Pazar, Haziran 01, 2008

"Dear brothers and sisters, Dear enemies and friends,

Why are we all so alone here? All we need is a little more hope, a little more joy."

Bazen kendi kendimi öyle büyük hayalkırıklığına uğratıyorum ki, başkasına gerek bile kalmıyor. Bana yapılan her şeyi unutabiliyorum kendime yaşattığım bu hayalkırıklığı karşısında. Başka şansım da kalmıyor çünkü.

Bu haftasonunu sinemaya ayırmışım farkında bile olmadan. Cuma akşamı Sex and The City'e gittik U. ile önce. Çılgın bir dokuz kişilik kadın grubunun hemen arkasında oturmak bu tür kadınlara yönelik filmlerde apayrı bir deneyim kazandırıyormuş insana bunu anladık. Zaten daha reklam kısmında belliydi neler olacağı. Her şeyle ilgili bir yorum yapmak zorunda hisseden bu kadınlar, en olmadık yerlerde de kahkahayı patlatıp bağıra çağıra birbirleriyle konuşuyorlardı. Bu filme giderken gişe civarlarında sıra sıra kadın görürseniz gitmeyin. Daha sakin bir zamanı bekleyin. En ufacık espride bile kahkaha patlatabiliyor ve sinirlerinizi hoplatabiliyorlar zira.

Filme gelecek olursak tüm filmi yarım saate sığdırıp harika bir final yapabilirlermiş. Çok büyük beklentim zaten yoktu ama bu film biraz fazla uzun çıktı. Onun dışında klasik dörtlümüzün muhteşem diyalogları pek yoktu ki bu kadınları 2 saat boyunca bir restoranda konuşurken izleyebilirim diyen bir kadın olarak bunu filmin en büyük eksiği olarak buraya koyayım. Artılarına gelince yine güzel kıyafetler, ayakkabılar vardı. "Witty" diyalogların eksikliğinden içinde bulunulan durumlara güldük ki Carrie'yi ilk kez o mor gözler ve makyajsız bitik bir suratla gördük sanırım. Bu filmin ve dizinin tarihinde gerçeğe en yakın anlardan biriydi de. Ha bir de tabii birden çok sahnede ilk kez Carrie'yi aynı ayakkabılarla gördük. Bu da epey gerçekçiydi. Kimin her gün için ayrı Manolo'su var ki? Velhasıl Sex and The City fena sayılmayacak bir filmle sona erdi. Herkesin Mr. Big'iyle karşılaşması ve sürüne sürüne de olsa mutluluğu yakalayabilmesi dileğimle bu paragrafı burada sonlandırıyorum.

Onun dışında Michael Haneke'nin Funny Games'ini gördük U. ile yine. O tabii ki daha da başarılı bir filmdi. Zaten iki filmi kıyaslamak da aptallık ya neyse. Nezaketin içimi bu kadar sıktığı, beni bu kadar gerdiği başka bir durum olmamıştı. Bu film bu konuda sınırları aştı. Birinin orasını burasını kırıp hemen sonrasında onu olabilecek en rahat yere taşıyıp, kırıklarını düzeltmeye çalışmak bunu yaparken bile özür dilemek ve olanca özeni göstermek gibi bir şey bu film. İnsanın survival modundayken ne kadar da acımasız görünebileceğini izleyicinin içini daralta daralta öyle güzel vermiş ki Haneke, filmden sonra birilerine içini dökmemek ve tamamen dürüst olmamak imkansız. Çırılçıplak kalmak istiyorsunuz. Ha bir de Lafalimpics Olimpiyatları'nda Gerçek Kötüler'i tutanlardansanız zevkten zevke koşabilirsiniz filmi izlerken. Ayrıca filme uygun kıyafetlerle bu filmi izlemek de ilginçti. Pek tematiktim tesadüfen ve bu detayı atlamak istemedim.

Dün filmden sonra Haziran'a ve dolayısıyla yaz mevsimine girerken ve hatta dört kişi Nada shotları devirirken, geçen seneki yaza girişimi anımsadım. Buraya da yazmış olmalıyım hatta bir şeyler. A Silver Mount Zion'ın Built Then Burnt'unu dinliyordum balkonumda ki balkonumu bu sene hala kullanıma açmadım. Ay gökyüzünde sokağı aydınlatan tek şeydi gibi anımsıyorum. Ve hatta kendisini koca bir ağacın ardına saklanırken izlemiştim. Canım hafiften sıkkındı. Keşke o zamanların sıkkınlığını daha derin analiz edebilseymişim, şimdiye balkonumda oturuyor olurdum belki de dedim kendi kendime.

Sonra evime geldim. yatağıma uzandım. Telefonla oynadım. Hoşuma gitmeyen bir şeyler oldu arada. Sabah kalktığımda telefonumu yerde buldum. Tam olması ve tam olmam gereken yerde diye düşündüm. Üzerimi giyindim, hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıktım.

1 saçmalayan daha çıktı:

Ayça dedi ki...

aaaaa dimi gerçek kötüler diye bişi vardııı :)