyim çok güzeldi. Hatta o kadar güzeldi ki içeride devam eden konserin ışıkları ve sesleri beni içeriye delice çağırsa da, ben olduğum yerde durup yeşil gözlü bir adamı dinledim. Bir daha olsa bir daha dinlerim.
Şimdilik güzel bir uykudaymışım ama bir gün mutlaka uyanacakmışım gibi davranmaktan kendimi alamadığım vakitlerdeyim. İçimdeki şüphelerin hepsini tek tek yok eden bir adama karşı nasıl o kadar sert olunabilinir ki zaten diye kendimi avutuyorum ama bir yandan da sürekli tetikteyim. Kolay olmuyor bunca zaman saçmalıklarla uğraşıp şimdi normal bir şeyler yaşayabiliyor olduğum gerçeğine uyanmak. Uyanayım ama gördüğüm rüya olmasın bence. Yani bence.
Astro.com sayesinde geri döndüm. Hepinize mutlu yıllar ama aslında amacım kimsenin geçmiş yeni yılını kutlamak değil. Zaten geçmiş yeni yıl diye bir şey de olmaz ama bir an için yediniz değil mi?
Neyse amacım, şunu şuraya iliştirmek ki astro'nun ne kadar manyak bir site olduğunu kendime zamanı geldiğinde hatırlatmak. Her cümlesi birebir doğru olan bir koca paragraf günlük burç yorumu bu. Benim chart'ıma göre düzenlenmiş, o yüzden siz okumasanız da olur. Ama merak salıp, siteye gidip kendinizinkini çıkarırsanız, her gün bu kadar olmasa da adamakıllı yorumlar okuyabilirsiniz. Mesela bu gece Modeselektor konseri/röportajı (umarım) ve aslında o bahaneyle sevgiliyi görmek için İstanbul'a doğru yola çıkıyorum. Gidip bayadır sevmediğim İstanbul ile belki kaynaşabiliriz diyordum ve Y. da bana görmediğim yerleri göstermeyi istiyordu ki bunu okudum. Çüş, oha ve bilumum şaşkınlık nidalarıyla, şöyle:
"A pleasure trip Valid during several weeks: This would be a good time to see an art exhibit that challenges your preconceived views about what is beautiful. Probably this will be entertaining rather than unsettling, and you will experience something new. Or you might go to a concert that features music entirely different from anything you have ever heard. This influence can signify a long and enjoyable pleasure trip. You will derive the most benefit from a trip to a place you have never seen before, where you can encounter something totally new. This is a fine time for a vacation. Your experience may be broadened through a loved one who shows you new things. Or something may happen that will teach you more about your relationship, not to disturb you but to increase your insight.
The interpretation above is for your transit selected for today: Venus in the 9th House, 9, activity period from 8 January 2010 to 26 January 2010"