Çarşamba, Ekim 01, 2008

The Blue Notebooks

Artık eve geliş ve işe gidişlerde düşünebiliyordum son bir iki aydır yoğunluktan dolayı. Yine geçen hafta eskiden bir soru gelmişti bana o aklıma geldi. Şöyleydi:

- Birileri "Ya müzik dinleyeceksin, ya da film izleyeceksin; birini seç, diğerini yapamayacaksın" diye sorsa hangisini yapmayı isterdin?

Ben de "Müzik dinlemeyi tercih ederim çünkü nasılsa artık kurgu da okuyamıyorum zira kurgunun bana bir şey kattığını pek düşünmüyorum. Herhangi bir müzikle kendi kendime bir çok kurgu yaratabilirim. İzlemem gerekmiyor illa ki hayalgücümün tetiklenmesi için" gibi bir cevap vermiştim.

Sonra aynı kişi bana "Ben film izlemeyi tercih ederdim çünkü nasılsa filmlerin Soundtrackleri var. Böylece hem film izlerim hem de izlerken, müzik dinlemiş olurum" gibi bir cevap vermişti. Pek mantıklıydı ama bu kısıtlamayı bana getiren kişiler büyük ihtimalle filmlerdeki müzikleri de yokederler gibi düşündüğümden yine de sevmemiştim o cevabı. Hem en az benim kadar müzik sevdiğini bildiğim bir insanın müzik dinlemeyi film izlemeye kurban etmesi ilginç gelmişti zira bu kişi müzisyen de değildi ki müzik dinlemediği zamanlarda güzel müzikler yaratsın kendi içinde ve bundan zevk alabilsindi.

Bunun dışında ayrıca film izlemeye gerek de yok bir kurgunun içinde kendini bulmak için bence. Demek istediğim, kitap okursun ve kitabın insanda tetiklediği o yaratıcı güç kişiyi özgür bile kılabilir bir çok açıdan. İzlerken gördüğüne bağlısın. Hayalgücün gördüklerini referans noktası alır. Evet bu referans noktaları bazı yönetmenlerce şahane kurgulanmış olabiliyorlar, buna bir şey diyemiyorum. Hem ikimiz müzisyen olmadığımız gibi yönetmen de değildik; ama olsundu... Yani hayatın içinde yaşarken bile bazı durumların ayrımına varıldığında çok ince ayrıntılar bizi o yönetmenlerce çekilmiş filmlerdeki kadar estetize edilmiş ve mükemmel hale getirilmiş kurguları yaşamaya yönlendirmez belki ama o kurgunun içinde, onu yaşamak için başka biriyle (aktör) kendimizi özdeşleştirme ihtiyacı duymayışımız, her şeyi ilk elden yaşıyor oluşumuz, yani kısacası her şeyi birebir deneyimlememiz film izlerken kazandığımız deneyimlerden çok daha değerli diye düşünüyorum. Film izlemeyerek aç bıraktığım o tarafımı doyuracak hayatıma dair onun içinden kurgularım olabilmeli çünkü. Eğer olamayacaksa yaşamanın bir anlamı yok sanki.

Bu nedenle eve gelirken bunları anımsamış ve düşünmüş olmamın nedeniyse kendi kendime yönelttiğim "Şu anda kör mü olmayı yoksa sağır mı olmayı tercih ederdin?" gibi bir soruya (evet ben bazen ve hatta çokça böyle şeyleri kendime soracak kadar saçma biriyim), "Tabii ki kör olmayı" şeklinde verdiğim cevaptı. Sonra bir anda aklım bu üstte yazdığım ana gitti. O cevabı tekrar düşündüm. O sorunun cevabıyla, bu sorunun cevabı çok aynıymış dedim. Hatta görmeyince insan daha bile özgür olabilir diye düşündüm zira gördüklerimiz bizi genelde yanıltır ama nedense görmediğimize inanamayız da.

Hem Max Richter Kafka'nın The Blue Octavo Notebooks'undan öyle güzel bir yeri alıntılamış ve The Blue Notebooks adlı şaheserinde kullanmış ki, bu konunun üstüne yazmadan edemedim. Şöyle:

"Everyone carries a room about inside them. This fact can be proved by means of the sense of hearing. If someone walks fast and one pricks up one's ears and listens, say at night, when everything round about is quiet, one hears, for instance, the rattling of a mirror not quite firmly fastened to the wall."

O odayı çok seviyorum ben.

2 saçmalayan daha çıktı:

Adsız dedi ki...

hiç olmamış diyor ve kaçıyoruz ıyyyyy:DDD

divina dedi ki...

:) kaçınız efendim tabii.