Pazartesi, Nisan 14, 2008

"So many foreign worlds (So relatively fucked)..."

İçimde anlamsız bir denge var. Anlamlandıramadığımdan garip geliyor tabii. Uç olan hiçbir his kalmamış içimde ki düşüncelerimin dengesini bozsun. Fırtına öncesi sessizlik diye bir geyik yapayım istedim ama ne fırtınası. Hava günlük güneşlik. Yok öyle bir şey.

Günde birkaç yeni albüm dinlediğim oluyor bu aralar. Bu albümlerden beğenmediğim mesela She & Him var ki onları isimlerinden ve görüntülerinden merak ediyordum. Pitchfork'tan gördüğüm kadarıyla pek sevimlilerdi ama ve fakat ve lakin olmamış. Sevemiyorum o ses tonunu. Belki daha farklı bir müziğin üstünde farklı durabilir bilemiyorum. Müzikleri epeyce basit, kendi halinde. Arada dinleyip bir iki tane kulağıma hoş gelen şarkı bulabiliyorum belki ama gayet de nedensiz bir şekilde sevemedim. Grubun She kısmının sesini yumuşatmak lazım. O sesle öyle yumuşak şarkılar söylenmez. Çocukça vurgular da yapılmaz; biri söylesin şunlara.

Onlar dışında Plants and Animals var ki She & Him'in aksine bu grubu epeyce beğendiğimi söylemeliyim. Montreal'den çıkınca zaten beğenmemek gibi bir şey olmuyor. Böyle bir Arcade Fire havası almıyor değilim. Topluca, cümbür cemaat yapılan coşkulu bir müzikleri var. Hiçbir şarkıları sıkıcı değil. Kullanılan enstrümanlar, vokal, back vokal hepsi birden ayrı ayrı duyuluyor ama hiçbiri birbirinin üstüne çıkmıyor. Böyle heterojen bir uyumluluk hali var ki gerçekten, kelimenin tam anlamıyla bir araya gelince homojen olabilen hiçbir şey olmadığı ve fakat oluyor gibi görününce de ortaya çıkan şeyden bir hayır gelmediğini bilen insanlar için zevkle dinlenebilecek bir albüm yapmış Plants and Animals. Bu aralar dinlediklerim arasında en sevdiğim grup kendileri olduğundan, buyrun siz de özellikle Faerie Dance ve Feedback In the Field'a dikkat ederek, Parc Avenue adlı albümlerinden bir şeyler dinleyin.

Islands var bir de tabii. Yeni albümleri Arm's Way güzel. Onları da sevdim epeyce. Sonra Bon Iver var. Aylar önce rastgelmiştim kendisine Last.fm semalarında. El sallamıştık. "Nasılsın, napıyorsun"lardan sonra o yoluna ben yoluma gitmiştim. Kendisi doğru yoldaymış, gitmesi gereken yere gitmiş, güvenli bir iniş yapmış ve tanınır olmuş görmeyeli. Bense hala burda oturuyorum. Arada burası mı acaba inmem gereken yer diyorum. Her seferinde de henüz zamanı olmadığını anlıyorum. Annem görse "Elalemin çocuğu ünlü oldu, sen hala uç havalarda" derdi. Herkesin şöhreti kendine işte. Neyse... Sonra yazarım belki onlarla ilgili bir şeyler ki yazmasam da olur zaten. Neye yazıyorsam?

Bugün de Esenboğa yolunda Asobi Seksu'nun Red Sea'sini açtım. Denedim yine kendimi. O yolda o şarkıyı dinleyebileceğim günlerin ne zaman geleceğini kestiremediğim yakın geçmişi düşündüm. Dinlenebiliyormuş demek ki içimde zerre kadar yaprak kıpırdamadan dedim. İyi oldu. Sonra eve geldiğimde de Zero 7 açtım. Böyle nostalji rüzgarları olsun içimde bir yerler kıpırdasın diyerekten. Kaşınıyorum evet ama hiç kimsenin tırnakları beni yeterince kaşıyacak kadar uzun değilmiş, kendiminkiler bile hatta; artık anladım. That's a good thing.

Perdelerimin böylesi uçuştuğu ve benim zerre kadar üşümediğim, sıcak esen rüzgarın yüzüme düşen saçlarımla oynadığı güneşli bir öğleden sonrasını yazmıştım buralara bir yerlere. Mayıs-Haziran olmalı. O zamandan bu yana çok şey değişmiş, bazı şeyler aynı kalmış; aynı kalması beklenenler değişmiş, değişmesi beklenenler aynı kalmış. Buna bile iyi olmuş dedikten sonra, başka şeylere de aynı sıkıcı yorumu yapmamak için satırlarıma son veriyorum.

Buymuş meğerse.

0 saçmalayan daha çıktı: