Çarşamba, Haziran 04, 2008

"etcetera etcetera..."

Gereğinden fazla kas yapmış insanların akıllarının gereğinden az çalıştığını daha doğrusu akıllarını gereğinden az kullandığını düşünürdüm hep. Gittiğim spor salonunda da bu tip insanlardan gördükçe bu düşünce daha da fazla aklıma gelmeye başladı. Eh tabii haftada 5 defa spora giden bir insan olarak epey de sık geliyor düşünce aklıma takdir edersiniz ki.

Velhasıl bugün yine yürürken ama yerimde dururken, yine bu düşünceyle karşılaştım aynadan bu insanlardan birini görünce. Her aklıma geldiğinde bir şeyler eklemek ve hatta bu salak genellemeyi aşmak için bir şeyler yapmaya çalışıyorum fakat sonuç hep hüsran oluyor. Bugünse bu genellemeyi çürütmek bir kenara güçlendirecek bir şeyin farkına vardım. Farkına vardığım şeyse spora gittiğimden beri düşünme eyleminden epeyce uzaklaştığımdı. Eskiden olsa bu kadar sık aklıma gelen bir şeyi mutlaka modifiye ederdim. Genellemeye tabii tutulan insanların arasından öyle olmayanları bulmaya çalışıp, bulup genellemeyi delik deşik edecek argümanlar yaratmaya çalışırdım. Ama son bir haftadır aklımdaki hiçbir konuyla ilgili hiçbir gelişme olmuş değil. Zaten düşünmüyorum da. Aslında geldiğim şu nokta da yaptığım bu genellemeyi desteklese de bir düşünce ürünü. O halde bir önceki cümlenin öznesini "-di"li geçmiş zamanda mı kullanmalıydım. Hmm...

Kendinden ödün vermeyen insanlara geçiş yapmak istedim şimdi de kendimi yazarken durduramadığım bu post'ta. Kendinden ödün vermeyen insanların her zaman yalnız kaldığı gibi bir izlenimim de var. Bu genellemede bana yardımcı olmuş şeyler tabii ki benim dünyamdan argümanlar. Benim dnyam dediğim şey toplasan 200 kişiyi geçmez ama her nasılsa o 200 kişiden yalnız olmayanlar hep verdikleri tavizlerden yakınıyorlar. Yalnız olanların bir kısmı geçmiş (farkındaysanız geçmiş dedim) ilişkileri sırasında kendilerinden ödün vermedikleri için epeyce mutlu ama yalnız görünürken; diğer kısmı "ulan keşke vişneli dondurma yemem deyip o güzel ortamı bozmasaydım şimdi bu halde olmayacaktık" tadına cümlelerle karşıma çıkıyorlar. Neyin daha iyi olduğunu da bilmiyorum ama sanırım ben ödün vermeyenlerle ödün verenlerin arasındayım. Yani aslında durum daha çok şöyle olsa gerek; ilişki içinde karşı tarafı sevdiğim kadar ödün veriyorum ama ödün verirken de mızıldamıyorum şu anda yalnız olmayanların yaptığı gibi. Bir yandan da geçmişe bakıp ödün vermediğim için mutlu olduğum durumlar varken, "keşke o taksiden inseymişim o öyle dediğinde" diyip içimi yiyip bitirmiş tavizlerim de olmuş. Peki bu durumda ben neden yalnızım diye düşünüyorum. Sanırım iki insanı bir arada tutan şey, verilen tavizleri birbirlerinin gözünün içine sokmaları. Bunu yaptıkça ilişkiyi lanet okuyarak da olsa devam ettirme ve "bana bunu yaptı ben de şöyle yapayım bari" gibi bir mantıkla ilerletme gibi bir olasılığı oluyor insanların. Benim gibilerin yalnız kalmalarının nedeni ise bu noktada verdikleri ödünleri sarıp sarmalayıp kendilerinin bile görmeyeceği bir yere gömmeleridir diye düşünüyorum olsa olsa. Saçmalıyor da olabilirim ki kuvvetle ihtimal öyle. Neyse... "Yalnız birey güçlü birey", "Başkaları cehennemdir" gibi sözlerle bu paragrafı sonlandırayım hiç de tasvip etmediğim bir şekilde.

Bir de çok yakınımda gözlemlediğim bir şey var, sık sık canımı sıkan. O da tatmin olmayan ve/veya şükretmeyi bilmeyen insanlar. İşlerini görünceye kadar sana iyi davranan, işleri bitince de "aa zaten ben o yaptığın şeyi bir çok kere gözden geçirip türlü türlü yeni şeyler ekledim. Çok harika oldu" diyen ve teşekkür bile etmeden başka bir taleple kapınızı çalan insanlar bunlar. Hepsinin canı cehenneme diyorum buradan. Bu insanların başarılarına rağmen bir türlü mutlu olamamalarını da, deli gibi para kazanıp o parayı harcama zevkinden mahrum kalan ve sürekli biriktirmeye kasanlara ve/veya rahatsız bir sandalyeye, karşıdaki daha rahat olana doğru ilerlerken şu anda oturdukları rahatsız sandalyeyi kaybetme riskini göze alamayıp yapışıp kalan insanların yaşadığı sinir bozucu tutukluğa benzetiyorum. Mutlu oluyorum sonra öyle biri olmadığım için. Oh be.

Bu uzun ve bir o kadar da gereksiz post'u burada noktalarken, tüm yazı boyunca dinlediğim Elbow'a teşekkür ediyor ve "The Seldom Seen Kid" isimli 2008 albümlerini dinlemenizi tavsiye ediyorum. Sakin sakin akıyor tüm şarkılar. Her zamankinden biraz daha parlak bir albümmüş bu ve fekat çok da hastası değilim kendilerinin o yüzden ne desem bu noktadan sonra abartmak olacak. Dinleyin işte aman ne bileyim.

Not: Bir önceki yazıda videosu görülen şahane mashup'ı buradan bulup indirebilirsiniz. Sokakta yürürken, sevdiğiniz bir arkadaşınızın üstüne o karşıdan geliyorken koşup atlarken dinleyebilirsiniz. Take Five zaten "Aman ya bırak ne üzülüyorsun" unsuruyken hayatımda, 15 Step'le olan bu uyumuyla hiçbir yere gitmeyen ama pedallarını sürekli çevirdiğiniz o bisikletin üstünde dolunayın önünden uçarak geçen E.T. hissiyatına sokabiliyor beni.

0 saçmalayan daha çıktı: