Eskiden, birkaç sene önce bir hikaye duymuştum. Bu hikaye, yanyana iki kapı pervazına oturup, üstlerindeki cam tavandan ayı izleyen iki kişiye aitti. Uyanırlardı. Uyanır uyanmaz yerlerini alırlardı. Ellerinde kitaplar, arada birbirlerine bakar, geri kalan zamanlarında da gökyüzünü izlerlerdi. Öyle güzel bir hikayeydi ki eşi benzeri olmadığının bilincindelerdi yaşadıkları hiçbir şeyin. Güzel plaklardan güzel şarkılar dinlerlerdi; gecenin bir yarısı uyanır sokaklarda dolanırlardı. Durmadan konuşurlardı. Akıllarının işleyişi o kadar uyumluydu ki birbirine, biri bir kelime söylediğinde o kelimeye ait söyleyenin evrenindeki yerler dinleyeninkiyle tıpatıp aynıydı. Açıklama ihtiyacı hissetmezlerdi hiçbir sözün ardını o yüzden. Birbirlerinden başka kimsenin onları daha iyi anlayamayacağını bilen iki kişilerdi onlar. Hala varlar ama o zamanlar ona o kadar inanırlardı ki, olan biten her şey bu inancın yüzeyinde on kat daha büyük yaşanırdı. Aslında aynı inanç onların sonlarını da hazırlamıştı diye düşünmüştüm sonraları. Çünkü şu gösterdiği objeleri olağan hallerinden on kat daha büyük gösteren aynaların yanılsamasının bir türüydü bir yandan o inanç. O inanç olmasaydı o kadar pırıltılı yaşayamazlardı hiçbir şeyi belki ama aynı inançla da ilerlemeleri imkansızdı. Mutlaka objenin kendisiyle tanışacak ve gördükleri onları şaşırtacak ve hayalkırıklığına uğratacaktı. Hikayenin sonunda hayalkırıklığına uğramışlardı zaten tam dediğim gibi. Birbirlerine olan benzerlikleri onları birbirlerinden ayrılamaz kılmıştı ama aynı benzerlikler gerçeklerle yüzleşme anlarında birbirlerinden ayırmıştı büyük bir hızla. Onları bir arada tutan o çekim artık aynı kuvvetle onları zıt yönlere itelemişti. Sonra büyüyüp tekrardan karşılaştıklarında, uzunca bir aradan ve hayalkırıklığının ağızda bıraktığı paslı tadı geride bıraktıktan veya artık umursamamaya başladıktan hemen sonra, karşılıklı duydukları sevginin hiç tükenmemiş olduğunu, hala ilk zamanki gibi sapasağlam durduğunu görmüşler ve paramparça olmasından tek bir rahatsızlık bile duymadıkları inançları ve aksine onları gerçeğe daha da yakın kılan inançsızlıklarıyla ilişkilerine devam etmişlerdi sonsuza dek. Her şey hep olması gereken yerdeydi çünkü. Mutlulardı.
Bugün tekrar bu hikayedeki karakterlerden biri olup olamayacağımı düşündüm ara ara. İnanç hakikaten de sağlıksız bir şey diye sayıkladım kendi kendime. İnsanı, olmayan demeyelim de olan ama aslında onun ışığında daha büyük görünen bazı şeylere nasıl da bağlıyor dedim. Bir şeylere delice bağlanmanın ön koşulu inanç ise, hayatında tek bir şeye inanmayıp da başına yıllar sonra gelen en güzel şeye olması gerekenden daha fazla değer vererek hayatının deneyimini kazanmış ve uzun vadede geri dönüp baktığında değer verilen bu şeyin hayatlarındaki bu en sevdikleri hatayı (bkz: my favourite mistake) yine olsa yine yapacağını bilen ama yapacağını hissettiği anda birdenbire korkudan afallayan, ne yapacağını şaşıran benim gibi kaç insan vardır diye düşündüğümde, sadece etrafımdaki insanlardan edindiğim sonuçlardan hiç de yalnız olmadığımı anladım.
Bu sefer "This time I'm gonna keep me all to myself" diyen Björk'ün sözünü dinleyeceğim sanırım -ki kendisi şöyle de diyebiliyor bazen
"undo : if you're bleeding
undo : if you're sweating
undo : if you're crying".
Hayatıma korkak adımlarla devam etmenin bedeli nefes aldığım halde yaşamıyormuş gibi hissetmek halbuki ama beni bu adımlardan vazgeçirecek kadar gerçek ve o haliyle bile kocaman bir şey çıkana kadar zaman öldüreceğim Thom'un dediği gibi. Arada Björk izlerken yaşıyor olduğumu hissetmek istiyorum. Bu da bana bir süre yeter sanırım.
Çok sevip bir o kadar da sinir olduğum bir anane-babanne lafını alıntılayarak bitirmek istiyorum bu yazıyı:
"Hayırlısı..."
sesli meram 489 -- վիճակվել
2 gün önce