Bu Apparat kişisinin tacizlerini hatırlıyorum da, bir inmedi aşağıya ona sinirleniyorum. İnseydi hemen yapışırdım kendisine. Hatta bir kısmını bu yazının başlığı yaptığım Birds'te öyle güzel yazmış ki o sözleri, Meriç'in "Apparat'a 'Do you believe in love?' diye sor, çünkü inanmayan adam böyle müzik yapamaz" demesini çok iyi anlayabiliyorum. Sanki kalbimi okur gibi:
"Your heart's
a messy place
A giant
garbage dump
for all the feelings
you can't handle
That's where you
bury all of them
and wait 'til they decay
'Til single spark ignites them
to new light"
demiş mesela. O yüzden artık hocası bir gün ona demiş ki "Yavrum bundan sonra senin adın 'kalp okur-yazar' olsun." İyi demiş bence, çok mantıklı. Böyle güzel bir adam (bazıları elektronikçi hipster diyerek kıskanıyorlar ama) ve böyle güzel şarkıların tam da ruh halimin böylesine güzel olduğu ve sürekli sırıttığım bu zamanlarımda kulağıma çalınmasını itunes ve ekibine borçluyuz. Arada olur ya hani unutursunuz bir şarkıyı, sonra duyunca aniden, takılıp kalırsınız bir sonraki unutkanlığın başladığı ana kadar. Bu da öyle bir şey.
Unutmak demişken bir de, unuttuğum bir şeyler vardı bir yerlerde. Sanırım hafif hafif hatırlamaya başladım onları. Bu ara telefonum kulaklara yapışıyor belli vakitlerde. Sabah saat 7.30'un gelmesini istemek gibi bir alışkanlık sahibi oldum. Gecenin bilmemkaçında kurulmuş telefon alarmı, tekrardan uykuya dalacağımı bilsem bile öyle güzel geliyor ki kulağa. Tabii burada alarm sesimin Morning Bell olmasının da payı var. Thom'a her zamanki gibi teşekkürlerimizi, sabahları daha da çekilebilir kıldığı için öpücüklerimizi gönderiyoruz tabii. Ama artık bazılarımıza daha çok.
Twitter'ı niye kullanıyorum diye daha bugün düşünürken, cevabını az önce buldum. Yine bir anda dinleyeni kara deliğin içine atarcasına sonlanan, yeni Portishead şarkısının haberini vermiş listemden biri, sağolsun.
Bu yeni püritenler de pek alem. Fütürist olmaya karar vermişler, hep bir ağızdan savaş isteriz diye bağırıyorlar. Saçmalamak bir kenara, bu videodaki kadar kaliteli saçmalayabilmeyi isterdim. Son zamanlarda gördüğüm en ilginç klip ve şarkı. Kendileriyle ilgili bir yazı yazma isteğindeyim. Bakalım...
Yılların Sigur Rós delisi ben, artık bu saatten sonra grubun albüm çıkarmamasını dileyecek hale geldim. Yeter yahu aynı çığlıklarla, ritmi aniden artan ve dinleyeni heyecanlandıracağını düşündüğünüz pop şarkılarınızla, yunusa benzeyen Jónsi sesinin artık ancak bir bebeğe sevimli gelebilecek bayat ve fazla öngörülebilir iniş çıkışları ile daha ne kadar hipsterların kalbini çalmaya çalışacaksınız. Ayrıca hipsterlara bulaşmak, onlara yaranmak da niye diye sormak isterim kendilerine. Mis gibi post-rock yapıyordunuz, aaah ahh. Ben onları böyle değil şöyle sevmiştim :/
Bir iki gün önce mail kutumda Jónsi'den gelen bir mail buldum. Albümü çıkacakmış 22 Mart 2010'da "Go" adında. O albümden ilk çıkan şarkıyı lütfen indir diyor. Ben de dediğini yaptım bir umut güzel bir şeyler dinlerim uzun süre sonra kendisinden diyerek. Hep bu Alex yüzünden sevgi kelebeği oldu çıktı başıma bu adam. Sevmedim tabii. Şu sevmediğim, adını bile hatırlamadığım son albümdeki şarkıların bir kopyası olmuş. Lütfen bir arada bir şeyler yapacaksanız bu Jónsi'nin şarkısına benzemesin yaptığınız, zira ben beni üzmeyince sizi müzik yapmıştan saymıyorum.
Daha birkaç saat önce Prokofiev izlerken, hislerime dokunamayan müziği dinlemek ve hatta izlemenin ne kadar can sıkıcı olduğundan, ruhumu daralttığından bahsettim yanımdakilere gözlerimde nefret, içimde sıkıntıyla.
13melek (Y.) de bu güzel günde hislerime tercüman olmuş ve Animal Collective hakkında yazılmış/yazılacak en doğru yazıyı yazmış. Zamanında konuşmuştuk, sonunda yazıya dökmüş bunları. Şimdi sağda stalkerlığını yaptığım blog listesinde görmezsiniz diye buraya ekleyeyim dedim.
Saatlerce Radiohead. Sadece 3 saat canım, ne var. Günlük Radiohead'imi de ekleyeyim buraya ki darılmasınlar. Merak etme Thom, en çok sizi (seni) seviyorum. Yarın akşam Random'a bekliyorum.
Sydney'li 21 yaşındaki Jonathan Boulet'ten indie pop'un en "catchy"sinden bir ilk şarkı ve onun videosu. Avustralya'dan çıkıyor muydu böyle şeyler? Burada sözü Muzo'ya bırakıyorum.
Neon Indian bu senenin en başarılı albümü olarak kabul ettiğim Veckatimest'in 5 numarası Cheerleader'a harika bir remix yapmış. Bir de 5 ne güzeldir 12 ile yanyana gelince. Utanmaz biriyim.
Bu yaz o heyecan ve hengamenin içinde dinlerken çok sevip, yazayım deyip de unuttuklarımın arasında Fanfarlo da vardı. Local Natives ile yakın zamanlarda dinleyip, birbirlerine benzetmişliğim de olmuştu hatta. İsveç'li Simon Balthazar'ın kurmuş olduğu Londra menşeili bu grup, her nasılsa pek de etrafta gördüğüm bir grup değil. Her nasılsa diyorum çünkü Reservoir adında Amerika'da kayıtları yapılmış ve Şubat 2009'da çıkmış olan başarılı bir albüm çıkardılar. Sonunda Stereogum'da rastladım kendilerine az önce. Hatırlamışken de bir iki bir şeyle yazayım istedim.
Fanfarlo İsveç'li kafaların aslında ne kadar da yetenekli olduğunun bir göstergesi. Aslında günü güzelleştirmek dışında çok da farklı bir iş yapmamışlar Reservoir'da. Öyle değişik, insanı o sırada olmak istediği veya kesinlikle bulunmak istmediği durumlara sokup çıkarıp maymuna çevirmiyorlar. Sadece gün içinde sürekli dinlenirse, her işinizi tek tek zevkle yapmanızı sağlayabilecek o enerjiyi sağlıyorlar ve bunu da enstrümantasyon olarak Arcade Fire'a ve hatta yer yer Beirut'a benzeyerek yapıyorlar. Arada kendi sitelerinde tuttukları bloglarına bakmak gerekiyor zira eğlenceli insanlar. Müziklerindeki "hiçbirşeyyapmadanyerindeduramamak" hali aslında grup üyelerinin ruh halinin bir yansımasıymış, o blogda bunu görüyorsunuz. Pek sevimliler. Dinleyiniz.
Uzunca bir süredir reader'ımdaki müzik sitelerini ziyaret etmeyi bırakmıştım. Bugün sabah sabah temizlik yapıp, elimde kahveyle bilgisayar başına oturduğumda bir hevesle hepsini dolanmaya başladım. İlk gördüğüm ise harika bir haber oldu.
Duyduğum anda büyülenmiş gibi dinlemeye başladığım Eluvium, yine sesleri dantel gibi işlemiş, bize de bu el işi ses nuru örtüleri televizyonun, bilgisayarın üzerine örtmek kalmış. 23 Şubat'ta çıkması planlanan Similes adlı albümden ilk şarkı yayınlanmış. Bu sefer Portland'lı Matthew Cooper'ımız sadece güzel kafasıyla değil sesiyle de kulaklarımızın pasını silecek gibi. Şarkıyı gördüğüm yerde, dinlerken gözlerinizi kapamanız ve mutluluğa ulaşmanız tavsiye ve garanti edilmiş. Ben denedim, oldu.
Bugün uzun süredir yapmadığım bir şey yaptım ve yazmam gereken yazıları yazdım ve hatta şu üzerinden üç ay geçen Moderat röportajını hazırladım. Son birkaç gündür üzerimdeki ölü toprağı attıysam ne ala.
Tam o ölü toprağı atmaktan bahsederken, tam şu ilk fotoğrafta görülen balonun yanında, beyaz binanın önündeki ufak, karavandan bozma açık hava mekanında defalarca dinlenmiş, hatta kulağımıza çalınmasıyla bizi yerimize çivileyen ve saatlerce aynı yerde oturtmuş, saatlerce konuşturmuş ve her nasılsa Prag'ın en güzel anlarını yaratmış albüm olan Coldplay'in Parachutes'u düştü aklıma. Şu anda bilmiyorum kaçıncı defa Parachutes dinliyorum ki bilgisayarda bile yokmuş bu albüm. Tamamen unutmuşum. Ama hype machine sağolsun, bana yardımcı oldu.
Bazı anlar var işte o gün saat 5'ten gece 1:30'a kadar aynı yerde oturacak kadar çok sevdiğiniz. O anı bozmamak için elinizden gelen her şeyi yaparsınız ama zaman öyle acımasızdır ki, mutlaka yapmanız gereken işlerin, üzerinize binen sorumluluklarınızın olduğu bir noktaya getirir sizi. Halbuki sizi bıraksalar o anda günler, aylarca orada, o anda kalırsınız veya çok güzel görünen o pastayı yemeyip yanında yatarsınız. Sonra A.C. bizi gelip olduğumuz yerden kaldırdı da, zamanı hatırladık, yaşamın tüm güzellikleri bir anda çöpe attıran kötü tarafını gördük. Ertesi gün erken kalkmak gerekiyordu. Röportajımı yazmam gerekiyordu. Heyecanımı bastırmam gerekiyordu. hayatımın en mutlu anları için kendimi hazırlamalıydım vs. Ama olsun işte. Coldplay'in Parachutes'u, A Rush of Blood to the Head'i ve Massive Attack'in Mezzanine'i o an o kadar şahaneydi ki. Sayısız insanın o nehir kıyısına gelmesi, çocukların nehre taş atması, sevgililerin başkalarına makinelerini verip fotoğraflarını çektirmesi, birbirleriyle öpüşmesi, çeşit çeşit su aracının turistleri gezdirmesi, çıkardıkları hırıltılı ses, arkamızdaki koca beyaz balona 15 dakikası 45 euro bayılan turistlerin 45 metre yükseklikten Prag'ı izleyişini izlememiz, rüzgar saçlarımı yüzüme doğru savururken gün batımını seyre dalmak, binaların üzerindeki güneşin son ışıklarının düşüşünü detaylarda görmek, iki saat bisikletle gezmenin ve akabinde sürekli olarak içilen Staro Pramen'lerin bacaklardaki yorgunluğu hafif bir sızıya çevirmesi... O günkü saat 17:00 - 01:30 arasını her hatırladığımda boğazımda bir şeyler düğümleniyor. Coldplay'in ve Massive Attack'in o albümleri yapmasının sebebi bizim o anları yaşamamızmış meğer.
Şimdi gerçekte (sanki o zamanlar hayalmiş gibi, şimdiki hayatıma, rutin olan duruma "gerçek" olarak refere etmek, "Reality Bites" adlı filmi çok ufakken izlemiş olmamla alakalı mıdır ki acaba?) aslında hiç de öyle anlar yaşamıyor oluşumun ağırlığı ara ara çöküyor üzerime. Bu da o anlardan biri herhalde. Bugün bu türden bir hissiyatı öğleden sonra da yaşamıştım. O zaman Dirty Projectors'ın Bitte Orca'sını dinleyerek durumu kurtarmıştım. Şimdi de öyle yaparsam, bu yazıyı daha fazla uzatmama gerek kalmayacak ki hiç de niyetim yok.
Arada hiç bitmeyen müziklere devam ettim. The Antlers ve Volcano Choir'ı kış müziklerime ekledim ve fakat onlara dikkat kesilip, adam akıllı dinleyemeden, büyük aşık olduğum başka bir şey aklımı başımdan aldı yine.
Geçen gün artık neden yazmadığımı düşünürken, yine hiçbir cevap bulamadım. Aslında sürekli aklıma yazacak bir şeyler geliyor ve fakat oturup iki satır bir şey yazmak istemiyordum aklımdakilerle ilgili. Sanki artık birilerine bir şeyler anlatmanın anlamı kalmamıştı. Niye birileri beni okusun, birileri benden bir şey öğrenebilsin ki gibi sorulara cevap vereyim istiyorum birkaç haftadır. Burada bu zamana kadar yazdığım şeylere baktığımda aslında hiçbirinin başkalarına bir fayda sağlamadığını görüyordum ve bu bana uzun süredi batmaktaydı zaten. Zihnimde olup biten süreçlere dahil edip, tüm vitaminini içime çektiğim, tükettiğim her şeyin faydasını aldıktan sonra posasını buraya atıyormuşum gibi bir düşünce zaten mevcuttu. o yüzden, gerekli gereksiz yere gelip burada kimsenin başını şişiresim yoktu. Bir de tumblr'a sardım. Ne istersem oraya ekliyordm. Twitter da vardı tabii. Orada da anlamsız iki satırla kendimi ifade ettiğimi düşünen biri haline geldim sonunda. Resimlerle ve saçma kısa cümlelerle kendimi ifade etmek istediğim bir dönemdi sonuç olarak. Ama tabii her trendin bir düşüşü vardır. O kadar sıkıldım ki "yüzkişiyesorsakherkesfarklıbiranlamyükler" mesajlarımdan, sonunda döndüm yine kürkçü dükkanıma gibi bir hissiyattayım. Neyse ki ben açmıştım. Dönünce kimse "I told you so" dansı yapmıyor ki şu halimle kaale almaya tenezzül etmezdim ya neyse.
Rahatsız olduğum şeyler bu aralar birer birer kendini göstermeye başladı. Mutlu geçen birkaç aydan sonra, yavaş yavaş rahatın bir yerlerime batması sonucu yine buralarda dırdır konuşacağım günler yaklaşıyor diye düşünmekteyim zira kış geldi. Dışarısı ne kadar soğuksa ben o kadar o en sevdiğim huzursuz ruh halime dönüyoum. Geçen gün de bir arkadaşımla oturup sohbet ederken en sevdiği halimin bu huzursuz halim olduğunu söylemesi üzerine, hakikaten de mutlu bir benin dünya için hiçbir faydası olmadığına kanaat getirdim. Şuraya iki satı bir şey yazmaktan aciz hale geldim zaten. Bu arada geçen gün oturduğum arkadaşım falan dedim ama inanmayın, yok öyle biri. O da ayrı bir hikaye.
Yalnız garp hissettiren şey artık tüm düşüncelerimin anlık parlamalarla ufak tefek artçı his yoğunlukları yaratması. Ani, parlak, şiddetli ama ancak kendini ve o anda sadece etrafındakileri sarsabilecek bu yoğunlukların haliyle uzun süre kendini devam ettirmesi imkansız. Sanırım hiçbir şey artık uzun süreliğine içime işleyemiyor. Ben burada yaşamıyorum ve hiçbir şey olmuyor aslında.
Nerede yaşadığımı ise bilmiyorum. Bir şeyler yapıyorum, yaptığım şeyleri bazen öyle bir an oluyor ki, düşünürken yadırgıyorum. Yaptığım da öyle büyük şeyler değil. Bugün mesela B. bana bir şeyler anlatırken olanca sakinliğimle onu üzebilecek bir şeyler söyledim. Garip olansa, onu üzebilecek sözleri söylemiş olmam benim için büyük bir şey değil. Ama yine de insan kalan bir tarafım olmalı ki geriye döndüğümde yadırgıyorum. Veya bilemiyorum. yavaş yavaş akıbetimin ne olduğunu göreceğim bakalım.
Birkaç hafta önce arada öğleden sonraları gördüğüm birinin fikri de beni artık heyecanlandırmıyor. Zaten ne zaman söylediğim gibi heyecanlandırmıştı ki? O an iki saniyeliğine mutlu olmak ve sonradan anlatacak bir şeylerim olsun diye bir şeyleri yaşamaya çalışıyorum gibi geliyor bana. Gibi geliyor demekten usandım bir kez de öyle gelsin lütfen.
Hayatımdan hoşnutsuzluk duyamıyorum ama. Ne yaparsam yapayım, hiçbir şey yaşadığım hayattan bıkkınlık duymama sebep olamıyor. 29 olacağım yakında ve o kadar güzel bir şey ki bu, hemen bir sene daha geçsin 30 olayım istiyorum. Bir süre önce yeni müzikler keşfetmekten bıktım ve sadece ve sürekli olarak aynı grubu dinliyor olmam beni rahatsız etmiyor. Sanki beni bir o tarafa bir bu tarafa çeken ne varsa hepsini sonunda bir tahterevallinin iki ucuna olabilecek en dengeli şekilde yerleştirmişim gibi, dengeli ruh hali neymiş onu görüyorum bu aralar. Nothing's gonna change my world but why not rock some time later diyorum o zaman hevesle. Evet, sanırım hep 30'larımda neye benzeyeceğimi merak ederdim ve sonunda görüyorum neer olabileceğini. Her ne seçim yaparsam yapayım, kendim için hep en iyisini düşünen bir tefalmişim gibi, içinde bulunduğum her her durumun binbir türlü elemelerden, sorgulamalardan geçmiş olduğunu bildiğim için atık bundan sonra işim daha rahat herhalde. Bir gün içinde bulunduğum durumu değiştirmek istediğimde, kendimi tepetaklak etsem bile o kadar büyük bir mutlulukla yaparım ki bunu, ruhunuz bile duymaz, o derece. Ama haber veririm herhalde.
Bir şarkı var ki ama bunu buraya koymazsam bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordum. Dinledikten sonra beni bilen, tanıyan veya duyan veya hayatının bir noktasında bana rastlayan tüm insanlara dinletip, bana göz kulak olması, bir gün eğer aklımı yitirirsem veya ben ben olmaktan çıkarsam beni kendime getirmesi için dinletmelerini, bana hatırlatmalarını istediğim bir şarkı bu. Tam da bir akşam vakti bilmediğim bir şehirdeki ilk gecemde, tek başıma bilmediğim o yola saptığım anda, hatırladığım o mağazalar sayesinde yolumu bulduğum gibi, kendi kendime yolumu bulamazsam bana yardımcı olması için ekliyorum bunu. Tedbiri elden bıramamak lazım diye düşünüyorum. Yine doğru düşünüyoum, evet.
Sağolsun artperest'te okumasam, bana hiç haber verecekleri yokmuş; Mogwai'nin filmi çekilmiş de, 13 Kasım'da Danimarka'da Uluslararası Kopenhag Belgesel Festivali'nde gösterime girecekmiş. Çok alındım.
Neyse efendim, grubun Brookyln'de verdikleri bir konseri 50 dakikalık belgesel haline getiren, trailer'ın başında isimlerini gördüğünüz Vincent Moon ve Nathanaël Le Scouarnec dikkatinizi çekmiş olmalı. Hemen nereden tanıyoruz diye düşünüyor bazılarınız, biliyorum. Tam olarak buradan. Rahat durmayacakları belliydi. İsteseler atom mühendisi bile olurlardı.
Neyse işte, backstage'den konser alanına doğru yürüdüm. Elimde Gernot'nun verdiği su şişesi vardı. Aptalca onu saklamak istiyordum ama aptal görevli de içeriye almamakta ısrar ediyordu şişeyi. Sonunda şişeyi atmak zorunda kaldım ama kapağını çantama attım. Aferin bana çok akıllıyım değil mi?!
İçeri girdikten sonra A.C., D., N. ve O. zone 2'nin en ön sırasında yer kapmışlardı. Onları buldutan ve röportajımı anlattıktan sonra bir saat kadar Moderat'ı bekledik. Moderat sahneye çıktığında hava henüz güneşliydi ve kararmamıştı. Halbuki Moderat sahnede kendilerinin triptych olarak ifade ettikleri üç panelli sahneleriyle akşama ne çok yakışırdı diye düşündük durduk. Moderat sahnedeyken dikkat ettiğim bir şey izleyicilerin yarısının o sırada sahnedeki üç adamla ilgili hiçbir fikri olmamasıydı. Benim dahil oldğum diğer yarısıysa baya eğlendik zıpladık, eşlik ettik şarkılarına. hatırlayamıyorum tam olarak ama albümlerindeki tüm şarkıları çalmış olmalılar ki o albümü öperim, severim ben. O ne güzel bir şeydir. "Canım sıkıldığında her derde deva aspirin gibi açıyorum albümlerini dinliyorum. Daha ilk şarkıdan kendime geliyorum, daha ne olsun" albümüdür o. Birebir aynı çalmadılar. Apparat delisinin o sırada kafasına göre şarkıları birbirine çarpıp, değişik sesler çıkarması ve alandaki şahane ses sistemiyle grubu bilen bilmeyen herkesi onların deyimiyle ısındıran, konsere hazırlayan harika bir performans gerçekleştirdiler. Gezide çektiğin en düzgün videolae B. için çektiğim video dışında bunlardı. Yalnız Rusty Nails'ta tam havaya girmiş zıplayacakken yarıda kesmişim belli ki videoyu :) Tepe tepe dinleyin.
A New Error
Rusty Nails
Onlar sahneden inerken yavaş yavaş sahne Radiohead'e göre hazırlandı. O sırada hepimiz her aşamayı tek tek izledik. Hatta o übersüperinanılmazşahaneanfakinbilivıbıl ışık çubuklarını tek tek kontrol etmekle mükellef amcayı bile sonuna kadar izledik ki kaç tane çubuk vardı sayamazdın o derece. Az sonra tanıklık edeceğimiz şeyin büyüklüğünü hissederek birbirimize anlamsız bakışlar attık, güldük. O sırada yanımızda olabilecek güzel insanları düşündük belki de. Ben düşündüm en azından. Olsaymışsın keşke.
Bir yanımda O. diğer yanımda İspanyol bir çift arkamda ise o kadar "it's wrong to be french" desem de bağıra bağıra Fransızca konuşan Brüksel'den gelen bir arkadaş grubu vardı. Ama sağolsunlar, Moderat sahnedeyken "Jonnyyyyy" diye bağırmasaydı o ufak sarışın kız, o sırada sahnenin bize göre solunda yer alan o terastan konseri izleyen Jonny'i o kadar yakında göremeyecektik ve ben şu fotoğrfı çekemeyecektim. (Sonradan konuştum kızlarla ve meğerse bir gün önce biz D. ile Prag sokaklarında bisikletle gezerken ve bağıra çağıra Radiohead söylerken, onlar meşhur astonomical clock'ın fotoğrafını çekerken arkalarındaki siyah deri montlu adamın Thom Yorke olduğunu fark etmişler ve Brüksel'den onları izlemek için geldiklerini söyleyince Thom onlara konuşmak istemediğini söylemiş. Ama bizimkiler ısrar etmiş ve Thom koşarak uzaklaşmış yanlarından. Onlardan Thom kaçarken bir yandan onu takip etmişler pis stalkerlar ve o halde adamın fotoğrafını çekmeyi başarmışlar(!). "Artık gösterirsiniz ilerde çocuklarınıza thom'un bizden kaçarken fotoğrafını çektik diye" dediğimde kız mutlu mutlu evet dedi. Fransız işte. Sonra kovalamaktan vazgeçip bir yere oturmuşlar ve Jonny'i görmüşler. Üzerinde mavi bir hırka varmış ve o hırkadan anlamışlar terastakinin Jonny olduğunu.)
Sonra hava kararmaya başladı ve tam da bana backstage'deki o görevlinin dediği gbi 8'de konser başladı. Önce 15 Steps'le giriş yapacaklarını biliyorduk ve öyle de oldu. O andaki heyecanımı kimseye ifade edebileceğimi ve etsem de kimsenin relate edebileceğini sanmıyorum. 15 Step ilebir yandan zıplarken bir yandan da onları 14 sene boyunca en sevdiğim grup ilan etmiş olduğumu ve şu anda canlı canlı izliyor olduğumu içimden geçiriyordum ki There There başladı. There There'i ne kadar çok sevdiğimi sözlükteki başlığında bulunan entrym ile anlatabilmeyi umuyorum. Demişim ki:
"gelmiş geçmiş en iyi radiohead şarkısıdır. dinlerken radiohead'i başka bir şeylerle kıyaslamamam gerektiğini farkedip özür diliyorum içimden gruptan her seferinde. her anını içimde bir yerlere kodlamak, içimde bir yerlere yerleştirmek istiyorum. sonra yeniden lego parçaları gibi birleştirip kurmak istiyorum. her seferinde ortaya çıkan bu şey beni büyülesin, kendimi daha çok seveyim istiyorum. istiyorum istiyorum istiyorum."
Şimdi bu entryde yazanları bana yazdıran his yoğunluğunu kaçla çarpsanız benim içimde o anda hissettiklerime eş değer hale gelir bilemiyorum. Hayatımdaki en önemli anlardan biriydi canlı dinlemek herhalde o şarkıyı. Grubu sahnede mi izleyeyim yoksa, şarkının havasına mı bürüneyim, yoksa hissettiklerimi mi analiz edeyim. Tam bir çıgınlık anıydı. Hiçbir şey düşünmedim. Hissetmek ve düşünmek ayrı şeylermiş. "Just cause you feel it doesn't mean it's there" derken Thom, ben olduğum yerde ağlamaya başlamıştım. O davullar kafamın içinde çalıyordu, utanmasam Thom bana söylüyordu.
Weird Fishes başladığında ise şuurumu bir anlık kaybettim sanki. Sözlükteki entrymden neler düşündüğüm bu şarkıyla ilgili oldukça açık olmalı:
"in rainbows'un ilk seferden kendine aşık eden şarkısı bu olsa gerek diye düşünüyorum. önceden kayıtlarını dinlemiş olmanın verdiği bir aşinalıkla demiyorum bunu. ilk dinlediğimde de en az şu anda bilmemkaçıncı kez dinlediğimdeki kadar zevk alarak dinlemiştim. öyle bir şarkı ki bu, başından "i get eaten by the worms and we're fishes" kısmına kadar enstrümanlar ve sözler hep bir arada dinleyeni denizin derinliklerine batıyor hissine sokuyor. tam o anda ise sanki hala devam ediyor olan bu dibe doğru inişin ortasında bir anlık pause tuşuna basılıyor, her şey yavaşlıyor... slow motion bir film karesi gibi, büyük bir kargaşanın arasındaki farkındalık anı gibi... sonra her şey kaldığı yerden devam ediyor. daha da derini varmış onu görüyoruz. birilerinin peşinden nereye kadar gidebilirsiniz gibi bir soruya şarkının bu anında gözünüzde canlanan yerle cevap veriyorsunuz. işte orası birisi için gidebildiğiniz en derin yer sanırım...
şarkıyı her dinlediğimde ise
"i'd be crazy not to follow follow where you lead"
kısmında bu grubu ne çok sevdiğim aklıma geliyor. her seferinde de o sözleri kendilerine armağan ediyorum mırıldanıp..."
Bir yandan fotoğraf çekmeye çalışırken, bir yandan da şarkıya ayak uydurmak istiyordum. Her şeyi bir anda yapmak zorunda olmaktan, her şeyin bir anda kafama üşüşmesinden o kadar nefret ettim ki, bıraktım her şeyi. gözlerimden yaşlar süzülürken yanımda ilk defa on yedi bin kişinin arasında hiçbir şeyden sakınmadan ağladım ki yanımda tek kişi varken bile ağlayamayan bir domuza dönüşürüm ben. Ama olmadı yine bu sefer. Zamanında bu şarkıyı ilk dinlediğimde aklımda olan biri vardı. Onu düşündüm bir an. Ama bir an. Saece bir an. Ama çok parlaktı o an. Sonra onun için eşlik ettim o şarkıya. Sonrası ise "hit the bottom and escape"ti hakikaten de. Onları takip edip orada olduğuma şükrettim, ellerim patlarcasına alkışlarken.
Aralarda tek kelime etmeyen bir grup vardı karşımızda. Merhaba bile dememişlerdi ama olsun, hastasıydık. Zaten en güzel karşılamayı onlar yapmıtşı. Prag'taki son geceyi depresyon sebebi olmaktan kurtarmışlardı hem. Ve sonra All I Need geldi. İhtiyacım olan tek şeyin o an yapıyor olduğun şey olduğumu düşünüp mutlu oldum, bu şarkıda bile. Ama yine mutluluktan gözlerim parıldıyordu, yaşlar akıyordu. Kontrol bile edemeden, istemsizce. Müzik hayatımın neredeyse merkezindeyken, o merkezin de en ortasındaki adamları izliyorken mutluluktan çıldırmamak imkansızdı.
Daha 20 dakika geçmemişti ki Thom'un ağzından çıkan bir "OK" çıktı. O sırada beklediğim şarkım başladı: Lucky. Sanırım Lucky onlardan canlı olarak en çok duymak istediğim şarkıydı. Sahnede o şarkının birebir yansımasını o ışıklarda görmek inanılmazdı. Kısacık da olsa şunu çektim ve şu anda o kayıtları dinliyorum ve hala tüylerim diken diken oluyor. İçimdeki patlamaların ardı arkası kesilmiyordu. O zamana kadar yaşadığım hiçbir şey o anki hüznüme ve mutluluğuma benzemiyordu. Hayatta ancak bir kez ve tam o anda gelebileceğim bir bilinç düzeyine ulaşırken, patlayan ışıklar her "pull me out" sözüyle gözümü kör ederken, ancak bu kadarını kaydedebildim. Bu şarkı esnasında o yaklaşık dört buçuk dakika içinde yaşadığım hissi umarım bir gün karşı karşıya oturduğumuzda anlatabilirim sana.
Nude bizi yere indirdi, büyük fikirlere kapılmamamız gerektiğini, onların hiçbirinin gerçekleşmeyeceğini fısıldadı bize. Morning Bell'le amneziye geri döndük, ellerimizi şarkının ritmine uygun garip şekillere soktuk, sahnedeki o adamları izledik. sakin sakin. Sonra el çırptık o "walking, walking, walking" derken. Nefes aldık. Ben ek olarak kafamı oraya buraya salladım, gözlerimi kapadım.
Sonra bir "Thank you" ile birlikte 2 + 2 = 5 başladı. Lanet olsun o nasıl bir şarkıydı öyle. Çığlıklarla başlayan şarkı, Thom'un neden sahnede öyle hareketler yaptığını uygulamalı olarak açıkladı bana. Ben bir şarkıda o kadar saçma dans ettiğimi hatırlamıyorum ki ayaklarımı bastığım zemin kadar bir yerim vardı. O ufacık yerde o kadar hareketi nasıl yaptığımı hala anlayamıyorum. Meğerse "I have not been paying attention"mış olay.
A Wolf at the Door'du benim için gecenin sürprizi. Ben o şarkıyı ezbere bildiğimi bilmiyordum. Thom'un da o şarkıyı hiphopçılar gibi kıçını başını sallayarak aynen o tarzda söylediğini de... Bu şarkıyı canlı dinlemek albümü dinlemek gibi değilmiş meğerse. Severdim ama öyle değilmiş. Sevmekten daha fazlasını yapmak lazımmış. Her ne akdar sözlerini bir yerde saçmalasa da, bağıra çağıra söylenmesi farzmış. Salınmak ve yüzü şekilden şekle sokmak da ayrı bir adetmiş. Bu ise önlerden birinin çektiği video. Ben pek seviyorum, günde üç kez aç karnına dinliyorum. Domuz gribinden koruyor.
Yerin dibine geçiren Videotape'te "You are my center when I spin away" dedikten sonra artık çıldıracak gibi olduğumu hissedip suyumdan bir yudum aldığımı hatırlıyorum. Bu kadar yüklenmemiştim kendime uzun süredir tabii. İyi bile dayandım deyip "This is my way of saying good-bye" dedikten sonra senin goodbye'ın ancak bu kadar olur diyorum kendi kendime. Kime diyorsam artık diye sorup gülümsüyorum.
Nice Dream ile ortalıkta ne kadar cool adam varsa, hepsinin maskesi düştü. Eski Radiohead'çilerden kim kaldı sorusu o ada insanların suratımdaki eblek sırıtış ve hüzünden cevaplanabilirdi. Ben tek tek seçebilirdim.
Ki o sırada konserde en çok beklediğim şarkılardan olan The Gloaming o harika canı versiyonuyla aklımızı yerinden çıkardı. Daha başındaki kalbimizda atan o baslarıyla, minimal vokaliyle, her an hızlanacak gibi olan bir arabanın içindeymişim gibi adrenalin salgıladım delice.
Anlamsız bir "okie dokie"den sonra Reckoner başladı. D.'nın şarkısıydı ve başlar başlamaz ona doğru eğilip bağırdım, bakıştık, gülümsedik, birbirimize yaşlarımızı gösterdik, mutlu olduk. Bu şarkıyı çok sevdiğimi anlamak da A Wolf at the Door gibi canlı dinlemek gibi bir koşula bağlıymış. Ben bu şarkıyla ilgili ne düşündüğümü practisingmusic'te yazdım ki birebir konserde o an hissettiklerimde onlar. Has ta sı yım. Ta pı yo rum. En güzel In Rainbows mudur diye sorsanız evet bile derim, o derece.
Bir diğer aynı koşulla sevmeye başladığım şarkı ise Exit Music'ti ki Reckoner'den hemen sonra o başladı. Aslında o şarkıyı çok sevmezdim. Tek sevdiğim yanını biliyorsunuzdur belki. let Down2a geçişi o şarkının benim için Radiohead'in hayatıma kattığı en güzel hissin müziğe dökülmüş halidir ama şarkı ı-ıh idi. Exit Music başladığında herkes şarkının başladığını anlayınca sessizce dinlemeye başladı, usul usul mırıldandık hep bir ağızdan ama her nasılsa sesimiz çıkmıyor gibiydi. "You can laugh" derken o, ben elimi kolumu koyacak yer bulamadım. O ışıklarla, o şarkı, o an. "There's such a chill, such a chill"di hakikatn. Anlatamam. Ama izletebilirim belki.
Sonra Thom espri yaptığını sandı, kimse gülmeyince "translate" dedi, güldük ona ama. O sırada olacaklardan habersizdik. Hepimizi kudurtacak o şarkı başlamıştı ki hakikaten "You bit me bit me" diyordu thom sanki olacaklardan haberdarmış gibi. Bangers and Mash o arabesk gitar riffleriyle yine dar alanda koca hareketlerle dans etmemizi sağladı. ona dans mı denir artık bilmiyorum. Kendinden geçme haliyle, bağırarak şarkı söylemek ve anlamsız hareketler yapmak. Hakikaten hak verdim adama. Rol yapmıyor. o hareketler doğal gelişiyor, doğaçlama oluyor. Herkes içinden bir kurban seçmiş ona I got the poison" deyip duruyordu sinsi sinsi evil grinlerle. Sonra Bodysnatchers zaten Bangers and Mash'in ağabeyi oalrak başlıyor, herkes kaldığı yerden devam ediyor, o anda dünya yok olsa umrumuzda olmayacakmışçasına dans ediyoruz. Zaten kimse o anda anlamlarla uğraşmıyor "I have no idea what I'm talking about" diyor şarkı. Biz ise saçmaladıkça saçmalıyoruz. O. ile göz göze geliyoruz gülümsüyoruz. Ben kahkahalar atıyorum. O kocaman kahkahalarımdan. Saçlarım ise arkamı, sağımı, solumu dövüyor adeta. "I've seen it coming"lerle bitiriyoruz o çılgın dansları. Son birkaç yıldır o dans kadar coşkuyla yaptığım bir şey olmadığını fark ediyorum. Nefes nefese alkışlıyorum.
Idioteque ise o sırada çılgına dönmüş olan biz izleyiciler için saçma el hareketlerinin ve salınmaların devamı için bahane oluyor. O sırada hayal gibi gelen konserde "This is really happening" dedikçe Thom, şarkıyı söylerkenki detoneliğini unutturuyor, başka zamanda dinlerken sinir bozucu gelebilecek o detayı bize yok saydırıyor. Ama evet, kötü bir performanstı onun için. Zaten ne zaman detone olmaan söyledi ki bu şarkıyı canlı diye düşünüp justify ediyoruz ve o anı kurtarıyoruz. Derken mutlu mutlu ayrılıyorlar sahneden ve ilk bislerini "This one is for Franz Kafka" diyerek Pyramid Song ile yapıyorlar. Koca bir nefes çekip, nefeslerimizi tutuyoruz zira bizi suyun içine daldırıyorlar şarkının sonuna kadar. Ama bir bakıyoruz ki ne korkulacak ne de şüphelenecek hiçbir şey yok hakikaten.
Sonra ise görsel şölen denebilecek These Are My Twisted Words'u çalmaya başlıyorlar. Ben gözlerimi o ışıkların dalgaya benzer hareketlerinden alamıyorum. Sahnede hayatımın yarısını hayranı olarak geçirdiğim gruba tek an bakamıyorum. Hatta şarkının vokali başlayana kadar unutuyorum onları. O sırada natural high bir halde kafamı sallayıp, o sırada daha iki haftalık bu şarkının matematiğini çözmeye çalışıyorum ki bu şarkıyı ilk kez konserde dinledim. Zaten grup da bu şarkıyı ilk birkaç gün önceki Avusturya'daki bir festivalde çalmışlar. İkinci kez canlı perform edilişi bize kısmet oluyor. Bu şarkı Hearing is Damage ile birlikte yeni Radiohead'lerin en güzelidir herhalde. Ama o ışıklarla izlemek gerekiyor. O halde buyrun konserden bir video daha.
Sonra Lucy adındaki fanları olduğuna kanaat getirdiğimiz insana adayıp bir de başlamadan önce "Şşşş" diye bizleri susturdukları Airbag başlıyor. Ok. Computer en iyi Radiohead albümü olduğundan ve bu albümdeki her şarkı tek tek güzel olduğundan muutluluktan dört köşe ama Lucy'e adandığından kıskançlıktan kırıla kırıla izliyor ve dinliyoruz şarkıyı. Hep bir ağızdan söyleniyor. Ama şarkının çok sesliliğinden kimsenin sesi duyulmuyor. Bu kadar güçlü şarkılar yapabilseler yine bundan sonra diye dualar ettim içimden dinlerken Airbag'i. O sırada içimden Paranoid Android, Let down da çalarlar mı ki acaba?" diye sorup duruyordum kendime. "Umarım" diye cevaplıyordum ve fakat maalesef şimdi o cevap "Keşke"ye döndü. Adi misiniz ya, çalınmaz mıydı ama :(
The National Anthem ise tüm agresifliğiyle bir anda herkesi canlandırdı ve fakat kendisinden sonra gelen How To Disappear Completely o ruh halini bozdu. En alakasız insanı bile hüngür hüngür ağlarken gördüğüme yemin edebilirim. Radiohead izlerken ağlamak serbestmiş, kimse kuullukmuş muullukmuş düşünmüyormuş. Aferinmiş. "In a little while, I'll be gone, the moment's already passed, yeah, it's gone" sözleriyle kaç saattir orada olduğumu düşünmeye başladım ve farkettim ki konserin sonlarına yaklaşıyorduk. Sevgilimden ayrılacakmışım da onu daha ne zaman göreceğim belli değilmiş gibi simsiyah bir hüzün kapladı içimi. Zaten şarkı da uygundu fonda. Dolayısıyla şarkı en hüzünlü Radiohead şarkısı olarak etiketli bende. Lafını açmayın hiç, ağlarım.
İkinci bislerine çıkmak üzere sahneden ayrıldılar, ellerimiz parçalandı geri döndüler ve The Bends çaldılar. İnanamadık. En son ne zaman dinlemiştim acaba bilmiyordum o şarkıyı. Ezbere söyledim yine. Çocukluğuma döndüm yahu. Nasıl coşkuluydum. Lisedeki hallerim, M. le kulaklıkları takıp bu şarkıyı dinleyip sıraya başımızı koyduğumuz zamanlar... "Ahh ahh"tı bu kısım çokça. Saf mutluluk.
Bir anda piyanonun başına oturan Thom ise True Love Waits'i yankılanan sesinin içinde dalgalara dönüşerek söyledi sanki. İnandım o şarkıya ben. Unutmuştum ama inandım yine.
Ama tabii 3791231237 Radiohead konser kaydı izlemiş bir insan olarak sona geldiğimizi anlayıp üzüldüm de üzüldüm. Everything in Its Right Place başladığında sahnenin iki yanındaki dev ekranlardan Thom'un klavyesinin üstündek limonu gördüm, insanlara gösterdim, salak gibi mutlu olduk. Limon işte, ne vardı ki. Konser bu şarkıyla biterken sahneden en son yine Jonny ayrıldı. Bir köşede eğilip bükülüp yine aletlerle oynuyordu kendisi çocuk gibi. Hepimiz ellerimiz patlarcaına alkışladık sanırım bir üç dakika boyunca. JOnny de gitti sonra. Deyim yerindeyse sap gibi kaldık.
Sap gibi kalmamız yetmiyor gibi, bir anda oryntal müzik çalmaya başladı. Sanki hiç bitmemesini isteyebileceğimiz kadar güzel bir rüya görmüştük ve açık pencereden komşunun dinlediği o saçma müzik bizi uyandırmıştı. Hatta evet, tıpkı böyleydi. Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu. Anlamsızlık, yorgunluk, mutluluk, hüzün, mutsuzluk, hayatımızdaki en önemli müzikal olayı deneyimlemiş olmanın getirebileceği tüm hisler bir örtü gibi üzerimize serilmişti. Ne yapacağımızı bilemeden on beş dakika falan orada dikilmiş olmalıyız.
Konserden sonra ne zaman o anlar aklıma gelse, ne zaman konseri dinlesem veya izlesem, ne hissedeceğimi bilemiyorum. Hatta birkaç öğrencim konsere gittiğimi duyunca şanslı olduğumu söylediler de "Asıl siz şanslısınız gitmediğiniz için" gibi karşılıklar verdim zira gitmemek sonraki büyük çöküşü engelliyor. Çok büyük bir aşk yaşamışım da sonra ayrılmışız da ben çok üzülüyorum gibi geliyor bana. Hatta hayatta bu konserdeki kadar mutlu olduğumu, bu kadar sevgiyle dolduğumu hatırlamıyorum desem yeridir. O. ise konserden sonra terasta otururken demişti ki, "Hayatımda seninki gibi beni başından sonuna bu kadar ağlatabilen, mutlu eden bir deneyim yaşayabilsem keşke". Yaşamak akıl karı bir şey mi bilemiyorum ama işte o yüzden bir dilekte bulunamamıştım o zaman ve dahi şimdi. Ama şu anda birileri gelse bana "Ö. seni bir zamanda dondurmak zorundayız ve sen o ana sıkış kalacaksın, üzgünüz ama seç bir zaman" dese -ki dese keşke, cevabım "Hiç üzülmeyin canım, ne var işte, 23.08.09 saat 08:00 - 10:00" olurdu. Ama eğer mümkünse beni en öne koymalarını rica ederdim.
Hiç bitmeyen Radiohead konseri istiyorum ben and I mean it.
PS. Fotoğraflar için ayrıca bir post. Bir aya yazarım umarım :)
Her şey aslında bu yukarıdaki bileti aldığım 22 Haziran gecesinin suçu. O andan sonra yaptığım tek şey işaretleri takip etmekti. Bilette Prag yazıyordu, oraya gitmeye karar verdim. Oraya gittikten sonra Viyana'ya geçtiğimizde bile bu bilet kendini Radiohead konser afişleriyle hatırlattı. Hemen ertesi gün döndük ve soluğu yine Prag'ta aldık. Bu sonu konser olan takibimin izleri. Prag'ın muhtelif yerlerinde bana göz kırpıyorlardı. Onları fotoğraflamadan yapamazdım, yapamadım. 17 Ağustos sabahından, 23 Ağustos'a kadar süren takibin izleri.
23 Ağustos sabahı uyandığımda, o günün muhteşem bir gün olacağını bilmeme rağmen, yaptığım ilk iş homurdanarak terasa çıkıp sigara içmekti. O sigara hayatımda içtiğim en garip sigara, o an 94 senesinden beri beklediğim en garip andı sanırım. Sanki bir gün önce hayatında içmediği kadar içki içen ve buna rağmen sarhoş olmadan gecenin bir saatinde ilk kez bulunduğu bir şehrin sokaklarından geçip, dilini bilmediği insanların arasından evine giden, yatağına usulca uzanıp uyuyan ben değil gibiydim. Sanki bir gün önce içmemiş, hayatımın en keyifli yedi gününü geçirmemiş, Deerhunter'ı hiç izlememiş, o büyüleyici binaların arasında Rachel's dinleyip dolaşmamış, şu anda çok özlediğim o iki şehre gitmemiş gibi, sabahlara kadar çok çalıştığım hayatımın sınavına girecekmişim gibi heyecanlı ve tatsızdım.
Dışarda aynı his yoğunluğu ve boşluk arasında gidip gelmelerle yapılan o harika kahvaltı, yanımdakilerin Moderat'la röportaj yapacağımı hatırlatıp beni gülümsetme çalışmaları, backstage'e gireceğimi ve o gün Radiohead'i izleyeceğimi her aklıma getirdiğimde geri tepti, ters tepki yaptı durdu. Giderek daha çok homurdanmaya, kapris dolu hareketlere, sağ ayağımın parmağını koltuğun görünmeyen ayağına çarptığım o ana kadar devam ettim. Ama o an sanırım, acıdan kıvranıp o koltuğa oturduğum ana kadar nerede olduğumu bilemez halde olduğum söylenebilir.
Fakat bu daha da kötü bi ruh haline sürüklenmek demekti. Kendimi toparlamaya çalışıp, röportaj sorularımın çıktısını aldığımda artık bir saat sonra nerede olacağımı biliyordum. Alana varmak için kullandığımız metro yolculuğu boyunca aklımdan "ne yapıyorum ben, ne işim var burada" gibi soruların yanı sıra "hayatının deneyimini yaşamaya başladın Ö." gibi cümleler de geçiyordu. Oraya vardığımızda ise kocaman konser afişleri bize gidceğimiz yönü gösteriyordu.
Konserin yapıldığı alan Holesovice aslında Prag'ın banliyösü. Yedinci bölgede yer alan Vystaviste ise aslında sıklıkla fuarların yapıldığı bir iş merkezi halini alabiliyormuş. Alana giderken solda ağaçlıklı bir park alanı, sağ tarafta ise buraya geldikten çok sonra hayal meyal hatırladığımız ve hatta gerçekliğinden şüphelendiğimiz bir görüntüyü bize sunan çay bahçeleri vardı. Bu çay bahçelerinin bir tanesinde Çekçe olduğunu tahmin ettiğimiz şarkılarda danseden yaşlı amca ve teyzeleri gördük. Az ileride birkaç saat sonra olacakları ve dinlenecek şarkıları düşündükçe bu gördüğmüz sahne sanırım gerçekliğini yitirdi ve hepimiz birden ona hayal muamelesi yaptık sanıyorum ki.
Her taraf RA D IOHEA_D yazılı panolarla kaplıydı. Gişelere gelmeden sağdaki akreditasyon yönelndirmelerini takip ettiğimde ise uzunca saçlı bir görevli gördüm. Yanına yaklaşıp röportajım olduğunu ve Modeselektor'un basın işleriyle ilgilenen M. ile görüşüp bunun onayını aldığımı anlattım. O da elindeki kağıttan kontrol edip, bir Çek tvsinden gelecek olanları bekleyceğimizi ve onlarla beraber içer alınacağımızı söyledi. Beklerken D., A.C. ve N. gişelere doğru ilerlemeye başladılar. Bense gelen telefonla, diğer üç kişi ile birlikte içeri alındım. O sırada muhabir kız bana röportajımın Radiohead ile olup olmadığını sordu ve "Tabii ki hayır" cevabının ardından "Sanırım kimseye röportaj vermiyorlar" dememin üzerine onların da iletişim kuramadıklarını ve fakat Moderat'la röportaj yapacaklarını söylediler. Evet, Radiohead'e ulaşamadım diye üzülmenin bir manası kalmamadı o dakikadan sonra çünkü yanımızdaki görevli onların kimseye röportaj vermediğini söylemişti. İçeri girerken etrafı gözlerimle tarıyordum zira öyle bir alandaydım ki ömrü hayatımda bir daha gruba bu kadar yakın olabilir miydim bilmiyordum. Hatta "DİKKAT RADIOHEAD ÇIKABİLİR" uyarı levhaları asılabilirdi. I was that close.
Sahnenin arkasında koca bir çadırı andıran bir yapı ve onun dışındaki boş alanda ise park etmiş dört adet koca tur otobüsü duruyordu. Biz ilk başta duranın yanına geldiğimizde Çek tvsi önce içeri alındı. Bense dışarıda görevli ve birkaç kişiyle sohbet ettm. Türkiye'den grupla iletişim kurup Prag'ta öyle bir röportaj ayarlayabildiğime ayrı, tutup da konser için oralara gitmeme ayrı şaşırdılar. Halbuki hiç de zor olmamıştı bana kalırsa. Bunu söylediğimde buna da ayrı şaşırdılar, zira Çek tvsi baya uğraşmış iletişim kurmak ve röportaj ayarlamak için. Bu da bana ilginç geldi.
Bir yandan önünde beş adet izbandutluklarından bodyguard olduklarını tahmin ettiğim adamın portatif sandalyelerde oturduğu iki yandaki otobüsü ve etrafta dolanan insanları izlerken bir yandan da bizimkilerin alanda önlerde bir yerde olmasına dua ediyordum. Gişelerden insanlar geçiyor, geçerken de bizim olduğumuz tarafa göz atmayı eksik etmiyorlardı. O sırada Modeselektor insanı Sebastian'ın bana doğru gülümseyerek geldiğini gördüm ve karşılık verince yanıma gelip iki dakikalık ufak bir sohbet ettik. Onun üzerine Pfadfinderei ekibinden biri gelip sabahtan beri ruh gibi ortalıkta gergin bir halde dolanan beni salak hareketleri ve eğlenceli konuşmasıyla rahatlattı da, o evden bozma otobüslerinde hiç ummadığım kadar eğlenceli bir röportaj yapabildim. Her ikisi de bozuk aksanlarıyla 17.000 kişinin orda olduğunu duyduklarını, onların saat altıda başlayacaklarını, Thom'unsa saat yedide sahneye çıkmayı planlamalarına rağmen "konsere ancak 8 gibi başlayacağız sanırım" dediğini anlattılar. Her Thom dediklerinde gözlerim açıldı gibi geldi bana.
Hayatımın ilk röportajını Modeselektor'den Gernot ile bu kadar başarılı bir şekilde yapmış olmanın mutluluğu nihayet günün anlam ve önemini kavramam ve deneyimleyebilmem için gerekli ruh haline sokmuştu beni. O röportajı da bir ara Reset'e yazacağım ama videoyu açıp, o röportajı yazıya dökmek geldiğimden beri yapabileceğeim son şeydi, gerek o ruh haline giremediğimden gerekse de belli işlerin yoğunluğundan. Ama sanırım iki hafta sonraki sayıya yetiştireceğim artık hem konser yazılarını, hem de bu röportajı.
Şimdilik gece gece daha fazlasını yapamayacağım diyerek en azından Radiohead konseri yazısına girişimi yapmış bulunmanın huzuruyla uykuma dalayım istiyorum. Devamını yarına yazarım rüyamda bu isteği yok edecek bir şey görmezsem eğer. İyi geceler.
Yine gece yarısı uykusuzluk zamanlarıma dönüş yaşıyorum. Bir yaştan sonra özlemek denilen şeyin ne olduğunu, özlem duyduğum şeylerin giderek artmasına bağlı olarak deneyimlemekteyim. Sanırım insan büyüdükçe hayatına aldığı şeyleri veya yaşadığı anları delikleri daha sık olan eleklerden geçiriyor olmalı ki, o deliklerden içe sızanları daha çok içselleştiriyor ve özlüyor.
Tıpkı zamanında Dream for Light Years in the Belly of a Mountain adlı muhteşemliği hayatıma aldığım vakitlerde veya heyecanlı bir anı koku, tat, imge, doku, his olarak bir bütün haline kodladığım zamanlarda olduğu gibi. Artık hayatıma giren şeyleri "seviyorum" diye niteliyorsam bu 20 yaşımdaki "seviyorum"umdan, hatta iki sene önceki "seviyorum"dan bile farklı olacak.
Velhasıl nasıl oluyorsa bazı şeyleri öyle bir yere koymuşum ki, onlar ne yapılırsa yapılsın izleri silinemiyor. Bana bozuk bir hafıza kartıymışım gibi hissettirseler de, kendimi bir bütün olarak "ben" gibi hissettiren şeyler onlar. Sokaklarında yürüken kendimden ve müziğimden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığım bir şehir gibiler. O şehirler ne kadar uzaklar, ne kadar güzeller.
Bu şaheser Sparklehorse şarkısını ne zaman açsam dinlesem, ki çok uzundur dinlemiyordum ruhumda yarattığı tahribattan ötürü, böyle hislerle doluyorum. İnsan gibi hissetmediğim zamanlarımın, yaraya tuz basarak acıtıp insan olduğumu hatırlatanıdır bu şarkı olsa olsa. Yaşadığını ya acı çekerek ya da düşünme eylemini paralize ettirecek kadar mutlu olarak fark eden bir insan olarak bu saatten sonra hayatta özleyebilecek başka bir şeye ihtiyacım var mı bilmiyorum. Bu aralar buralara bir şeyler yazmıyorsam da bu ve bunun gibi bir çok şeyi bilmeyişimdendir diyorum. "Bilmiyorum" kelimesini bu kadar sıklıkla kullanmanın mide bulandırıcı yan etkilerini başkalarına yaşatmaktan tedirgin oluyorum. Kimsenin canını ne intikam almak için ne de her şeyi ince detayına kadar incelemeye çalışan bir insan olarak arada bir yorulup düşüncesizlik yapma ihtiyacımı karşılamak için yakmak istemiyorum. O yüzden bazılarını umursamıyorum, kendim de dahil olmak üzere.
Ama yeter ki bana böyle şarkılar dinletmeyin. O zaman susamıyorum. Mutlaka kendimi ifade edecek bir yola ihtiyaç duyuyorum. Yanımda birisi varsa bazen konuşuyorum bazen içime akıtıyorum tüm sözleri. Geçen gün gördüğüm lamba gibiyim aslında. Bu lamba aslında ufak bir ampul. Yalnız içine kan damlatıldığındal yanacak şekilde tasarlanmış. Ben de işin içince biraz kan olmadıkça aydınatmıyorum etrafımı, yazamıyorum, ifade edemiyorum. Bu şarkılar kesikleri ne kadar derinleştirirse, o kadar konuşuyorum, yazıyorum.
Bu kadar ifade yeter deyip, dakikalarca bu yazıyı bana yazdıran şarkıyı buraya ekleyeyim istiyorum ki hep beraber canımız yansın, hırpalanalım, insan olalım, değil mi?
Sabah sabah eğlendim yine gudubet Bradford sayesinde. Gudubet mudubet seviyorum ama çok. O ve The Flaming Lips solisti Wayne Coyne meğerse birbirlerini hiç sevmezlermiş, bunu söylemekten de çekinmezlermiş.
Buraya hiçbir zaman Tiësto şarkısı ekleyebileceğimi, albümünü bu kadar yana yakıla arayacağımı düşünemezken fikrimi bizim Jónsi'yle yaptıkları şarkı Kaleidoscope değiştirdi. Aklımın almadığı bir şey bu ikisinin nerede ve nasıl bir arada çalışmayı akıl ettiği. Dışarıda yağmurun yağdığı, içeride ise ayaklarıma pofuduk terliklerimi geçirdiğim şu gece vakti tam istediğimmiş bu şarkı.
Rüyamda "Ö. The National'ı çok sever" demişti blogunda. Ben de üzerime alınıyordum. Üzerine alınmak iyi bir şey değil, o yüzden bu sabah üzerime alınmadım.
Gidip bir duş alayım ve üç gündür görmediğim öğrencilerimi göreyim artık.
Ben bedenen ve/veya ruhen buralarda değilken, müzik dünyası almış başını gitmiş yine. İki adet dikkatimi eken video ile bu duruma bir dur diyeyim dedim. Duruma epeyce uygun olarak pek sevdiğim grup Grizzly Bear While You Wait for the Others adlı güzelim şarkısına öyle anlam veremediğim, saçma bir video çekmiş ki izlerken videoyu sürekli ilerlettim faremle. O halde bile sonunu görmek nasip olmadı. Bu sıkıcılığı ve anlamsızlığı sizinle paylaşayım istedim. Hem hepimiz iyi bir şarkının hakkının, böyle kötü bir videoya sahip olsa bile yenmeyeceğini görelim, öğrenelim.
Başka bir catchy şarkı ise bu hafta birkaç yerde birden gördüğüm şu videodan izlenip dinlenebilir. The Phenomenal Handclap Band manidar ve eğlenceli ismi ve bu şarkıları itibariyle 2005-2007 civarlarında çok iş yapardı demiş birisi bir blogda. Katılıyorum. Hatta bu şarkıyı CSS yapsa daha mı çok tutardı acaba şeklindeki sorusuna da "sanırım öyle evet" cevabı vermek istiyorum. O dönemin insanı yakalayan kadın vokal ve sample bütününe sahipmiş. Ben pek bir sevdim. Siz de sevin.
Bir ara şu gezi ve konser yazılarını sonlandırayım diyorum artık ama hangi ara bilmiyorum. En güzel dediğim her şeyi kendime saklama eğilimindeyim. Hayırlısı.
Ağustos ayının tüm yorgunluğu bugünlerde hastalık olarak burnumdan fitil fitil gelmekte. Bense günlerimi işe gitmek yerine, yatakta kedimle oynayarak, yan tarafımda birikmiş selpakları çöpe atarak sonra bilgisayar başına geçip, bşımı dik tutabildiğim kadar internet başında durarak geçiriyorum.
Bu aralar çok bir şey de dinleyemiyorum. O güzel konserler, ki daha Radiohead konseri hakkında tek kelime etmemiş olduğumun farkındayım, müzik anlamında tüm iştahımı bir süredir kesti. Kendimi akupunktur yaptırmış gibi hissediyorum.
Tam da böyle hissediyorken bu halimi bozmadan kendini bir şekilde kendiliğinden hayatıma entegre edebilen bir gruptan bahsetmek istiyorum. Gustav Klimt hayat boyu ne zaman eserlerini görsem beni hipnotize olmuş bir kediye döndüren adamdır. Şimdi sadece resimleri değil müziğiyle de beni aynı boşluğun için sokuyor. O boşluk ki gözlerimi kapamama gerek kalmadan benim için mutluluk anlamına gelen tüm anların renksel kodlarından kaleydoskoplar görüyorum içinde. Kah bir kulenin tepesinde, kah küçük ve dar bir sokaktan geçerken o daracık sokakta yerimi yolumu bilmeden, umarsızca dolaştığım bir anda veyahut ufacık bir kafenin kaldırımdaki iki ufak masasından birinde kahve içtiğim zamanlarda buluyorum kendimi. Gri gökyüzünün ilk kez bir şehrin renklerini daha canlı hale getirebildiğini anladığım o zamanlara dönüp baktığımda bu şarkılardaki dinginliği görüyorum kendimde. Sonra ikametimin yanlış enlem ve boylamda olduğuna dair kötü fikirlere kapılıyorum.
Klimt ise bahsettiğim o masal şehrin yakınındaki Polonya'dan -tabii ki sevgili Gustav'ın değil (çok samimiyiz evet)- Antoni Budzinski'nin projesi. Ambient olarak tabir ettiğimiz müziğe eklenmiş shoegaze'in bel kemiği drone sesler bütünü, ara ara müziğe dahil olan ne idüğü belirsiz sesler benim tam da ihtiyacım olan şeymiş aslında. Antoni Bey ile ilgili henüz başka bir şey bulamadığımdan sizi Jesienne Odcienie Melancholii albümünden iki şarkıyla tanıştırayım artık diyorum.
Tek tek şarkılar üzerine buraya baya yazmış çizmişliğim olduğundan alışık olduğum bir şeyi tam da bu iş için açılmış bir blogda hakkını vererek, hakkını verebilen insanlarla yapayım istedim. Tam burdayız:
Arena Viyana'nın tüm o büyüleyici mimarisinin dışına itilmiş, old school bir konser salonu. Hem kapalı hem de açık alanı olan Arena'da öğrendiğime göre Z. Arctic Monkeys izlemiş bu yaz da. Etraftaki posterlerden anladığımız kadarıyla oldukça indie grupları oldukça sık misafir etmekte hatta. Bizden bir gün önce 18 Ağustos akşamı da The Whitest Boy Alive varmış zaten. Gayet düzenli olan şehrin gördüğüm en düzensiz yapısına sahip olan Arena'dan girdiğimizde ilk işimiz bu yukarda gördüğünüz açık alandaki sıralara biralarımızı alıp oturmaktı. Masalara koyulmuş bedava dergilerden birinde ilginç tasarımlı dildolarla ilgili bir yazıyı sağolsun O. bana çevirdi, epeyce eğlendik. Grupları en önden izleyeceğim diye saat tam yedide oradaydık ama daha içeri alınan tek kişi bile yoktu. Sonunda 8'e doğru içeriye almaya başladılar insanları. Zaten çok da kimse yoktu. Konser sonunda anladık ki zaten Viyana'nın indie çevresinin beklediği grup aslında Black Lips'miş. Sıra Black Lips'e geldiğinde ki gecenin kapanışını onlar yaptılar bu kadar çok içilen ve saçmalanan başka bir konserde bulunmamıştım hayatımda diyebilirim hatta.
İçeri girerken Deerhunter t-shirtüm ve cd'm vardı çantamda artık. Bir de siara içebilir miyiz içerde şeklindeki sorumuza sevimli bir ifadeyle "İçemezsiniz demek zorundayız ama içerde içerseniz kimse bir şey demez size" cevabını veren insan cennetlikti artık gözümüzde. Dumansız hava sahası diye bir şey yok insan gibi yaşanan yerlerde diye düşünmekteyim. Ne Prag'ta ne de Viyana'da içinde sigara içilmeyen bir yer görmedik ve her yer sigara içilen ve içilmeyen olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Zaten makul olanı da bu değil mi ki Miki diye sormak istiyorum.
İlk performans Glint'e aitti. Onlarla ilgili hiçbir şey bilmiyordm. Birkaç yerde sadece dinlemiştim ve çok da beğenmemiştim. Solistlerinin Klaus Kinski'ye benzediğini ve henüz olgunlaşmamış müziklerinin çok da gelecek vaad etmediği kanaatindeyim ben. New York'ta boka benzeyen müzik yapsan yine de dinleyici kitlesi kazanırsın eminim. Tabii öyle bir durumu yok Glint'in ama sahnede kasıntı kasıntı bir avuç izleyiciye şov yapmak yerine daha içten bir performans sergileselerdi böyle suratları görmezlerdi karşılarında.
Sonra Crystal Antlers aldı sahneyi. Güzeldi. O. kesin alacağım albümlerini deyip durdu. Hakikaten de o coşkulu tavırları, klavyedeki kızcağızın, ki adını dahi bilmiyorum ve şu anda bulmak için fazla üşengecim, sağa doğru keskin salınımı derken o zamana kadar dinlememiş olduğum bu grubu ilk kez canlı dinleme fırsatını buldum. Hakikaten de dinlenebilecek kadar keyifli bir albümleri varmış. Ara ara Arcade Fire coşkusunu da sahneye taşıdıklarıı düşünmekteyim. Bir de şu perküsyondaki amcanın daha konserin başında "Masturbating is better than sex!" diye bağırması ve konser esnasında yavaş yavaş striptiz yapması dışında her tarafıyla izleyenleri Glint'ten sonra harekelendiren bir performanstı. Bana biraz 70ler biraz da 90ların karışımı noise rock yapan bir grupmuşlar gibi geldiler ve fakat henüz oturup adam akıllı dinlemediğim bir grup için daha yorum yapmamalıyım gibi bir his var içimde. Buyrun o performanstan bir video.
Saat 10'a doğru yaklaşırken artık sıra Deerhunter'daydı ve ben epeyce heyecanlıydım. C. nihayet Arena'ya teşrif edebilmişti ve biz biraz hava almak sonra da bira almak üzere dışarı çıkıp biraz sohbet ettik. Geri döndüğümüzde O. yanımızda duranlardan bir Alman adamla sohbete dalmıştı ve ben o sohbete ara ara dahil olmuştum ki ikisinin arasından sahnede duran yeşilli birini fark ettim. Tabii ki bu Lockett'tı. Hemen ikisinin arasından yukarıda gitarını eline almış, konser öncesi kontrollerini yapan Lockett'a seslendim. Beni duydu. "You're from Turkey, I remember you" şeklinde beni tanımış olduğuna dair sinyallerini verdi. Sonrasıysa epeyce eğlenceliydi. Sanırım 20 dakikaya yakın bir süre sanki arkadaşmışız da bir süredir görüşememişiz, konserde birbirini görünce görüşmediğimiz o arada yaptıklarımızı birbirimize anlatıp sohbet ediyormuşuz havasındaydık. Nerede kaldığımızı sorunca hiçbir fikrimiz yok şeklindeki cevabıma attığı kahkaha ve sonra Linz'de kaldıklarını ve orada yer olduğunu söylemesi ve bizi oraya çağırması benimse içim kan ağlayarak böyle bir fırsatı çok içmiş olmamız ve araba kullanamayacak olmamızdan dolayı geri çevirmem ise beni hatırlaması ve adımın "O" ile başladığını bilmesi kadar gecenin highlightlarındandı benim için. O. hangi ara benim makinemi aldı ve fotoğraflarımızı çekti bilemesem de buyrun bunlardan bazıları.
Sonunda konsere başladılar. Setlist'i almıştım ama bir türlü bulamadığımdan tam olarak hatırlayamıyorum. Konser boyunca kocaman bir gülümsemeyle izledim, söyledim şarkılarıonlarla. Seyirciler de epeyce mutlulardı Deerhunter'ı izliyor olduklarına. Sahnede Joshua'nın ne kadar sevimli görüldüğünü fark ettim. Sürekli gülümseyip, göbeğinin altında duran gitarını yürüyerek çaldı durdu. Bradford ise o sırada çaldığı gitar ve söylediği şarkı dışında başka hiçbir şey düşünmüyor gibiydi. Arada Joshua benim Pink Elephant'ımı görüp gözlerini açıp "It's pink!" diyerek onunla aramızdaki komik iletişimi başlatmış oldu. Ben ona onun deyimiyle "weird cig"lerimden verdim. Sahnede Lockett'la dedikodumu yaptı. Biramı istedi biramı verdim. Sonra elimi istedi elimi uzattım. Sonundaysa artık fotoğraf makineme dadandı ve sahneden fotoğrafımı çekti. O sırada Bradford ise suratsız suratsız bizi izlerken, arkamdaki kızlar bana grup üyelerini tanıyıp tanımadığımı sordu. I was up in the clouds işte.
KOnserden çektiğim bir Cover Me Slowly ve Agoraphobia videosu var ama korkunç sesimle şarkıları rezil ettiğim için bende saklı kalsın istiyorum o video. Sonuç olarak Bradford'ın nedense sesinin pek iyi gelmediği ve fakat ses sorunlarının pek umrumda olmadığı sonuna kadar zevk aldığım bir konser olmuştu ki Lockett beliriverdi konser bittikten sonra sahnede. Beni gördü. Can cdlerini imzalatırken, dünyanın en sevimli kızları doluştular ön taraflara. Belli ki Black Lips'i en önden izleme niyetindelerdi. Gelmişken Lockett'a kollarını imzalattılar. Lockett onları imzaladıktan sonra Joshua ile benim cd'mi imzaladılar. Joshua "Thanks for the weird cigs" derken Lockett uzun uzun oturup uğraşıp bir fil çizdi ve filden çıkan konuşma balonuna "Ozge! Thanks for coming and for the elephant" yazdı ve tüm sevimliliğiyle bana "Linz konusunda gelmeyeceğinize emin misiniz?" diye sordu. Ben de yüzümü buruşturdum ve maalesef gelemeyeceğimizi zira içkili olduğumuzu ve dışarıda bir arabanın bizi beklediğini söyledim. O da yüzünü buruşturup peki o zaman dedi. Sonra Bradford'ın gitmek istediğini ve yanımıza uğrayamayacaklarını söyleyip uzaklaşmıştı ki geri dönüp birkaç gün sonra Lüksemburg'ta olacaklarını ve bizim planımızın ne olacağını sordu. Prag'a geri döneceğizi ama keşke orada da onları izleyebilseydik şeklindeki cevabımı duyduktan sonra konuşuruz o halde biz de deyip uzaklaştı. O uzaklaşırken ben Agoraphobia'yı canlı dinlemiş ve ekstra bir de Joshua ve Lockett'la bu kadar sevimli sohbetler ettiği için dünyanın en mutlu insanı olarak Deerhunter maceramızı sonlandırdık.
Sonunda Black Lips sahneye çıktı ve C.'ın dediğine göre metroda gelirken Arena'ya o sırada geliyor olanların Black Lips'i delice merak ettiğini ve konsere sadece Black Lips için geliyor olduklarını söylemişti. Dışarda biraz vakit geçirip konser alanına dönünce hakikaten de öyle olduğunu fark ettik zira delice dolu olan hall'un içinde tuvalet kağıdı ruloları ve fırlatılan biralar havalarda uçuyordu. Delice bir gürültü ve tam olarak 15-20 yaş arası teenage'lere yönelik yapılmış punk o yaş aralığındaki insanları kendinden geçirmişti. Bizse yaşı geçmişler olarak uzaklardan izlemeye başlasak da, dayanamayıp önlere doğu gittik ve en öndeki yerimizi aldıktan sonra hakikaten de o eğlenceye katılabilceğimizi fark edip, zıplamaya başladık. Bu arada ben Deerhunter setlist'ini kapmaya çalışırken, bana sahneden "Heey, what's up?" şeklinde elini uzatan ve konuşmaya başlayan garip dişleri olan adamın, Black Lips'in gitaristi olduğunu fark ettik. Halbuki biz onu sahne görevlisi sanmıştık. Sonuç olarak Black Lips o ana kadar sahnede olmayan bir enerjiyi bağırarak, terleyerek ve gürültü çıkarıp zıplayarak onları izleyenlerin üzerine saldı bir saat boyunca. Müziklerini çok spektaküler bulamasam da orada olup eğlenmeyen insanın aklına şaşardım.
Konserin sonuna doğru şu yukarıda gördüğünüz konser sırasında sahneye doğru uzanıp yatan ve çıkıp dans eden bu sevimli kızla da o kadar samimi olduk ki üzerime bira dolu bir bardağı düşürdü. Ben kahkahalar eşliğinde dışarı eğlenceye devam ederken özür diledi bir de o sarhoş haliyle. Önemli değil deyip, üzerim sırılsıklam ve fakat ne olursa olsun böylesi keyifli bir konser izlediğim için mutlu olarak mekandan ayrıldım. Ayrılmadan önce bir saat boyunca dışarıda insanlarla konuştuk. Deerhunter dışında tüm gruplar dışarıda insanlarla oturdu, içti, bir şeyler yedi. Herkes en az benim kadar halinden memnundu. O. ile Avrupa'nın ortasında kalacak yerimiz olmasa da yüzümüzde kocaman gülümsemeler ile gecenin 2'sinde oradan ayrıldık. Aklımdaysa Linz'e gelip gelmeyeceğimizi son kez soran güzel bir surat, elimde de imzalı cd'm ile 20 dakika içinde kalacak bir yer bulduktan sonra kulağımda Operation ile uykuya daldığımı hatırlıyorum.